2 Kasım 2015

Tek Şehir

Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde... Fakat daima ödersiniz... Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Avrupanın bir metropolünde, Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir mahallede gittiğimiz tiyatronun çıkışında tiyatronun bünyesinde yer alan barda oturuyorduk. 19.yyda Osmanlı topraklarında yaşayan bir Ermeni tarafından yazılmış ve tabi ki İstanbulda geçen bir operetten çıkmıştık, şimdi düşününce rüya gibi geliyor. Sahnede tek başına bir kadın vokal elinde bas gitarla caz müzik yaptığı iddiasındaydı ama müzik olmasaydı sesimi duyurmak için bağırmak zorunda kalmayacağımdan ötürü daha mutlu olurdum. Karşımdaki (metnin geri kalanında “kız” olarak geçecektir) şarap kadehini aldı, ağzını açtı bir şey söylemeye yeltendi ve bir anda vazgeçti. Dinlemeye hazır olduğumu söyledim. “Önemli değil” dedi. Üsteledim. Durdu, o tereddüdü bir daha yaşadı ve: “Benimle konuşurken gözüme bakmamanın sebebi günah olduğunu düşünmen mi?” dedi. Gözlerimi dikerek, “yok” dedim, “o benim davarlığım.” “Yok onu demek istemedim.”  Kırpmadan gözüne bile değil irisine bakıyordum artık. “Gözlerin güzel işte. Benimle konuşurken gözlerime bak.” (Gözlerimin güzel olduğunu bu hayatta bana söyleyen üçüncü kişiydi. İlk söyleyen kişi olan berberim öleli iki sene olmuştu). Sırf kitle önünde hitabetimiz gelişsin, konuşurken insanların gözüne bakalım diye, bize sunum yaptırmıştı lisede edebiyat hocamız, ayna karşısında yaptığım provaları hatırladım. Liseye göre daha az yaratıcı, daha idareimaslahatçı ve daha mağlup hissine sahip olmamın yanında bir de bu defom vardı demek yıllar içerisinde gelişen, kızıyordum bunu aniden söylediği için ama içten içe biliyordum ki bal gibi haklıydı kız, bu lafı da duyduktan sonra bir uçurumun kenarında düşüp yitmek üzereydim. Buluşmamızın üçüncü günüydü, ve kızda benden etkilendiğine, benim yanımda eğlendiğine dair en ufak bir ibare göremiyordum. Konu nasıl oluyorsa, bir şekilde benim dindarlığıma geliyordu, devamlı savunma pozisyonunda ona inancımın öcü olmadığını göstermek için bazen köpek beslemenin günah olmadığı Maliki mezhebini (köpeklerle aramın hoş olmadığını duyar duymaz “e biz ayrı dünyaların insanıyız demişti”, ilk görüşmemizin saati dolmadan), bazen Hz. peygamberin suretinin resmedildiği Osmanlı minyatürlerini, bazen peygamber sevgisini en güzel anlatan metinlerden biri olan Ah Muhsin Ünlü’nün “Resulullahla benim aramdaki farklar” şiirini, bazen içki içilen ortamlarda maruz kaldığım muhtelif muhabbetleri anlatırken buluyordum kendimi. Sorular bildiğim yerden geliyordu iyi hoş da muhabbet tavsıyordu yalnız, ilk kez buluştuğunuz ve gönlümün kaydığı bir kızla konuşmam gereken konuların bunlar olmaması gerektiğini, elhak ben bile biliyordum. Hele barda tam dört farklı kişi gelip bana yalandan bir selam verip, onun ne kadar güzel olduğuna iltifat ederken. Sonra niye birlikte olamayacağımızı anlattığı çok uzun mailda yazdığı tek müspet şey başkasının ne inandığına dair umursamazlığım oldu. Ben çok anlayışlıymışım, insanların yediğine içtiğine karışmıyormuşum. Kendisi o kadar değilmiş.

Ertesi gün, ülkenin güneyindeki sahil kasabasına, bir tatil provası edercesine yola koyulduk. Yolda trenle seyahat etmenin rahatlatıcı duygusundan, onun yapacağı tatile dair planlarından bahsettik biraz. Ona 2010’larda geçen bir Leyla ile Mecnun hikayesi olarak Silver Linings Playbook filminden bahsettim, filmi beraber izleme teklifimi, “seninle odamda film izlemek istediğimden emin değilim” diyerek reddetmişti daha ilk günden, eline gelen hiçbir fırsatı kaçırmıyor, gelişine yapıştırıyordu, bir boksör gibi. Derken laf arasında “Uzun süreli bir ilişkin oldu mu hiç?” diye sordu. “En son ne zaman uzun süreli ilişkin oldu?” değil, “En uzun süreli ilişkin ne kadar” hiç değil; “Uzun süreli bir ilişkin oldu mu hiç?” yani. Allahım ne kadar beceriksiz olduğumu bu kadar mı belli ediyordum, tüm gardım düşmüştü ve önümüzde geçireceğimiz bir koca gün vardı. İkiletmeden “cık” dedim, suratına bakmıyor, dışarıdan ülkenin yeşil kırsallarına dalıp gitmiş numarası yapıyordum. Sessizlik oldu. “Mehmet iyi misin, niye sessizleştin yine?” Diyecek bir şeyim yoktu o an. Gün bittikten sonra, biz montlarla sahil kenarındaki taşların üstüne yan yana yatıp Eternal Sunshine’ın o enfes afişindeki pozu vallahi de verdikten, turisti olduğum  ülkenin dört bir yanına serpilmiş hiiç bitmeyen festivallerden birinde çimlere hiçbir vücut teması olmadan uzanıp nöbetleşe biraz kestirdikten sonra, dönüş trenine saatler kala oturduğumuz restoranda son yemeğimizi yerken ağzımdaki baklayı çıkarıp ona korkumdan bahsettim: İlk tanıştığım ve büyük bir şevkle internetten konuştuğum aylardan sonra belki buluşmuştuk ama uçağıma 24 saatten az kalmışken bu akşamki görüşmemiz belki de onu bu hayatta son görüşüm olacaktı (pazar, yani benim dönüş günümde görüşme planımız yoktu), belki beni bir daha görmek bile istemeyecek, ben de bu tatili ve son iki haftasında her Allahın günü konuştuğumuz son üç ayı arkamda hoş bir hatıra olarak bırakacaktım. Sorunun özne ve nesnesini ters çevirip elinde görünmeyen hançerin ucunu göğsüme doğru yavaşça soktu: Ya ben onunla görüşmek ister miymişim? Küfür gibiydi benim için, öfkeden ne dediğimi hatırlamıyorum, ne kadar sevdiğim belli olmuyor muydu sanki? Benim yeterli kan kaybına uğradığıma kanaat getirdikten sonra kalbime sapladığı hançeri çıkarmak için çevirmesi gerektiğinin bilincindeymişçesine soruma yuvarlak bir cevap verdi: Arkadaş olarak görmek istermiş, değişik zevklerim varmış, onun bilmediği bir sürü şeyi biliyormuşum. Yolun sonuna gelmiştim, hesabı isteyip, bahşiş olarak o restorana hüznümü bırakıp kalktım. Yol boyunca yanımda uyudu, ben bazen ona, bazen onun ilerisinden dışarıda karaltıya bakarak geçirdim o ömrümün en uzun süren iki saatlik tren yolculuğunu.

Ertesi sabah şehrin çiçek pazarını gezerken, cebimdeki son bozuklukları bir buket çiçeğe verip, ona son kez sarılmak için evinin yolunu tuttum.

22 Haziran 2015

Midilli Kahvesinin Hatır(lattıklar)ı


 Adanın en turistik bölgesi olan Molivos turunu etli yemeğin etlerini ayırıp sonuna bırakan küçük çocuklar gibi hazzı ertelemek suretiyle günün sonuna bırakmış, yanlış bir tercihle sahil şeridi üzerinden toprak yolla Skala Skaminas’a gitmeye çalışıyoruz. Burası bize günlüğü 30€’dan i10 kiralayan Hertz görevlisinden kaldığımız otelin resepsiyonundaki elemana kadar herkesin tavsiye ettiği bir kasaba. Toprak yoldan gittiğimiz 6 km boyunca arabaya halel gelmemesi için bildiğim bütün duaları ediyor ve neyle karşılaşacağımı merakla bekliyorum. Önce ufak bir meydana çıkıyoruz, ki zaten Skala Skaminas deniz kenarındaki o meydandan ibaret. Ama hemen köşedeki tavernada bir hareketlilik gözümüze çarpıyor, masaların itinayla süslenmekte olduğunu ama tavernada müşteri olmadığını görüyoruz. Bir düğün hazırlığı bu. Denizin içine doğru bir beş metre kadar bir kaya parçası giriyor, ucuna doğru biraz da yükseliyor, 2-3 metre kadar. Ucuna bir şapel kondurulmuş, adının  Panagia Gorgona yani Balıkçıların Bakiresi Kilisesi olduğunu öğrenmem için biraz araştırmam gerekecek. Gayriihtiyari manzarayı çekmek için oraya doğru yöneliyoruz, güneş vizöre girdiği için net fotoğraf çekmem mümkün olmayacak ama önemli değil. Basamakları tırmandıkça önce papazla yüz yüze geliyoruz, sonra şık biçimde süslenen nikah masasıyla. İlk kez bir gayrimüslim nikahına tanık oluyor, ve bizim adetlerimize ne kadar benzediğini düşünüyorum. Mutlulukla arkadaşlarıma gösteriyorum tanık olduğum manzarayı, nikah sahiplerini çok tedirgin etmemek için kilise civarında fazla oyalanmıyoruz. Meydanı geçtiğimizde denize sıfır barda hayatımın en mutlu zamanlarından bir kısmını geçireceğim. Deniz kestanesi dolu (el değmemişlik alametidir) Kagia plajından denize giriyoruz. O esnada tahmin ettiğimiz oluyor, gelin bir tekneyle önümüzden geçiyor, Fatihle beraber bağırış çığırış el sallıyoruz, davetliler bize bakıyor, gelin mahcup bir biçimde geri el sallıyor. Çıkıp yanındaki kafenin hamağına serileceğiz. Kendi shawshankimizi bir kez daha -ama en baskın biçimde- burada yaşayacağız.

Molivos köyünden sahil manzarası
Molivosta nerdeyse her kafeden görebileceğiniz bir manzara
O kadar çok bakir koy var ki
...ve o kadar çok seyir tepesi...
Skala Skaminas'daki Balıkçıların Bakiresi Kilisesinden nikah yemeğinin yeneceği taverna manzarası. Hemen arkam deniz.
Skala Skaminada tasvir etmeye çalıştığım manzara, bu da yukarıdaki sahnenin tam karşıdan çekilmiş fotosu
Kagia plajı


Dönüş yolunda aynı hatayı yapmıyoruz, dağ köylerinin içinden tüm adadaki gibi kıvrım kıvrım ama en azından asfalt yollarından enfes seyir tepelerini hızlı hızlı geçerek Molivos’a (Mithimna) dönüyoruz. Burası adanın en popüler yeri dediğim gibi, bunu hem olumlu hem olumsuz yönleriyle düşünün lütfen: Mükemmel ve nerdeyse her kafeden görülebilen bir manzara, çok iyi korunmuş taş evler, sokakta salınan mutlu insanlar, ama adanın genelinden bir tık daha pahalı ve kalabalık tavernalar. Yine de dört günlük seyahatimde sadece bir akşamı burada geçirmem en çok içimde kalan şey oldu. Yazının bu noktasında adanın çok kötü yollarından bahsetmenin sırası sanırım: Bizim kaldığımız Gera Körfezinden 80 km’lik yolu lastiklerden ses çıkarta çıkarta, aracı yanlaya yanlaya 1.5 saatte alabildik. Stratejik olarak Kalloni civarında veya Molivosta kalmanızı tavsiye ederim, her ne kadar Molivos’ta otellerin pahalı olduğunu duysam da. Ada civarında ATV tek tük gördük sezonun henüz açılmadığını varsayarsak ağustosa doğru yaygınlaşması şaşırtıcı olmayacaktır…

Adanın kuzeydeki turundaki ilk durağımızsa Petra plajıydı, biraz Kadınlar Denizine benzettiğim bu şık beldede Thalassa Restauran’da yediğimiz pilavlı kalamar, ahir ömrümde yediğim en güzel kalamardı. Bu yazıda bahsedeceğim tüm restoranlarda kalamar+ ahtapot + 3 soğuk meze + 20’lik uzoya verdiğimiz rakam (ki bizim gibi üç iştahlı kişiyi hayli hayli doyuracak bir miktardan bahsediyoruz, Yunanlıların büyük porsiyonlarına, bir de görece sezon başında gitmemizi ekleyin.) 40-50€ mertebesinde  Türklerin tüm adada velinimet olarak görüldüğünü, nerdeyse her restoranda Türkçe menü bulunduğunu belirteyim…

Ada coğrafyasının mukimlerinin sosyolojisi üzerine etkisi malum: İster Japonya olsun, ister İngiltere, ister kuş uçmaz kervan geçmez bir Yunan adası, benzer etkileri farklı raddelerde görebilirsiniz: Asude bir hayat, dışarıdan bir nebze kopuk ve içekapanık bir yaşam. Petradaki Thalassa Restaurant’ı işleten restoran sahibi kadın, adalıydı ve adanın güneyine hiç gitmemişti. Geradaki esnafların bir kısmı, körfezdeki en meşhur oteli hiç duymamıştı. (Gerçi Avustralyada dünyalığını yapıp Kagia plajındaki barı işleten de gördük, ki Yunanistan vatandaşları arasında yurtdışında kazanıp biriktirdiğiyle Yunanistanda bar açmak çok yaygın bir durummuş) Bu asudeliğin, yalıtılmış hayatın benim için alametifarikası, deniz kıyısı Şapelleri:  Balıkçıların Bakiresi’nin yarattığı etkin bir tık fazlasını Gera Körfezinde yolun hemen kenarındaki bu kilisede gördük. Denize uzanan, uzanmak ne kelime açılan bir şapel. İslam geleneğindeki halvet terbiyesiyle keşiş hayatının çileciliğinin ne kadar birbirine benzediğini düşündüren, biraz da Amerikan filmlerinde taşralarda gördüğümüz kiliselere (mesela Spike Lee’nin aklıma hala ara ara gelen 25. saat filminin son sahnesinde çöldeki kiliseye, mesela True Detective’de dedektifimizin iz sürdüğü kilise) benzettiğim ömre bedel manzaraya bakarken dindarlığın ve yalnızlığın birbirine ne kadar bağlı ve mahkum olduğunu düşündüm sonra, sanki biri olmadan öbürü eksik kalıyordu. Denizin ortasında, bu kadar çok şapeli buna kanıt bildim işte böyle.

Yukarıda bahsettiğim şapel, Gera körfezinde yer alıyor

Adadaki en meşhur ve etkileyici kiliseyse adanın ortasında Eresos yolunda, Dafia ve Filia arasındaki Limonos Manastırı. Kurucusu ve bir dönemin Ortodoks Patriği Saint Ignatios’un adıyla da bilenen bu manastır 1526’da kurulmuş ve o zamandan bu zamana faaliyette. Çok büyük bir yerleşkede, etrafında keşişler için küçük halvet odaları da bulunduran bu manastırın müzesine dinler tarihine veya Osmanlı tarihine meraklıysanız mutlaka girin: 11. yy’dan kalma bir Matta incili, Patrik Ignatios’un kişisel eşyalarının yanısıra, Osmanlı zamanında manastırın özerkliğini tescil eden ferman/amanlar da göreceksiniz. Fotoğraf çekmek yasak olsa da aşağıdaki ferman beni o kadar etkiledi ki çekmesem olmazdı. 1724 tarihli (Tuğra III. Ahmete ait olmalı)  bu fermanın İngilizce açıklamasında, manastırın yönetimiyle ilgili tüm konularda üçüncü şahısların dışarıdan müdahalesi yasaktır, aksi yöndeki eylemler bizzat padişahın iznine tabidir yazıyor. 1724’te yani Fransız İhtilalinden 65, Tanzimat fermanından 115, hala çözülememiş ekümeniklik tartışmasından nerdeyse üç asır önce… İmparatorluk ecdad edebiyatıyla, hamasetle olunmuyor vesselam…

Limonos Manastırı, genel görünüm
Yazıda da bahsettiğim 1724 tarihli aman. İngilizce açıklama beni gerçekten dumur etmişti
Limonos Manastırının Etrafında Keşişler için yapılan hücreler
Bir Manastır Sakini. Tavuskuşunun şeytanı temsil ettiğini duydum, doğru mu bilmem...
Manastır bir yana, Sigri’ye gitmedik fakat ne Eresos’ta, ne Kalloni körfezinde görülecek çok fazla şey var. Yolun yoruculuğu da cabası… O bölgedeki en iyi plaj Tatari plajı, ama tek yerde plaj vardı ve tüm adada plajdan ücret istendiğini gördüğümüz tek yer orasıydı (bizden almaya gelen olmadı, ayrı…), mekandaki caz barın iyi olduğunu okumuştum ama gece uğramadığımız için bilemeyeceğiz.

Alternatif kendiyle hesaplaşma çabası olarak plajda gebeşlenmek için adanın her bir köşesinin bulunmaz nimet olduğunu söylememe bilmem gerek var mı? Gera körfezi yakınındaki Tarti plajının 500m lik kötü yoluna katlanabilirseniz (zaten gittiğiniz plajın yolunun kötülüğüyle bakirliği arasında bir doğru orantı var) size bu imkanın feriştahını sunmaya nazır. Koyda sadece iki adet taverna var, ama kesinlikle Sebastian’ın tavernasından şaşmayın, bizim iki kere gittiğimiz tek yer,  hukukumuz “Sebastian, ahtapotumu getir” noktasına gelmişti ayrılırken…

Adada ilk geldiğimiz ve son uğradığımız plaj: Tarti

Melinda plajıysa doğru bir saatte (yani günbatımı) gittiğinizde size devasa kayısıyla mutlu bir biçimde gölgelik yapacaktır, şezlongu denize çekerseniz orada akşamın serinliğinde püfür püfür uzanırken bütün alemde çıkan sesin küçücük dalganın sürüklediği taşların şıkırtısı olması, o denizin üzerinde size vasıtasızsa uzanıyormuş hissi veriyor, bir insan ne ister….

Adanın en turistik plajı Vatera plajıysa adanın en uzun kumsalına sahip, maalesef biz oraya da biraz geç bir saatte gitmiştik, dolayısıyla oranın da tadını çıkaramadık, ama gitmenizi mutlaka tavsiye ediyorum, bütün adada o sahildeki en büyük beach club Club Arena’nın reklamı vardı.

Tatari'de bir duvar sivrisinekten sonra en çok karşılaştığımız varlık olan (hepsi de tabağımızda!) ahtapotla bezenmiş.
Gitme vakti yaklaşınca biz!
Bir seyahatte en zevk aldığımız şeylerden biri yerel halkın içine karışmak, onların alışveriş ettiği yerlerden alışveriş etmek, bunun bildiğim en kestirme yolu, kaldığınız yeri doğru seçmek. Biz Gera körfezinin orada, zeytin bahçelerinin arasında (adada tüm Ege Bölgesinden fazla zeytin ağacı olduğunu duyduk) Elianas Tis Geras diye taş evlere sahip bir apart otelde kaldık, tüm adayı istila etmiş sivrisinekler burada da kaldığımız odayı mesken tutmuştu, sivrisineklerle konvansiyonel yollarla (elle öldürme)  baş edemeyeceğimizi anlayınca zirai mücadeleye giriştik, bu da odayı biraz kirletmemizle ve odayı çok kısıtlı biçimde havalandırmamızla sonuçlandı ama… en azından rahat uyuduk. Otelin bulunduğu Perama – ki bundan sonra buraya müsaadenizle köy bile değil mezra diyeceğim- kahvede yaşlılarının pineklediği, sokağında seyyar satıcıların kamyonetle kiraz sattığı, bakkalından veresiyeyle alış veriş yapıldığı bir yer… Yine de o kahveden işaret diliyle eşe dosta ve kendime kahve aldığım için mutluyum, böylece ada seyahatimdeki onca güzel anıdan, güneş yanıklarından, geceleri pırıl pırıl parlayan yıldızlardan, kumsala ayağım yandığı için yan yan basmalarımdan, koca sesimle güldüğüm selfielerimden ayrı olarak, gözümün önünde çekilmiş kahvenin damağımda bıraktığı tuhaf aromatik tat da, bir süre bana bu iftar ertesilerinde eşlik edecek. Zaten Egenin iki yakasını aynı kahveye iki milletin de kendi ismini vermesinden daha iyi açıklayan bir mesel de yok. Bu alışkanlığı dolaylı yoldan bana kazandırıp bu yazının varlığından bile haberi olmayacak şahsa da, buradan selam olsun ayrıca, hatırı kalmasın.


Gera's Olive Garden Manzarası, aah zeytin ağaçları!

Gün doğarken ve gün batarken yol gitmek...
Petradan sahil manzarası, bu Ayanosa da benzetilen manastırın tepesinden çekildi
Bu yazıda yok: Kaldığımız otelde bir Arnavutköy kartpostalına denk gelmek... İstanbul beni bırakmıyor!

24 Aralık 2014

Balık Çorbası

Restoranın tüm masalarını görecek kadar müstahkem köşesinde oturuyorum. Yengeç, benim gittiğim en iyi balık lokantası, sahibi vaktinde sigara şirketinde çalışırken istifayı basıp açmış. Aralığın sonu, yılın en soğuk ve kısa günlerinin içindeyiz, ama mekan Urla İskeledeki tüm mekanların aksine dolu. Blogumun okuyucusu olmamasının rahatlığıyla alenen yazıyorum, bilhassa İzmire geldikten sonra can yoldaşım olmuş Fatihle oturuyoruz. En favori yemeğimiz balık çorbasını götürmüş ve koltuğumuzda gevremişiz (Lokantayı deneyeceklere tavsiye: siparişi bir günden önce vermeniz lazım). Balık çorbasını seviyorum, hem hafif hem besleyici oluyor. Ayrıca aklıma yıllar sonra İstanbuldaki öğrenciliğime benzer bir hafta yaşadığım Mavi Turu getiriyor, mürettebattaki yarıdeli aşçı çok iyi yapmıştı ilk içtiğim balık çorbasını. Sadece lokantayı değil Urlayı ve verdiği sayfiye duygusunu da seviyorum, İzmirin henüz sayılı adette olan ex-patları; İstanbuldan ikrah etmiş, dünyalığını yapmış ve emekliliğine gün sayan beyaz yakalar (ki arasında yazılı medyanın amiral gemisinin eski kaptanı ve refikası da var) İzmirin bu şirin sahil kasabasını mesken tutttular son birkaç yıl içinde. Şehir merkezini iskeleye bağlayan iki taraflı ağaçlı yolu seviyorum, bana memleketimin kasaba yollarını anımsatıyor. O yolun sonunda çıkan ve hava güneşliyken her gidişimde mutlaka uğradığım Karantina adasındaki devlet hastanesinde çay içmeyi, adayı karaya bağlayan tek şerit asfalt yolda arabamı park edip yürümeyi seviyorum. Yemyeşil adanın çoktan AKPye yakın bir müteahhite siteye çevrilmek üzere satıldığını duydum, bir daha giremeyeceğimi bildiğim o mutena adayı her bakir gördüğümde gaz pedalına biraz daha hevesle basmayı seviyorum. Adaya birkaç yüz metre ötedeki iskelede yan yana duran rengarenk balıkçı teknelerinin fotoğrafını çekmeyi, biraz ilerideki parktaki Tanju Okan heykeline bakmayı seviyorum. Bütün bu ritüelleri haftaiçi iş çıkışı yapmayıysa daha çok seviyorum, İstanbulda bulamayacağım ender tatlardan biri.

Bütün bu mutluluk kırıntıları, köşemde otururken içimin melankoliyle dolmasına engel olamıyor. Yan masamda orta yaşlı bir çift var, onları gözlüyorum, yeni çıkmaya başlamışlar gibi, oğlan çizgili gömlek ve kanvasla oturuyor, iş çıkışı gelmiş olmalılar bizim gibi, enerjileri yüksek, hitabetleri mültefit. Yılbaşı planlarından konuştuklarına kulak misafiri oluyorum. Kara kara gelecek hafta gönderildiğim zorunlu iznimde nasıl vakit dolduracağımı düşünüyorum. Elalemin sevgilisiyle ve yakın arkadaşlarıyla gününü gün ettiği önemli günler ve haftalar (kafadan yılbaşı ve sevgililer gününü listebaşı olarak yazabilirsiniz, doğumgünüm bile o klasmana girdi 2014 itibarıyla) bende geçirilmesi gereken birer çocukluk hastalığı gibi. Yılbaşını aileyle geçirsen olmaz (Sanki borç alıp iş kurup batırmışsın da, geçinmek için ailene sığınmışsın gibi bir ikiyüzlülük), evde tek başına geçirmen tam bir eziklik. İnsanlarla tanışmaya ve samimi olmaya dair son yıllarda kendime has teşebbüslerim akamete uğradı, davranışımda gelmez bir yan var, belli. Hayatım içime kapanmak ve kendimi yaptığım işe/hobilerime vermek arasında salınım yaparak geçiyor, işteki durumum da pek parlak değil, tıpkı özel hayatım gibi, takdirden, takdiri siktir et, fark edilmekten mahrum. Niyeyse ve nasıl mütekebbir bir haleti ruhiyeyse işteki tarzımdan ve performansımdan memnunum, aslında özel hayatımdaki davranışımla da barışığım, belki bu yüzden döngüden çıkamıyorum, aynı şeyler yapıp farklı sonuçlar bekleyecek kadar alık olduğum için. Sonra geçen Bayramla konuşmamız geliyor aklıma, kendimize en büyük haksızlığı yaşadığımız sorunları biricikleştirmede yaptığımıza karar verdiğimiz o uzun telefon konuşması. Etrafımda benim yaşımda birçok insan farklı statüde ama benzer duygulardan şikayetçi, halbüse bende sadece kendi işim yolumda gitmiyormuş yanılsaması var. Bu gerçeği hatırlamakla, yani kendi mutlu olma ihtimalimle değil, başkasının mutsuzluğuyla teselli oluyorum. Birden yazı yazma duygum depreşiyor, zaten pek konuşmuyorum masada, hesabı istiyoruz. Dönüş yolunda caz müziği çalan bir radyo istasyonu buluyor ve cazın Amerikadan sosyal tarihindeki önemini öğreneceğimiz kaynağı nereden bulabileceğimizi tartışıyor, zifirikaranlık otobanda yol alırken, enerji sıkıntısından kırılan ülkemizin sağa sola büyüklük taslamasının trajikliğinden konuşuyor, zaman zaman ufuk çizgisinde beliren yeniayın etkileyiciği karşısında büyüleniyoruz.

9 Kasım 2014

Ne İçindeyim Yıldızların Ne Dışında

Bir filme izleyip biter bitmez birheves duygularımı buraya yazmayalı ne kadar olmuş... Neyse ki Christopher Nolan var.

Christopher Nolan, ta Mementodan beri, takibi zor twistli senaryoları sevdi, bize de sevdirdi, çoğu hikayesinin senaryosunu kendisi yazdı, fanlarını üzmek istemem, ama hepi topu bir çizgi roman kahramanı olan Batman'e üçlemesiyle vurduğu damga bile aynı seriye ait onlarca film arasından ampul gibi parlıyor. Nolan, şahikası saydığım Prestige'i de aşan bir yapımla vizyonlarda bu hafta: Interstellar (Yıldızlararası). Filmde yönetmenin favori aktörü Michael Kane'le beraber, hastası olduğum iki aktris de oynuyor: Anne Hathaway ve Jessica Chastain. Esas oğlanımızsa geçen sene tertemiz bir oyunculukla ve yine Güneyli aksanını kullandığı Dallas Buyers Club'daki rolüyle Matthew McConaoughey. 170 dakikalık filme ilk sahneden itibaren yakalanıyor ve eski bir Nasa kaşifinin dünyayı kurtarma macerasına eşlik ediyorsunuz.

---bu bölümde spoiler veriyorum arada, çirkinleşiyorum---

Kendi kişisel beğenimle 10/10 zaten, bana yazı yazdırmış, daha ne olsun... Bende filmin ilk çağrışımı Kubrick'in 2001: A Space Odyssey'iydi, bu filmin de zaman içinde onun kadar kültleşeceğini düşünüyorum. Bir Holywood prodüksiyonunda bilimkurgu filminin etkileyici efektlere sahip olmasını şıtandart bir özellik olarak değerlendirebiliriz, ama uzaya ilk çıktıklarındaki o mutlak sessizliğin yarattığı etki, parayla sağlanabilecek gibi değil. 

Filmde beni en çok etkileyen detaysa lisans eğitiminde fizik dersleri almış birisi olarak kuantum teorisiyle ilgili kavramların (görelilik, karadelikler, uzay-zaman düzlemi vs vs) filmde kullanılmasındaki derinlik ve yerindelikti. Hele solucan deliği bahsinde uzayın iki boyuta indirgenmesini anlatırkenki kadar yalın ve örnekli izah, bir de Geleceğe Dönüş filminde Emmett Brown'ın tahta başında geçmişte yolculuğu anlattığı meşhur sahnede vardı, öyle diim size.

Filmin en duygusal anıysa, kahramanlarımız ilk gezegenden döndüklerinde, zamanın göreliliğinden ötürü 23 sene geçmiş olduğunu öğrendikleri ve mesaj kutularında biriken mesajları okudukları sahnelerdi, görelilik kuramının etkilerinin neler olabileceğini oldukça çarpıcı biçimde kazındı hafızalarımıza.

Eksi hane kısmına gelirsek Matt Damon'ın gezegeninde geçen sahnelerin biraz uzun tutulduğunu düşünüyorum. (Bu arada Matt Damon'ın filmde rol aldığı film vizyona girene kadar saklanmış, ben de yukarıda filmin pazarlama stratejisine riayet ettim :)) Bir de Cooperın (McConaughey) oğluyla ilgi sahnelerin işlevsiz olduğunu düşünüyorum, Casey Affleck her ne kadar çok sevdiğim bir oyuncu olsa da.

Filmin twistli senaryosunun hünerleriyse astronotumuz uzay deliğinde tıkılıyken, beşinci boyutun hikmetiyle beraber ortaya çıkıyor. Filmi izlerken benim de dikkatimden kaçmayan ve filmle ilgili eleştirilerde bahsi geçen konuysa, astronotumuzun ikilik sistemde koordinatları vermesinin yarattığı paradoks: zaten o koordinatları bulduğu için bu göreve çıkmamış mıydı? Burada kafamın karıştığını itiraf etmem lazım...

---bu bölümde spoiler veriyorum arada, çirkinleşiyorum---

Filmde Hathaway'in hayat verdiği Brand'in belirttiği üzre, zamana da oksijen ve yakıt gibi sınırlı bir kaynak olarak bakmamız gerekiyor. Hem Tanpınarın Saatleri Ayarlama Enstitüsünden fırlamış gibi duran bu cümlesini felsefi ve bilimsel olarak hatırlatan bir film çektiği için (saatin bozulması kısmına hiç girmiyorum, utanmasam Nolanın kitabı okuduğunu iddia edeceğim), hem de 170 dakika boyunca gözünü kırpmadan izlenebilecek bir bilimkurgunu filmini bu kadar altını doldurarak yarattığı için, Christopher Nolan çağdaşları arasında işinin en iyisi.

PS: Yazımın bonus materyali olarak NASA, filmin vizyona girdiği vakitte, Voyager'ın interstellar seferinden bir kayıt paylaşmıştı: http://youtu.be/LIAZWb9_si4 Bu kıyağımı da unutmayın :)

21 Ağustos 2014

Yunanistan Yazıları 2- Aylaklık, Çocukluk, Hafiflik

Tatil rotamız, 730 km görünüyor, biz 1300 yaptık!

İstanbul için Sultanahmet neyse, Atina için Akropolis odur: Şehrin arz noktasında ve en göz alıcı tepesinde, şehrin kimliğini ve karakterini oluşturan tarihi bir yapı, şehre mağrur bir edayla asırlardır nazar eder. Akropolis, benim gibi mitoloji cahilleri için bile, Antik Yunan kültürünü (ve bu kültürün Bizans/Roma imparatorluğuna attığı imzayı) cazip kılacak kadar iyi korunmuş durumda. Son derece geniş bir yüzölçümüne yayılmış bu yaşayan tarihi sıcak bir yaz gününde gezmek size yorucu gelecekse, güneşin tepede olduğu saatlerde Akropolis müzesinin nadide eserlerinin sergilendiği kapalı müzeyi gezip, arazideki antik yapılara gün batımına doğru bakabilirsiniz. Arazide mutlaka görmeniz gerekenler listesi yapacak olursak: Stoa of Eumenes, Odeon of Herodes Atticus, Dionysos Tiyatrosu, Parthenon olarak sayabiliriz. Akropolisin güney ayağında ayrı bir girişle (Akropolis bileti tabi ki geçiyor) Olympian Zeus Tapınağı da gün batımında fotoğraf için çok keyifli oluyor...

Akropolis'teki tarihi tiyatro
Akropoliste kaplumbağa olmak vardı anasını satayım
Yukarıda bahsettiğim Zeus Tapınağı renkleri bu, gün batımına doğru uzayan ışıkta çok daha etkileyici
Başkentin tamamen müflis bir vaziyette olduğu doğru: Binalar metruk, dükkanlar kapalı, inşaatlar yarım, şehirde ve ülkede bir miskinlik var, Atina dahil gittiğimiz yerlerde sanayiye dair bir şey görmedik. Ama Yunanistanın vaat ettiği zaten para basan fabrikalar, büyük ve donanımlı arge labaratuvarları, gıcır arabalar değil, başka bir dünya tasavvuru, ki o tasavvurda çocukluğuma dair anılar var, mesela mahalledeki çeşmeye ağzımızı dayayıp kana kana su içtiğimiz zamanlar: Havaalanından, Akropolise, sonradan gezeceğimiz Olimpiyadan turistik adasına kadar tüm ülke sathına yayılmış sebillerin bendeki çağrışımı başka bir şey olamaz zaten. Mesela  bir Avrupa ülkesinde de çocukların sokak aralarında top oynadığını görmenin bahtiyarlığı, mesela akşam sekiz dokuzdan önce kapanmayan mağazalarda dolanmak; Akropolisin olduğu sokakta, şehrin göbeğinde açık hava sinemasının faal olduğunu hala görüp özlemek de o tasavvura, o tasavvurun verdiği o serinlik ve rahatlık duygusuna dahil. Dahası, Yunanistan, o tasavvurun bile zaman zaman bir tık fazlası: Küçük bir çocuk polis tarafından katledildiğinde, emniyet müdürü ve içişleri bakanının anında istifaya zorlandığı insan haklarına saygılı bir devlet. Bu topraklarda büyümüş birine "bunlar burda da mı var lan" dedirten başka benzerlikler:  Basbayağı kahvehanenin önünde oturup tesbih çeken, sol kol dışarıda geniş geniş araba kullanan mütebessim Yunanlılar, sabahın bir saatinde megafonla sokaktan geçen seyyar manavlar (Fatih 'overlokçu herhalde' dediydi), atarlı garsonlar, yeşilliklerin ve zeytin ağaçlarının içinde, pek çoğunda giriş ücreti olmayan, kablosuz interneti olan masmavi ve upucuz plajlar: Lagonissi, Agia Marina, Anavsissos ve diğerleri... Bu plajların en fahiş giriş ücretine sahip olanı, 9€ ile bir göl olan Lake Vouliagmeni. Bu suyu turkuaza çalan renge sahip gölde sizin derinizi ısıran küçük balıklarla yüzmek değişik bir haz veriyor cidden.

Çocuklukta lolipop kadar sevilen şeyler: Yazlık sineması
Yunanistan tatilimizin özeti
Yunanistan plajlarındaki tavernalar gayet nezih, tıkış tıkış olmayan ve hesaplı restoranlar
Akşamları şehrin Taksime tekabül eden meydanı Synagma'nın devinimi çok eğlenceli. Biz ilk gün o civarda, ikinci gün şehrin varlıklı kesminin oturduğu Eleas Gi'de yemek yedik. Bu restoran, ritüellerle bezeli girişi, kartal yuvasını andıran manzarası, değişik mezeleriyle mutlaka uğranılması gereken bir durak.

Atinada bir gece daha kalsaydık Pire ve Attica taraflarına gitmek isterdim, ama tekeri döndürüp Patra üzerinden Zakynthos'a doğru yol aldık. Patrada bir kahve içimlik soluklandık, gördüğümüz diğer liman şehirleri gibi, bu Yunanistanın en büyük üçüncü şehrinin de hareketli bir çarşısı vardı. Bu rotayı kuzeyden yaparsanız, antik Delphi şehrini de gezme imkanınız olur. Biz turistik ada Zakynthos'a gitmek üzere Kyllini'ye varmamız gerektiğinden orayı bypass ettik, Atina - Kyllini 300 km civarında bir yol ve yolun yarısında otoban yapım aşamasındaydı, ki ben o yolu sevgili Yunan karayollarının tamamen kafasına göre aldığı otoban ücretlerine bozukluk denkleştirmek ve muntazman arabanın radyosunu kurcalamakla yedim.

Kyllini'de şehre 3 km mesafedeki Fragos Garden Studios'da beklentimizin çok ötesindeki apartın yeşil bahçesinde bolca kendimizle hesaplaşma imkanımız oldu, orada bahçede fotoğraf çekilip karşıladığımız günbatımında balkona dolan huzur elle tutulacak seviyedeydi sanki. Ama günümüzün iyi geçeceği Kastronun manavını ihya edip, Analipsinin dalgalı plajında burayı Shawshank Redemption'daki ağacın altına benzettiğimizde belli olmuştu zaten... Biz Atina hariç hep beklentimizin ötesindeki otellerde, hep iyi fiyatlara kaldık, ama arayana 4-5 yıldızlı kendi beachi olan oteller gittiğimiz en ufak ve turistik görünmeyen yerleşimlerde bile mevcuttu. 

Kyllini'den yukarı çıktığınız zaman Kastro'dan göreceğiniz manzara
Kendiyle hesaplaşan adam bu bölümde, Fragos Garden'ın asude bahçesinde...
Zeytinyağı önemli hafız
Tatilimizi planlarken bizim için Zakynthos adasına geçişten öte bir anlam taşımayan Kylliniden bu güzel anılarla ayrıldıktan sonra, sabah feribota atlayıp (imkanınız varsa high seasonda bileti bi gün önceden alın, kafanız rahat olsun) artık turistik hale gelmiş Zakynthos adasında iki gece konakladık. Şehrin merkezinde konakladığımız Otel Yria'nın, asgari konfor koşullarını muntazaman karşıladığını söyleleyim. Zakynthos, batık geminin kumsalına vurduğu Navaggio Plajıyla ve denizinin buz mavi rengiyle meşhur, adanın batısındaki bu plaja hem şehir merkezinden, hem de Zygia Plajından feribotla ulaşabilirsiniz. Batık gemi namını hak ediyor, adaya geldiyseniz görmeden dönmeyin, ama tüm Yunanistan gezimizde en turistik yerin de bu ada olduğunu söylemem lazım. Adanın güneyindeyse bir caretta caretta adası var, Keri ve Dafni plajlarından buradan kalkacak turlara katılabilirsiniz. Bu tekne turları konsept olarak benzese de, Ölüdeniz ve Kuşadasındaki muadillerinden daha nezih turlar, sonuçta bangır bangır yazın en cıstak şarkısına maruz kalmadan geziyorsunuz. Restoran olaraksa Rakomeladiko ambiyansını da katarsak fena değildi, Ammos Tavernaysa onun iki tık üstüydü, balık çorbasının yazarken tekrar anımsadım ve resmen ağzım sulandı... Bu arada bir hafta boyunca tüm Yunanistanda gittiğim hiçbir restoranda saganaki, feta cheese ve cacığın kötü olduğunu görmedim, öğlen akşam da kalamar/karides/ahtapot üçlüsünden ikisini yedik ki genelde soğukta mezeler 4-6€; sıcakta 8-12€ arası oynuyor ama porsiyonlar ziyadesiyle büyük, ama bilhassa İzmirlilerin aşina olduğu üzre yok lağostu, adabeyiydi veya başka tip balıkların buradaki restoranlarda olduğu gibi kiloyla satılıp kızartıldığına pek denk gelmedik.


O maviyi gördük, Navaggio Sahili, Zakynthos

Havadan yana talihsizdik Zakynthosta,batık geminin olduğu plajı gezerken de hava zaman zaman kapandı
Esnafı kalkındırma hamlemizin bir diğer ayağıysa arabanın lastiğini patlatıp Yunanistanın lastik tamircilerinde soluğu almamızdı, Yunanistanda, bilhassa küçük yerlerde araba kullanırken dikkatli olmakta fayda var, güneşin bağrında lastik değiştirip Tarzanca lastikçilerle anlaşmaya çalışmak çok eğlenceli olmayabiliyor...
Zakynthostan Antik Yunanda olimpiyat oyunlarının yapıldığı Olimpia şehrine yol aldığımızda, aracımızın kadranı 1000 kmyi vurmuştu ve biz artık dönüş rotamıza girmiştik. Olimpiadaki kalıntılara dair en beğendiğim, tüm kalıntıların arasında göğe uzanan zeytin ağaçlarının altında nefeslenmek, o ağaçların altında öbekleşmiş turist gruplarının ilgiyle dinlediği mihmandarlara kulak kabartmaktı. Olimpiyanın müze kısmını da gezmenizi tavsiye ederim, hele benim gibi Ridley Scott'ın Gladyatör'ü sizin için bir filmden daha fazlasıysa, Lucius'un büstünü, Marcus Aurelius'un çift atlı zırh kuşanmış heykelini görmek sizi o filmin atmosferine tekrar sokacak... 

Bundan asırlar önce olimpiyatların yapıldığı Olimpia'daki belki de en fotojenik kalıntı
Olimpia'nın müzesinde görülmeye değer parçalardan kalkan üzerindeki motifler
Gerçekten inanılmaz: İmparator Marcus Aurelius'un ikiz atı, Gladyatör filminde Maximus bundan bahsediyordu, sinefiller hatırlayacaktır.
Olimpianın kalıntıları arasında bir göğe bakma durağı
Olimpiadan sonraki durağımız Nafplion hepi topu 35 000 nüfuslu tipik bir liman kasaba irisi olmasına rağmen Yunanistanın Osmanlıdan bağımsızlığı kazandıktan sonraki ilk başkenti olması hasebiyle ülkenin yakın tarihinde kilit bir öneme sahip. Tıpkı Kyllini gibi, şehre ilk girdiğimizde burada konaklamakla doğru yapıp yapmadığımızla ilgili çekincelerimiz, ayrılırken yerini özleme ve dönüş biletini yakma hayaline dönüşmüştü bile. Şehrin alametifarikası, Yunan İsyanında da kilit çarpışmaların yaşandığı Palamidi Kalesi, şehrin kurulduğu ovaya ve limana son derece müstahkem bir tepeden bakıyor, eğer öğlen olmadan gelebilirseniz güneşi arkanıza alıp çok güzel pozlar yakalayabilirsiniz. Denize girmek için Tolo tarafındaki Plaka, Psili Amos ve Iria plajlarını tercih edebilirsiniz, özellikle kampçıların da karavanlarıyla konaklama alanı olarak kullandığı Iria tarafındaki plajlar çok huzur vericiydi. İlk gün, şehirde sadece müdavimleri tarafından bilinen çıkmaz sokaktaki yerini ancak adres sorarak bulabildiğimiz O Pseiras isimli et lokantasında yedik. Yunanlıların kokoreçi aynı kelimeyle çağırsalar da pişirme usülünden anladığı bizimkinden biraz farklı, onu diyebilirim. Nafplionun kalabalık çarşısında salınmak, daha önceki yazımda da belirttiğim üzre, bana Kaş'ı anımsattı diyebilirim, merkezdeki dondurmacıdan aldığım külahla sokaktaki bir apartmanın merdivenlerine oturuduğumdaki hafiflik ve serinlik duygusuyla, yazlıkta bir zamanlar gölgesinde serinlediğimiz asma ağacının altında arkadaşlarımla gecenin bir yarısına kadar oturduğumda hissettiğim bahtiyarlığın akraba olduğunu, işte o zaman keşfettim. Bu yaza dair başka bir şey keşfetmeme gerek kalmamıştı. Ne de olsa bir hafta boyunca aylak aylak tatil yaparken, Ege'nin karşı yakasında büyümüş olmanın burayı anlamak için yeterli olduğunu görmüştüm.

Palamidi Kalesinden Panoramik Nafplio Manzarası
Nafplio'da Savaş Müzesi
Nafplio'da Gravürcü, fotoğraf 1850'lerde Rumelihisarından İstanbulu gösteriyor 
Sizce?

11 Ağustos 2014

Yunanistan Yazıları 1- Memleket Neresi?

Nafplion 35000 nüfuslu bir Yunan liman şehri. Bir hafta boyunca yaptığımız 1200 km sonunda son kez bir Rum tavernasında yarısı Türkçe mezelerden müteşekkil (cacciki, kokoreçi, fava, kalamari, kelimesi bile aynı olanlar grubuna dahil; patlıcan ezme, etli sarma, baklava, kadayıfsa aynı tat fakat Yunanca kelimelerle mevcut, Türk kahvesiyse tüm ülkede Yunan Kahvesi olarak geçiyor) bir ziyafet çekmek için şehre inip, güzelim şehrin Alaçatı/Kaş karışımı sokaklarında uçarcasına hafiflikle salınırken, bir hediyelikçi dükkanına takıldı gözüm. O kadar yoğun gezmiştik ki, magnet/ayraç/incik boncuk faslı son güne kalmıştı, ama sabah kertildiğimiz yetmemiş olmalıydı ki Fatihi dükkana sürükledim, bir haftada öğrenebildiğimiz üç Yunanca kelimeden biriyle selam verdik: Kalispera!

Dükkanın yaşlı, ak çember sakallı, şişman sahibi okuduğu kitaptan kafasını kaldırmadan, selamı aldığını hissettiren Yunanca bir cevap verdi. (Turist olmadığımızı sandıklarını düşündüğümüzde oryantalist bir zevke kapılıyorduk) Bir süre dükkanda parıldayan zırhlara, kılıçlara ve diğer hediyelik eşyalara hayran hayran bakıp, paramıza kıyıp kıyıp kıymamanın tereddüdüyle dükkanın arkasındaki zemin katta vakit eğledik, Fatih kız arkadaşına güzel bir küre aldı, Yunan mitolojik şeysi vardı içinde sanırım figür olarak, mitoloji konusundaki cahilliğimi mazur görün. Adam büyük bir ciddiyetle hediyeyi güzel bir paket yaptı, o esnada benim gözüm adamın okuduğu kitaba takıldı, latin alfabesiyle Amin Maoulof'un adı, okuyup anlayamadığım Grek alfabesiyle de kitabın adı yazıyordu. Derken kitabın arasından uç veren ayracı fark ettim: Basbayağı Karadeniz yazıyordu, Türkçe. Adam sabah girdiğimiz gravürcüdeki gibi iş için Türkiyeye seyahat etmiş, veya o gece tavernadaki Rum komi gibi Türkçeye merak salmış ve öğrenmeye çalışmış olabilirdi. İngilizce, "bu ayraç Türkçe, değil mi?" diye sordum. Biraz duraksadı, ilk kez o zaman bize baktı (veya bana öyle geldi), dudağının kenarında hafif bir gülümseme ve sonradan öğrenilmediği çok belli bir Türkçeyle bizi dumur eden soruyu sordu: Memleket neresi?

"Siz Türk müsünüz?" değil, 'Nerelisiniz" değil, "Nerde yaşıyorsunuz" hiç değil... "Memleket neresi?" (Üniversitede Humanities dersinde Selim Deringilin bu cümlenin milleti ve aidiyeti tanımlayan bir soru kalıbı olduğundan bahsettiği bir an şimşek gibi kafamda çaktı.) Gayrimüslimlere has bir aksanı vardı ama duraklamadan ve çok akıcı konuşuyordu, heyecanla cevap verdik, bir daha da aramızda Türkçeden başka dilde konuşmadık: 
- Biz İzmirliyiz, siz?
- Ben İstanbulluyum, Beyoğlunda doğdum. 82de göçtüm, 26 yaşında. Şu an artık oralarda ev kalmadı tabi. 
- En son ne zaman geldiniz?
- Her sene geliyorum. Babam hala orada.

Benzer hikayeler duymuştuk. Çağan Irmak'ın güme giden Dedemin İnsanlarını izlemiştik. Ama bütün bunlar Alexandros Zacharopoulosla ("Türkçe adım Ali Şekercioğlu" demişti) tanışmanın şerefini ve heyecanını azaltmamıştı. Hızla hayat hikayesini anlatmaya başladı, Çengelköyde oturan kalorifer tesisatçısı babasının Tarabya otelinin inşasında çalıştığından, annesinin Vaniköyde oturduğundan, evlenince Kuzguncukta yaşadıklarından bir çırpıda bahsetti, bütün bunları yaparken bir yandan da bilgisayarından evrakı metruke kabilinden en yenisi 60 senelik aile ve İstanbul fotoğraflarını gösteriyordu. Dönmeyi düşünüp düşünmediğini sordum, her gün yaşamaktan nefret ettiğim bu ülkenin yine de 82deki halinden daha iyi olduğunu biliyordum, "hayır" dedi. "İstanbul artık kocaman bir taşra. Vitrinler dolu ve güzel, ama arkası bomboş." 

Ben göç hikayesini biraz provoke ettim, Alexandros Beyin niye geldiğini anlamaya çalıştım, sanırım AB vatandaşlığı biraz cazip gelmişti, söylediklerinden ben öyle anladım veya. 1986da konsolosluğa gittiğinde kodumun konsolos görevlisinin höt zötünden çekinip kendine gösterilen yerleri imzaladığından ("e tabi biz de alışmışız, devlet memurundan korkuyoruz" diye basmıştı kahkahayı) ve böylece bir oldubittiyle kendi iradesi dışında vatandaşlıktan çıkarıldığını anlattı bize. 1986 tarihli konu evrakı gösterdi, evrak "iş bu yazı, başvuranın isteği üzerine düzenlenmiştir" diye bitiyordu, bu lafa çok içerlemişti. "Yunancada" dedi "şöyle bir laf vardır: "Kuşunu ve imzanı nereye koyduğuna dikkat et!"

Kartını hatıra olarak aldım, kendiminkini verdim, "yolunuz İzmire düşerse arayın" diyecek oldum, hemen reddetti, çekmeceyi açtı, köşede tek başına bir kart duruyordu, üzerinde "Egemen Bağış: AB Bakanı" yazıyordu. (çok ilginç bir detay Alexandros Beyin Türkiyeye dair tüm resimleri, resmi evrakları dükkanında, elinin erişebileceği yerde tutmasıydı) Egeboy bu küçük şehre gelince dükkanını da ziyaret etmiş, hikayesini duyunca Atina Başkonsolosuyla beraber vatandaşlık için ısrarcı olmuşlardı, o "cam kırılmadı, paramparça oldu" diye cevap vermişti. Egemen Bağış aile fotolarını müzeye koymak için istemiş, onu da reddetmişti. "Siz" dedim, "yine de beni arayın, Egemen Bağış, bugün var yarın yok, biz her zaman ordayız". "Ben", dedi "burada iyiyim, ama misafirim. 82de buraya gelince Türk tohumu -piçi demek istiyolar- diye de hakaret ettiler buradaki Rumlar. Ölünce vasiyet ettim, krematoryumda yakılacağım, yarısı buraya, yarısı İstanbula savrulacak. Babama diyorum arada, kaç kişi kaldık zaten Türkiyede, kimse yok, gel artık diye, dönmüyor. Geçen yoğun bakımda kaldı, benim dört Türk canciğer arkadaşım var İstanbulda, onlar kendi babalarıymış gibi baktı, hakları ödenmez." Biraz daha üzerine gittim, "anneniz babanız dönmemiş ama buraya" dedim, "yanlış kelime kullanıyorsunuz" diye tersledi beni: "Buralı değiller ki dönsünler, onlar İstanbullu, ben de öyleyim. Bundan üç sene önce babamla Ayasofyaya gittik. Babam Türk vatandaşı olduğu için para vermeden geçti. Ben de aynı turnikeden geçmek isteyince, görevli TC kimliği sordu, bende yok tabi. Onun yerine pasaportumdaki doğum yeri hanesindeki İstanbul yazısını gösterdim. Görevli, 'Anlıyorum ama üzgünüm, para almak zorundayım' deyince, 'paramı veririm ama bileti almam, TC vatandaşlarının geçtiği kapıdan da geçerim' dedim, adam 'ne manyak', diye düşündü herhalde, ses etmedi." Gururla gülümsedi: "Öyle de yaptım." 

Sonra biraz Beşiktaştan, -Beşiktaşlıydı tabi, ya ne olacağdı!- o gece sonuçlanan cumhurbaşkanlığı seçiminden, Selanik'in cami inşa eden ateist belediye başkanından (Camiyi niye yaptığı sorulduğunda "Türklerle kardeşiz, Avrupalılarla ortağız" demiş), Türkiyenin Yunanistandaki algısından, kadına şiddetten ve Gezi hareketinden ve tabi ki birbirimize ne kadar benzediğimizden konuştuk. İzmire hiç gelip gelmediğini sorduk, "dört kere" dedi. "Bizim zamanımız farklıydı çocuklar, biz korkardık". İçim cız etti. Bir saat boyunca çalan tüm telefonları ya açmadı, ya da bir cümle ettikten sonra cevabı beklemeden karşıdakinin suratına kapattı. "Çok konuştum" dedi, ben hikayenin çarpıcılığını idrak etmeye çalışmaktan söylediklerinin yarısını takip bile edememiştim. Müsade istedik. Daha bir bara oturup Türkiyedeki sefil hayatımızın pasını silecektik. Elini uzattı, gözümüzün içine baktı, buğulu gözlerle "hakkınızı helal edin" dedi. Bir hafta boyunca bize zaman zaman rüya gibi gelen tatilimizin bittiğini, işte o zaman fark ettik.




30 Mart 2014

Keşke

Annem telefonda titreyen sesiyle  "o öyle bir çocuk değildi, şeytana uymuş, yoksa nasıl öyle bir şey yapar" dediğinde annem hıçkırık seslerimi duymasın diye telefonu biran önce kapatmayı denedim.  Kapatırken durduk yerde askerde benden ne kadar endişelendiğinden, psikolojinin çok önemli olduğundan bahsetti. (Benim askerde intihar etmemden korktuğunu en net o zaman hissettim.) Konuşma bittikten hemen sonra da kayaya vuran dalganın çıkardığı sesler gibi gürül gürül ağlamaya başladım. O andan sonra onun trajik ölümüne kafamda annemin o yakarışı eşlik etti: Öyle bir çocuk değildi, şeytana uymuş... Bu benim  trajediyi rasyonalleştirmemi de sağlıyordu: Güvenlik personeli olmamasına rağmen şehrin ortasında gündüz günü özel tim mensupları gibi teçhizatlı geziyor çünkü şeytana uymuş, yan odada hasta annesi olduğu halde ablasıyla tartışırken üç el ateş ederek öz ablasını katletmiş çünkü şeytana uymuş, hemen akabinde kendi kafasına da sıkmış çünkü şeytana uymuş...

Annem o telefonu açmak için akşamı beklemişti, ve ancak beni aramaya cesaret edebilmişti, abimi aramaya eli gitmemişti. Ben acı haberi sabah abimden almıştım, toplantıda düşen bir cümlelik maili ve haber linkini okuyunca haşyetten bağırmıştım... Sonra abimle onun anılarını düşündüm, birisiyle olan samimiyetini ve sevgisini yapısı gereği az gösteren abimin belki de en sevdiği çocukluk arkadaşıyla ne kadar çok anısı olabileceğini... Kimseciklerin kalmaya gelmediği İstanbuldaki kira evimize geldiğinde bavulundan çıkan bowling topları (çünkü birden durup dururken ona merak salmıştı) ve battaniye (çünkü evimiz soğuk olurdu!), gece boyunca sohbet etmemiz, yazlıkta saatlerce abimle basket ve king oynamaları, İzmirde rastlaştığımızda başımıza gelen birbirinden tuhaf hadiseler, on sene kendisinden hiçbir şekil haber alamayıp abimin düğününe çıkıp gelmesi ve sanki her gün görüşüyormuşuz gibi bana arkadan usulca yanaşıp el şakalarından birini yapması, boks milli takımı için gittiği Erzuruma dair kamp anıları, kahveden bir büyüğümüz "ya senin boks işi noldu?" deyince onun "Cemil abi olmadı be. Kuraları kötü çektik, hep Kübalı geldi, Beyaz Rus geldi" demesi ve bizim gülmekten oyuna devam edemememiz... Bende bir çırpıda sayabileceğim anılar bunlardı, abimin durumunu tahayyül edemiyordum. Hep uçta yaşamıştı, body yapmaya kalkınca benchte Mike Tyson'ın rekorunu kırdığı rivayet edilir, bowling oynamaya başlayınca milli takıma girdiğini anlatırdı. Bütün bu hayat dolu neşeli anıların müsebbibi ve büyüklerine karşı inanılmaz derecede kibar birinin böyle bir üçüncü sayfa haberinin öznesi olması olacak şey değildi. Haber tüm yerel sitelerde ve gazete eklerinde birinci sayfadaydı, orospu evladı haber sitelerinden biri, onun sedyede bir görüntüsünü de basmıştı hatta...

Yüreğimde bir ağrıyla gittim cenazeye, serseri mayın gibi avluda dolaşırken neyse ki abimin arkadaşlarından biri seslendi. Hiç konuşmadık, olayın detayları öğrenmek veya üzerine konuşmak içimizden hiç gelmiyordu. Kabristana giderken bulunduğum arabada hiç tanımadığım kişilerle onun hakkındaki anılarımızdan söz ettik. Vardığımızda güneş alçalıyordu, şehrin ne yakasını düştüğünü hiç kestiremediğim bir dağ başındaydım, uçsuz bucaksız bir arazinin sadece bir kısmı doluydu. Gençten bir imam önce parseli yazdı, sonra duasını etti tam toprak atma kısmına geldiğimizde yakınlarından biri annesinin geleceğini söyledi. Bütün bültenlerde yatalak olduğu yazan 90 yaşındaki kadın iki tane sağlık refakatçisi ile ambulanstan indi, küçük adımlarla yürüyerek mezara yanaştı, imamın talimatıyla eline verilen toprak parçasını beyaz kefenin üzerine savurmadan önce dudağını belli belirsiz kıpırdattı ve elindeki toprağı mezara doğru fırlattı. Sonra bir daha. Sonra bir daha. Hiç ağlamadı. Hepimize çok uzun gelen bir zaman boyunca kimseden çıt çıkmadı. Derken yoruldu, bir sandalyeye oturttular. Defin işlemi bittiğinde annesi aynı ufak adımlarla kardeşinin mezarına yöneldi. Biz öylece kalakaldık. Hareket edemiyorduk. 

Dönerken düşündüm, çok uçlarda sıradışı birisiydi. Keşke o, biraz daha sıradan biri olmayı seçseydi, daha az düşünceli olurdu. Keşke her gün küfrettiği bordrolu bir işte vaktini harcasaydı, odağı başka yere kayardı. Keşke onu ne kadar sevdiğini tahmin ettiğim eşinden bir evladı olsaydı, tetiği çekmeden önce bir daha düşünürdü. Keşke arkadaşlarıyla irtibatını daha iyi tutsaydı, onlar belki buna telkinde bulunurdu. Keşke başımıza bunlar gelmeseydi. Keşke ben acımı dindirmek için bunları yazmadan durabilseydim, insanların mahrem olabilecek anılarını bir yazıya meze etmeseydim, abi beni affet...