Ben aşktan daima kaçtım. Hiç
sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara
verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde... Fakat daima
ödersiniz... Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz
ki bundan daha korkunç bir şey olamaz.
Ahmet
Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü
Avrupanın bir metropolünde, Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir mahallede
gittiğimiz tiyatronun çıkışında tiyatronun bünyesinde yer alan barda oturuyorduk. 19.yyda Osmanlı topraklarında yaşayan
bir Ermeni tarafından yazılmış ve tabi ki İstanbulda geçen bir operetten
çıkmıştık, şimdi düşününce rüya gibi geliyor. Sahnede tek başına bir kadın
vokal elinde bas gitarla caz müzik yaptığı iddiasındaydı ama müzik olmasaydı
sesimi duyurmak için bağırmak zorunda kalmayacağımdan ötürü daha mutlu olurdum.
Karşımdaki (metnin geri kalanında “kız” olarak geçecektir) şarap kadehini aldı,
ağzını açtı bir şey söylemeye yeltendi ve bir anda vazgeçti. Dinlemeye hazır
olduğumu söyledim. “Önemli değil” dedi. Üsteledim. Durdu, o tereddüdü bir daha
yaşadı ve: “Benimle konuşurken gözüme bakmamanın sebebi günah olduğunu düşünmen
mi?” dedi. Gözlerimi dikerek, “yok” dedim, “o benim davarlığım.” “Yok onu demek
istemedim.” Kırpmadan gözüne bile değil
irisine bakıyordum artık. “Gözlerin güzel işte. Benimle konuşurken gözlerime
bak.” (Gözlerimin güzel olduğunu bu hayatta bana söyleyen üçüncü kişiydi. İlk
söyleyen kişi olan berberim öleli iki sene olmuştu). Sırf kitle önünde
hitabetimiz gelişsin, konuşurken insanların gözüne bakalım diye, bize sunum
yaptırmıştı lisede edebiyat hocamız, ayna karşısında yaptığım provaları
hatırladım. Liseye göre daha az yaratıcı, daha idareimaslahatçı ve daha mağlup
hissine sahip olmamın yanında bir de bu defom vardı demek yıllar içerisinde
gelişen, kızıyordum bunu aniden söylediği için ama içten içe biliyordum ki bal
gibi haklıydı kız, bu lafı da duyduktan sonra bir uçurumun kenarında düşüp
yitmek üzereydim. Buluşmamızın üçüncü günüydü, ve kızda benden etkilendiğine,
benim yanımda eğlendiğine dair en ufak bir ibare göremiyordum. Konu nasıl
oluyorsa, bir şekilde benim dindarlığıma geliyordu, devamlı savunma
pozisyonunda ona inancımın öcü olmadığını göstermek için bazen köpek beslemenin
günah olmadığı Maliki mezhebini (köpeklerle aramın hoş olmadığını duyar duymaz
“e biz ayrı dünyaların insanıyız demişti”, ilk görüşmemizin saati dolmadan),
bazen Hz. peygamberin suretinin resmedildiği Osmanlı minyatürlerini, bazen
peygamber sevgisini en güzel anlatan metinlerden biri olan Ah Muhsin Ünlü’nün
“Resulullahla benim aramdaki farklar” şiirini, bazen içki içilen ortamlarda
maruz kaldığım muhtelif muhabbetleri anlatırken buluyordum kendimi. Sorular
bildiğim yerden geliyordu iyi hoş da muhabbet tavsıyordu yalnız, ilk kez
buluştuğunuz ve gönlümün kaydığı bir kızla konuşmam gereken konuların bunlar
olmaması gerektiğini, elhak ben bile biliyordum. Hele barda tam dört farklı
kişi gelip bana yalandan bir selam verip, onun ne kadar güzel olduğuna iltifat
ederken. Sonra niye birlikte olamayacağımızı anlattığı çok uzun mailda yazdığı
tek müspet şey başkasının ne inandığına dair umursamazlığım oldu. Ben çok
anlayışlıymışım, insanların yediğine içtiğine karışmıyormuşum. Kendisi o kadar
değilmiş.
Ertesi gün, ülkenin güneyindeki sahil kasabasına, bir tatil provası
edercesine yola koyulduk. Yolda trenle seyahat etmenin rahatlatıcı duygusundan,
onun yapacağı tatile dair planlarından bahsettik biraz. Ona 2010’larda geçen
bir Leyla ile Mecnun hikayesi olarak Silver Linings Playbook filminden
bahsettim, filmi beraber izleme teklifimi, “seninle odamda film izlemek
istediğimden emin değilim” diyerek reddetmişti daha ilk günden, eline gelen
hiçbir fırsatı kaçırmıyor, gelişine yapıştırıyordu, bir boksör gibi. Derken laf
arasında “Uzun süreli bir ilişkin oldu mu hiç?”
diye sordu. “En son ne zaman uzun süreli ilişkin oldu?” değil, “En uzun süreli
ilişkin ne kadar” hiç değil; “Uzun süreli bir ilişkin oldu mu hiç?” yani. Allahım ne kadar beceriksiz
olduğumu bu kadar mı belli ediyordum, tüm gardım düşmüştü ve önümüzde
geçireceğimiz bir koca gün vardı. İkiletmeden “cık” dedim, suratına bakmıyor,
dışarıdan ülkenin yeşil kırsallarına dalıp gitmiş numarası yapıyordum.
Sessizlik oldu. “Mehmet iyi misin, niye sessizleştin yine?” Diyecek bir şeyim
yoktu o an. Gün bittikten sonra, biz montlarla sahil kenarındaki taşların
üstüne yan yana yatıp Eternal Sunshine’ın o enfes afişindeki pozu vallahi de
verdikten, turisti olduğum ülkenin dört
bir yanına serpilmiş hiiç bitmeyen festivallerden birinde çimlere hiçbir vücut
teması olmadan uzanıp nöbetleşe biraz kestirdikten sonra, dönüş trenine saatler
kala oturduğumuz restoranda son yemeğimizi yerken ağzımdaki baklayı çıkarıp ona
korkumdan bahsettim: İlk tanıştığım ve büyük bir şevkle internetten konuştuğum
aylardan sonra belki buluşmuştuk ama uçağıma 24 saatten az kalmışken bu akşamki
görüşmemiz belki de onu bu hayatta son görüşüm olacaktı (pazar, yani benim
dönüş günümde görüşme planımız yoktu), belki beni bir daha görmek bile
istemeyecek, ben de bu tatili ve son iki haftasında her Allahın günü
konuştuğumuz son üç ayı arkamda hoş bir hatıra olarak bırakacaktım. Sorunun
özne ve nesnesini ters çevirip elinde görünmeyen hançerin ucunu göğsüme doğru yavaşça soktu: Ya ben onunla görüşmek
ister miymişim? Küfür gibiydi benim için, öfkeden ne dediğimi hatırlamıyorum,
ne kadar sevdiğim belli olmuyor muydu sanki? Benim yeterli kan kaybına uğradığıma kanaat getirdikten sonra kalbime sapladığı hançeri çıkarmak için çevirmesi gerektiğinin bilincindeymişçesine soruma yuvarlak bir
cevap verdi: Arkadaş olarak görmek istermiş, değişik zevklerim varmış, onun
bilmediği bir sürü şeyi biliyormuşum. Yolun sonuna gelmiştim, hesabı isteyip,
bahşiş olarak o restorana hüznümü bırakıp kalktım. Yol boyunca yanımda uyudu,
ben bazen ona, bazen onun ilerisinden dışarıda karaltıya bakarak geçirdim o
ömrümün en uzun süren iki saatlik tren yolculuğunu.
Ertesi sabah şehrin çiçek pazarını gezerken, cebimdeki son bozuklukları bir buket çiçeğe
verip, ona son kez sarılmak için evinin yolunu tuttum.