29 Kasım 2011

Bir İhanetin Üç Parçalı Kronolojik Hikayesi

"1984 senesinin Eylül ayında, üzerimde yeni alındığı için iyice sert olup bedenime oturmayan kot pantalonum, Converse taklidi bez pabuçlarım ve annemin ördüğü kırmızı kazak olmak üzere kendimi Boğaziçi Üniversitesi’nin göbeğinde bulmuştum. 

Kayıt günüydü. Ortalık cıvıl cıvıldı. Herkes birbirini tanıyor gibi görünüyordu. İnsanların yürüyüşlerinde bile bir hafiflik vardı sanki. Bundan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Kıyafetleri de bu rahatlığın ifadesi gibi görünmüştü bana. Rengarenk etekler, gümüş takılar, aldırışsız bir şekilde omuzlara atılmış eşarplar gırla gidiyordu. Halka küpeler takmış ve dalgalı saçlarını köpek başı modeli kestirmiş bir kıza Kırmızı Salon’un nerede olduğunu sordum. Yan yana sıralanmış binalar arasında belirsiz bir yeri işaret etti. Meydanı boydan boya geçerken, sağlı sollu dizilmiş sohbet eden öğrencilerin bana bakıp gülüştükleri hissine kapıldım. Herkes pek güzel pek alımlıydı. Hepsi, o zaman “Orta Saha” dediğimiz o meydanda doğmuş gibi görünüyordu. Oysa benim hafifçe yamuk kesilmiş kahküllerim bile kale arkasından bir yerlerden geldiğimi söylüyordu. 

Sonra kayıt bitti, okul başladı. Bütün bir hafta boyunca, hiç tanımadığım insanlarla aynı odada uyudum, sağını solunu bilmediğim bir binada derslere girdim, başka kızlarla beraber tedirgin bir şekilde banyo sırasında bekledim, hangar gibi bir yerde birbirine çarpılan metal tepsilerin gürültüsü içinde tadı bir şeye benzemeyen yemekler yedim. 

Ama okulun ilk haftasında bana en çok koyan şey, annemin ördüğü o kırmızı kazakla ortalıkta dolaşıyor olmaktı. Kimse el örgüsü kazak giymiyordu. Ayrıca benimki o kadar parlak bir kırmızıydı ki, yolda bağırarak yürüsem ancak bu kadar dikkat çekebilirdim. 

Bir hafta süren vicdan muhasebesinin sonunda, kırmızı kazağı katlayıp bavula yerleştirdim. Annem onu çok uğraşarak örmüş, hatta ben seviyorum diye saç örgüsü motifi bile koymuştu. Fakat ben de çok zor durumdaydım. Ortalıkta bayrak gibi dolaşmaya daha fazla dayanamayacaktım. Sömestre tatilinde eve döndüğümde, annem yurtta üşüyüp üşümediğimi sordu. Ona kazağımı giydiğimi söyledim. Sesim hiç titremedi. Kendim bile şaşırdım buna. 

O kazak hala duruyor. Charles Bovary tecrübemin somut bir kanıtı olarak. Fakat biliyorum ki sadece bu değil, başka şeyler için de tutuyorum onu. Çocukluğun taşrasını geride bıraktığım günleri hatırlattığı için mesela. 

Ya da her ayrılığın aslında bir ihanet olduğunu öğrettiği için.”
                                                           Meltem Gürle, Kırmızı Kazak, Birgün, 14.11.2011

İyi yazıyı kötüsünden nasıl ayırt edersiniz? Düşünmediğinizi düşündürtmeli bence. Daha önce baktığınız bir şeye başka bir perspektif açmalı, Borges Dostoyevski için boşuna “onu okumaya başlamak denizi ilk kez görmeye benzer” dememiş. Dostoyevski’nin sizdeki ilk etkisi, ahlak anlayışınızı sorgulamanıza vesile olmaktır, Suç ve Ceza’yı okuduğunuzda, seküler bir ahlak olabilir mi, ahlak kişinin içinde bulunduğu duruma göre çeşitlenebilir mi gibi sorular sizin peşinize takılmıştır bile. Artık denizi görmüşsünüzdür, kaldırma kuvvetini inkar edemezsiniz. Bir de anlatılan kendi başınızdan geçen bir hikayeyle kesişiyorsa, hayranlıkla karışık bir öfke bile duyabilirsiniz yazara. Sanki yazarak kendi hayal dünyasını kayda geçmiş değil, sizin bir sırrınızı faş etmiştir. Faş ederek helalleştiğiniz geçmişinizin bir parçasını daha iyi, daha başka anlatmıştır. Meltem hocamızın yukarıdaki yazısının bende hissettirdiği tam olarak buydu işte. Defaaten teşebbüs edip, bu kadar açık anlatmaya yaklaşamadığım duyguları yarım sayfada anlatmış, beni kurtarmıştı adeta. Sanki 1984 gününde o meydanda o kırmızı kazakla dolaşan Meltem Hoca değil bendim, o yağmurlu 2002 ağustos günü ise bir dejavu yaşamıştım. Taşralı dejavusu da bu kadar olur afedersin

Tabi o dejavunun sonrası var. Dokuz sene İstanbul’da yaşadıklarım. Yazdıklarım, yazacaklarım, hiçbir zaman yazmayacaklarım. Hikayenin ikinci kısmı. Yine yukarıdaki hikaye gibi, benim çocukluğumu “offf” dedirtecek kadar iyi betimlemiş bir filmden, Dedemin İnsanları’ndan çıktıktan sonra cumartesi günü, ömrü hayatımda gitmediğim, sevmediğim Nişantaşı’nda adeta bir mezunlar gününü, Boğaziçili geçidini masanın tam ortasından temaşa eylerken ben, arada öyle dalıp gittim. O dalgınlıklarımın birinde gördüm onu, pek değişmemiş. Ben, kulağıma üflendiği halde gelmez diye düşünmüştüm, görmemeye alıştırmıştım kendimi, gelince biraz afalladım, ama o hepten şaşkındı normal olarak. Üç senelik tanışıklığın, onca dışarı çıkmaların, mailleşmelerin, arkadaş grubuyla seyahate çıkmaların hatrını da öğrenmiş olduk: Bir senedir görüşmediği bana bir metreden fazla yaklaşmadığı, tokalaşmak için bile hiçbir hamle yapmadığı, üçerden altı saniye süren birbirimizin dudaklarını okumak suretiyle anlaştığımız bir hoşbeş. Şirketten uzaktan selamlaştığım, adını bile ilk anda anımsayamadığım bir çocuğun bile beni görünce şaşkınlıktan kapıya çarptığı ve masada ilk benim elimi sıktığı bir gecede hem de. O dokuz sene için, manidar bir özetti haftasonu doğrusu. Anlattığım anektodla, cuma günü abimle dertleşmemle, cumartesi bütün gün soğukta arkadaşlarımla dışarıda sürtmemle, pazar günü tek başıma, Nişantaşında güzel bir lokantada yemek yiyip havaalanına erken gitmemek, seyahati (hikayeyi) bitirmeye direnmemle…

Gün oldu, devran döndü. Üçüncü hikayemize geldik. On beş yaşımdan beri, dört senede bir düzenimin ve çevremin değişmesi dördüncü kere tekrarlandı. Ben taşrama geri döndüm. Ailemi, arkadaşlarımı, kendimi şaşırtarak. Buraları ne kadar çabuk unuttuğuma hayret ettim, insan unutmak isteyince bazen unutabiliyor herhalde. Buranın geri kalmışlığı, buradan İstanbul’da olduğundan daha net görünüyor, emin olabilirsiniz. Yalnız bir zamanlar yaşadığı eve geri dönmenin bir tesellisi de yok değil: Hayatı boyunca aynı apartmanda oturup yazılarını oradan kaleme almakla övünen Orhan Pamuk gibi, ben de bundan on iki sene önce lise dergisine harbiden beş para etmez yazılar yazmaya çalışırkenki masada yazıyorum bu yazıyı. (Al sana bir dejavu daha. Taşralı dejavusu bu kadar olur afedersin, anlatırken bile dejavu.) Daha ziyade okumak saikiyle çizdiğim bir büyük daireyi kapatıyorum bu vesileyle. Belki diye dua ediyorum, o çizdiğim bir daire değil de, genişleyen bir helezon olur, başka yerlere (adını koyalım, evet İstanbul’a) kapağı atarım. Buraya bir kere daha ihanet ederim.

9 Kasım 2011

Baylan


Bir aşk orta yerde yaşanmaya başladığı zaman, yok olmaya yüz tutar.
Hannah Arendt

İftarlardan bir iftar, Kadıköy Çiya’dan Osmanlı yemeği yemiş olmanın mutluluğuyla kalktık, benim de rengimi belli etmemle, Moda’ya yollandık. O zamanlar Moda semti, Barış Manço’nun 7’den 77’ye’sinin sonunda bahsi geçen bir yerden pek fazlası değildi benim için, yine de dar sokak aralarından görünen denizin laciverdinin göğün mavisiyle birleştiği eşsiz manzarasıyla, mukimlerinin bütün gece dışarıda salınmasıyla, restoran zincirlerine feda etmediği özgün dükkanlarıyla (Starbucks istisna!) farklı olduğunu hissettirmişti bana. Ben tabi kan şekerimin yükselmesiyle çenemin yavaş yavaş düştüğü günün en savunmasız zaman dilimindeyim, böyle karnı tok bebeklerin sırtını pışpışlayıp onları fazla oyun etmeden hebelehübele diye kandırırsınız ya, onlardan pek bir farkım yok, alık alık dolaşıyorum. Bu alıklıkla artık ben mi cesaretimi toplayıp yanaştım, yoksa ilahi bir lütuf muydu günün mana ve ehemmiyeti doğrultusunda bilmiyorum, arkadaş grubundan biraz arkada kaldık hikayemizin kahramanıyla. Bana bir şey göstermek istediğini söyledi, karşıya geçtik. Bak dedi, burası Süreyya Sineması, tarihini anlattı, operaymış herhalde eskiden, ona dair bir şeyler söyledi sanırım. Baylan Pastanesi’ni gösterdi sonra. Hiç duymamıştım adını. Taşralılar bilir, İstanbullular, gezerken kültür seviyelerinden bağımsız olarak, büyük bir tevazuyla bildiklerini anlatırlar İstanbul’a dair. Siz ne kadar entel dantel toplar peşinde koşsanız da sıkıla sıkıla izlediğiniz sanat filmlerinde de soktuğumun kitaplarında yazmaz bir kısmı. Ben de, sevdiğim kızın yanında bu durumdaydım işte. Halimi hiç önemsemiyordum aslında, beni adamdan sayıp mahremini bağışlar gibi, bir sırrı fısıldar gibi zarifçe anlatmıştı ya bütün bunları benim için büyük merhaleydi. Başka bir yemek masasında, kardeşini nasıl sevdiğini göstermek için avuç içiyle yanağıma belli belirsiz dokunması kadar büyük.

Keşke, diyorum, bu silik ve de salak hikayeden daha kuvvetli bir anım olsaydı onunla beraber paylaştığım, belki o zaman daha az canım yanardı. Belki o zaman, beni –beş ayı doğuda bir hudut taburunda yaptığım askerlikten müteşekkil- bir tam senedir aramamasını kabul edebilirdim.