Adanın en turistik bölgesi olan Molivos turunu etli yemeğin etlerini ayırıp sonuna bırakan küçük çocuklar gibi hazzı ertelemek suretiyle günün sonuna bırakmış, yanlış bir tercihle sahil şeridi üzerinden toprak yolla Skala Skaminas’a gitmeye çalışıyoruz. Burası bize günlüğü 30€’dan i10 kiralayan Hertz görevlisinden kaldığımız otelin resepsiyonundaki elemana kadar herkesin tavsiye ettiği bir kasaba. Toprak yoldan gittiğimiz 6 km boyunca arabaya halel gelmemesi için bildiğim bütün duaları ediyor ve neyle karşılaşacağımı merakla bekliyorum. Önce ufak bir meydana çıkıyoruz, ki zaten Skala Skaminas deniz kenarındaki o meydandan ibaret. Ama hemen köşedeki tavernada bir hareketlilik gözümüze çarpıyor, masaların itinayla süslenmekte olduğunu ama tavernada müşteri olmadığını görüyoruz. Bir düğün hazırlığı bu. Denizin içine doğru bir beş metre kadar bir kaya parçası giriyor, ucuna doğru biraz da yükseliyor, 2-3 metre kadar. Ucuna bir şapel kondurulmuş, adının Panagia Gorgona yani Balıkçıların Bakiresi Kilisesi olduğunu öğrenmem için biraz araştırmam gerekecek. Gayriihtiyari manzarayı çekmek için oraya doğru yöneliyoruz, güneş vizöre girdiği için net fotoğraf çekmem mümkün olmayacak ama önemli değil. Basamakları tırmandıkça önce papazla yüz yüze geliyoruz, sonra şık biçimde süslenen nikah masasıyla. İlk kez bir gayrimüslim nikahına tanık oluyor, ve bizim adetlerimize ne kadar benzediğini düşünüyorum. Mutlulukla arkadaşlarıma gösteriyorum tanık olduğum manzarayı, nikah sahiplerini çok tedirgin etmemek için kilise civarında fazla oyalanmıyoruz. Meydanı geçtiğimizde denize sıfır barda hayatımın en mutlu zamanlarından bir kısmını geçireceğim. Deniz kestanesi dolu (el değmemişlik alametidir) Kagia plajından denize giriyoruz. O esnada tahmin ettiğimiz oluyor, gelin bir tekneyle önümüzden geçiyor, Fatihle beraber bağırış çığırış el sallıyoruz, davetliler bize bakıyor, gelin mahcup bir biçimde geri el sallıyor. Çıkıp yanındaki kafenin hamağına serileceğiz. Kendi shawshankimizi bir kez daha -ama en baskın biçimde- burada yaşayacağız.
|
Molivos köyünden sahil manzarası |
|
Molivosta nerdeyse her kafeden görebileceğiniz bir manzara |
|
O kadar çok bakir koy var ki |
|
...ve o kadar çok seyir tepesi... |
|
Skala Skaminas'daki Balıkçıların Bakiresi Kilisesinden nikah yemeğinin yeneceği taverna manzarası. Hemen arkam deniz. |
|
Skala Skaminada tasvir etmeye çalıştığım manzara, bu da yukarıdaki sahnenin tam karşıdan çekilmiş fotosu |
|
Kagia plajı |
Dönüş yolunda aynı hatayı yapmıyoruz, dağ köylerinin içinden tüm adadaki
gibi kıvrım kıvrım ama en azından asfalt yollarından enfes seyir tepelerini
hızlı hızlı geçerek Molivos’a (Mithimna) dönüyoruz. Burası adanın en popüler
yeri dediğim gibi, bunu hem olumlu hem olumsuz yönleriyle düşünün lütfen:
Mükemmel ve nerdeyse her kafeden görülebilen bir manzara, çok iyi korunmuş taş
evler, sokakta salınan mutlu insanlar, ama adanın genelinden bir tık daha
pahalı ve kalabalık tavernalar. Yine de dört günlük seyahatimde sadece bir
akşamı burada geçirmem en çok içimde kalan şey oldu. Yazının bu noktasında
adanın çok kötü yollarından bahsetmenin sırası sanırım: Bizim kaldığımız Gera
Körfezinden 80 km’lik yolu lastiklerden ses çıkarta çıkarta, aracı yanlaya
yanlaya 1.5 saatte alabildik. Stratejik olarak Kalloni civarında veya Molivosta
kalmanızı tavsiye ederim, her ne kadar Molivos’ta otellerin pahalı olduğunu
duysam da. Ada civarında ATV tek tük gördük sezonun henüz açılmadığını
varsayarsak ağustosa doğru yaygınlaşması şaşırtıcı olmayacaktır…
Adanın
kuzeydeki turundaki ilk durağımızsa Petra plajıydı, biraz Kadınlar Denizine
benzettiğim bu şık beldede Thalassa Restauran’da yediğimiz pilavlı kalamar,
ahir ömrümde yediğim en güzel kalamardı. Bu yazıda bahsedeceğim tüm restoranlarda
kalamar+ ahtapot + 3 soğuk meze + 20’lik uzoya verdiğimiz rakam (ki bizim gibi
üç iştahlı kişiyi hayli hayli doyuracak bir miktardan bahsediyoruz,
Yunanlıların büyük porsiyonlarına, bir de görece sezon başında gitmemizi
ekleyin.) 40-50€ mertebesinde Türklerin
tüm adada velinimet olarak görüldüğünü, nerdeyse her restoranda Türkçe menü
bulunduğunu belirteyim…
Ada coğrafyasının mukimlerinin
sosyolojisi üzerine etkisi malum: İster Japonya olsun, ister İngiltere, ister
kuş uçmaz kervan geçmez bir Yunan adası, benzer etkileri farklı raddelerde
görebilirsiniz: Asude bir hayat, dışarıdan bir nebze kopuk ve içekapanık bir
yaşam. Petradaki Thalassa Restaurant’ı işleten restoran sahibi kadın, adalıydı
ve adanın güneyine hiç gitmemişti. Geradaki esnafların bir kısmı, körfezdeki en
meşhur oteli hiç duymamıştı. (Gerçi Avustralyada dünyalığını yapıp Kagia plajındaki barı işleten de gördük, ki Yunanistan vatandaşları arasında yurtdışında kazanıp biriktirdiğiyle Yunanistanda bar açmak çok yaygın bir durummuş) Bu asudeliğin, yalıtılmış hayatın benim için
alametifarikası, deniz kıyısı Şapelleri: Balıkçıların Bakiresi’nin yarattığı etkin bir
tık fazlasını Gera Körfezinde yolun hemen kenarındaki bu kilisede gördük.
Denize uzanan, uzanmak ne kelime açılan bir şapel. İslam geleneğindeki halvet
terbiyesiyle keşiş hayatının çileciliğinin ne kadar birbirine benzediğini
düşündüren, biraz da Amerikan filmlerinde taşralarda gördüğümüz kiliselere (mesela
Spike Lee’nin aklıma hala ara ara gelen 25. saat filminin son sahnesinde
çöldeki kiliseye, mesela True Detective’de dedektifimizin iz sürdüğü kilise)
benzettiğim ömre bedel manzaraya bakarken dindarlığın ve yalnızlığın birbirine
ne kadar bağlı ve mahkum olduğunu düşündüm sonra, sanki biri olmadan öbürü
eksik kalıyordu. Denizin ortasında, bu kadar çok şapeli buna kanıt bildim işte
böyle.
|
Yukarıda bahsettiğim şapel, Gera körfezinde yer alıyor |
Adadaki en meşhur ve etkileyici kiliseyse adanın ortasında Eresos yolunda,
Dafia ve Filia arasındaki Limonos Manastırı. Kurucusu ve bir dönemin Ortodoks
Patriği Saint Ignatios’un adıyla da bilenen bu manastır 1526’da kurulmuş ve o
zamandan bu zamana faaliyette. Çok büyük bir yerleşkede, etrafında keşişler
için küçük halvet odaları da bulunduran bu manastırın müzesine dinler tarihine
veya Osmanlı tarihine meraklıysanız mutlaka girin: 11. yy’dan kalma bir Matta
incili, Patrik Ignatios’un kişisel eşyalarının yanısıra, Osmanlı zamanında
manastırın özerkliğini tescil eden ferman/amanlar da göreceksiniz. Fotoğraf
çekmek yasak olsa da aşağıdaki ferman beni o kadar etkiledi ki çekmesem
olmazdı. 1724 tarihli (Tuğra III. Ahmete ait olmalı) bu fermanın İngilizce açıklamasında, manastırın
yönetimiyle ilgili tüm konularda üçüncü şahısların dışarıdan müdahalesi
yasaktır, aksi yöndeki eylemler bizzat padişahın iznine tabidir yazıyor.
1724’te yani Fransız İhtilalinden 65, Tanzimat fermanından 115, hala
çözülememiş ekümeniklik tartışmasından nerdeyse üç asır önce… İmparatorluk
ecdad edebiyatıyla, hamasetle olunmuyor vesselam…
|
Limonos Manastırı, genel görünüm |
|
Yazıda da bahsettiğim 1724 tarihli aman. İngilizce açıklama beni gerçekten dumur etmişti |
|
Limonos Manastırının Etrafında Keşişler için yapılan hücreler |
|
Bir Manastır Sakini. Tavuskuşunun şeytanı temsil ettiğini duydum, doğru mu bilmem... |
Manastır bir yana, Sigri’ye gitmedik fakat ne Eresos’ta, ne Kalloni
körfezinde görülecek çok fazla şey var. Yolun yoruculuğu da cabası… O bölgedeki
en iyi plaj Tatari plajı, ama tek yerde plaj vardı ve tüm adada plajdan ücret
istendiğini gördüğümüz tek yer orasıydı (bizden almaya gelen olmadı, ayrı…),
mekandaki caz barın iyi olduğunu okumuştum ama gece uğramadığımız için
bilemeyeceğiz.
Alternatif kendiyle hesaplaşma çabası olarak
plajda gebeşlenmek için adanın her bir köşesinin bulunmaz nimet olduğunu söylememe bilmem gerek
var mı? Gera körfezi yakınındaki Tarti plajının 500m lik kötü yoluna
katlanabilirseniz (zaten gittiğiniz plajın yolunun kötülüğüyle bakirliği
arasında bir doğru orantı var) size bu imkanın feriştahını sunmaya nazır. Koyda
sadece iki adet taverna var, ama kesinlikle Sebastian’ın tavernasından
şaşmayın, bizim iki kere gittiğimiz tek yer, hukukumuz “Sebastian, ahtapotumu getir” noktasına
gelmişti ayrılırken…
|
Adada ilk geldiğimiz ve son uğradığımız plaj: Tarti |
Melinda plajıysa doğru bir saatte (yani günbatımı) gittiğinizde size devasa
kayısıyla mutlu bir biçimde gölgelik yapacaktır, şezlongu denize çekerseniz orada
akşamın serinliğinde püfür püfür uzanırken bütün alemde çıkan sesin küçücük
dalganın sürüklediği taşların şıkırtısı olması, o denizin üzerinde size
vasıtasızsa uzanıyormuş hissi veriyor, bir insan ne ister….
Adanın en turistik plajı Vatera plajıysa adanın en uzun kumsalına sahip,
maalesef biz oraya da biraz geç bir saatte gitmiştik, dolayısıyla oranın da
tadını çıkaramadık, ama gitmenizi mutlaka tavsiye ediyorum, bütün adada o
sahildeki en büyük beach club Club Arena’nın reklamı vardı.
|
Tatari'de bir duvar sivrisinekten sonra en çok karşılaştığımız varlık olan (hepsi de tabağımızda!) ahtapotla bezenmiş. |
|
Gitme vakti yaklaşınca biz! |
Bir seyahatte en zevk aldığımız şeylerden biri yerel halkın içine karışmak, onların alışveriş ettiği yerlerden alışveriş etmek, bunun bildiğim en kestirme yolu, kaldığınız
yeri doğru seçmek. Biz Gera körfezinin orada, zeytin bahçelerinin arasında
(adada tüm Ege Bölgesinden fazla zeytin ağacı olduğunu duyduk) Elianas Tis
Geras diye taş evlere sahip bir apart otelde kaldık, tüm adayı istila etmiş
sivrisinekler burada da kaldığımız odayı mesken tutmuştu, sivrisineklerle konvansiyonel
yollarla (elle öldürme) baş
edemeyeceğimizi anlayınca zirai mücadeleye giriştik, bu da odayı biraz
kirletmemizle ve odayı çok kısıtlı biçimde havalandırmamızla sonuçlandı ama… en
azından rahat uyuduk. Otelin bulunduğu Perama – ki bundan sonra buraya
müsaadenizle köy bile değil mezra diyeceğim- kahvede yaşlılarının pineklediği,
sokağında seyyar satıcıların kamyonetle kiraz sattığı, bakkalından veresiyeyle
alış veriş yapıldığı bir yer… Yine de o kahveden işaret diliyle eşe dosta ve kendime kahve
aldığım için mutluyum, böylece ada seyahatimdeki onca güzel anıdan, güneş
yanıklarından, geceleri pırıl pırıl parlayan yıldızlardan, kumsala ayağım
yandığı için yan yan basmalarımdan, koca sesimle güldüğüm selfielerimden ayrı
olarak, gözümün önünde çekilmiş kahvenin damağımda bıraktığı tuhaf aromatik tat
da, bir süre bana bu iftar ertesilerinde eşlik edecek. Zaten Egenin iki
yakasını aynı kahveye iki milletin de kendi ismini vermesinden daha iyi
açıklayan bir mesel de yok. Bu alışkanlığı dolaylı yoldan bana kazandırıp bu yazının
varlığından bile haberi olmayacak şahsa da, buradan selam olsun ayrıca, hatırı
kalmasın.
|
Gera's Olive Garden Manzarası, aah zeytin ağaçları! |
|
Gün doğarken ve gün batarken yol gitmek... |
|
Petradan sahil manzarası, bu Ayanosa da benzetilen manastırın tepesinden çekildi |
|
Bu yazıda yok: Kaldığımız otelde bir Arnavutköy kartpostalına denk gelmek... İstanbul beni bırakmıyor!
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder