Okuldaki ikinci
senem, o zaman nasıl bir cahil cesaretiyse artık, sosyal seçmeli olarak film
analizi seçmişim, film beğenisi ana akım filmlerden ileri gitmeyen, film sanatına
en uzak insan benim o dersi alanlar içinde. Üçüncü veya dördüncü ders haftası
olmalı, şehirde o zaman yeni yeni palazlanan bir festivalden bahsetti hocamız:
Filmekimi. O festivalde oynayan bir belgesele gitmemizi istedi, Mimar Babam’dı
ismi, o bile hatırımda kalmış, sene 2003 olduğuna göre 10 sene olmuş olmalı. Ramazandı,
filmden hemen önce haldır huldur İstiklal’deki Saray Muhallebicisi’nde orucumu
açtım (o da ucubenin sözlük karşılığı olan İstiklal’deki Demirören AVM’nin
yerindeydi o zaman) ve yıllardır haber almadığım ama o zaman bir nebze
muhabbetimin olduğu bir kız arkadaşımla Emek Sineması’na ilk o zaman gittim. Orta
çapta bir şok geçirmiştim sinemanın ve perdenin büyüklüğü, tepedeki barok süslemelerin
azameti karşısında, o zaman analog makinamla çektiğim birkaç soluk fotoğraf
bugün daha da kıymetli. Ondan sonra iki kere daha Emek’e gittiğimi
hatırlıyorum, birinde film festivalinde Harvey Keitel gelmişti, Deniz’le çok
kör bir yerden de olsa bilet bulmuştuk o seansa. En son da yine Deniz’le bence
son zamanların en underrated filmlerinden biri olan “Assasination of Jesse
James…”e gitmiştik. O zamandan İstanbuldan ayrılana kadar ama az ama çok şehirdeki
bilumum film festivallerine gitmeye gayret ettim, şehirle kurduğum duygusal
bağda o festivallerin ve sadece Emek’in değil, aynı dramatik sona daha önce
yakalanmış Alkazar ve Atlas gibi bağımsız filmleri destekleyen diğer sinemaların
da payı olduğunu hep vurguladım. Ama bu
vurgular, vulgar bir rant ideolojisine kurban gitti iyi mi…
Klişe olacak ama Emek
sineması, sadece Emek sineması değil- inşa edildiği günden itibarenki çevrimine
bakarsanız, bu ülkenin son bir asırdaki tarihinin indirgenmiş bir özetini de
görebilirsiniz, ki buna Umur Talu şahane bir yazıyla temas etti: http://www.haberturk.com/yazarlar/umur-talu/834464-tarih-sinif-gaz
Önce şehrin gayrimüslimlerinin uğrak yeri olan bir avcılık kulübü, sonra paten
pisti (Engin Ardıç, oranın paten pisti olmasını önerirken ve Costa Gavras’a “burası
Fransız müstemlekesi değil” diye hamaset yaparken trajik bile değil!), sonra
tiyatro ve sinema olmuş bir yapı. Şehirdeki ve ülkedeki rant ilk kez el
değiştirmiyor, bu ülkenin harcı, sermayenin millileştirilmesi üzerine kurulu.
Bütün bu Varlık Vergisi olaylarının, mübadalelerin ideolojik altyapısı bu. Harbiyedeki
Ermeni mezarlığının cumhuriyetin ilk yıllarında bir güzel istimlak edildiğini,
mezar taşlarının zımparalanıp Eminönü’nde kaldırım taşı olarak kullanıldığını,
o araziye de Hilton Oteli’nin kondurulduğunu ben NTV Tarih sayesinde öğrendim. Artık
bu devirde bu tip zorbalıkları yapmak çok kolay değil, şimdi devir malum eski
binaların dönüşüm adı altında, paraya tahvil edilmesi, Emek’in içinde bulunduğu
eski Cercle d’Orient binası kadar yağlı bir kemik, bundan ancak bu kadar uzak
kalabildi. Zamanın ruhunu kendini muhafazakar olarak tanımlayan bu hükümet çok
iyi yakaladı: Rant. Bu rant elbet ki en başta ve büyük oranda kendi
yandaşlarına, ama az veya çok birer kaşık da hepinizin, hepimizin ağzına. Tevazudan
hiçbir şekilde nasibini almamış bir tarihe geçme arzusuyla, ülke ve ülkenin
mikro ölçeğinde İstanbul yeniden tanzim ediliyor ve ahlak anlayışı biçim
değiştiriyor: Artık şehre tepeden bakmak için tarihi yarımadanın arkasına
gökdelen dikip İstanbulun beş aşırlık siluetini piç etmek serbest, şehrin her
nasılsa yeşil kalmış bir tepesine selatin cami imitasyonunu dikmekteki avamlık muteber,
çok lazımmış gibi İstiklal caddesinin ortasına AVM kondururken kaçak kat çıkmak
yapanın yanına kar, o AVM’yi yaparken tarihi Ağa Cami’nin önce duvarını
çatlatıp sonra kamuoyundan tepki gelince pisliğini sıvarcasına “Ağa Cami’ni
restore ediyoruz” diye branda asıp reklam yapmaktaki yüzsüzlükse olağan.
Festivallerin
yıllar içinde ne kadar serpildiğini gözümle gördüğüm için iktidarın sanata özel
bir alerjisi olduğu konusundaki görüşe katılmam maalesef mümkün değil. Diğer
yandan esas problemin bu ideolojinin hayatın her alanında büyük bir
tahammülsüzlük ve muhaliflerine karşı hoyrat davranmayı olağanlaştırması
olduğunu düşünüyorum. Sayıları bini zor geçen ve içerisinde sanat
meraklılarının çoğunlukta olduğu muhakkak bir gruba, İstiklal’in göbeğinde
biber gazı sıkılmasını, başka nasıl açıklayabiliriz ki?
Artık İstanbul’da
değilim. Belki hiç dönmeyeceğim. Yine de Emek’le ilgili görüntüleri ve
haberleri görünce içimin acımasına mani değil bu. Şehrin her bir köşesine AVM
dikmek, her bir köşesine zincir restoran/kitapçı/kafe açmak semtlerin özgünlüğünü
kaybettirir, başka bir hayat tarzı isteyenlerin ve belli bir gelir grubunun
altındaki nüfusun teneffüs etme imkanını ortadan kaldırır. Muhafazakar bir
iktidarın sonraki nesle bırakacağı miras, şehri sıfırdan imar edip mevcut
sembolleri yok etmek olmamalı. Birlikte yaşamanın en basiti kuralı olarak karşıt
görüşlerin şeytanlaştırılmasından ve terörize edilmesinden de bir an önce
vazgeçilmeli, toplumsal barışı sağlama misyonuyla hareket ettiğini söyleyen bir
ideolojinin böyle davranması sadece komik oluyor çünkü.