27 Şubat 2010

Bireysellik Nişanesi Olarak Dolaba Yapıştırılanlar

Yıllar yıllar önce, Yeni Binyıl üzerinden on sene geçmiş bir yılbaşı değil, daha ziyade gençlere hitap eden vaatkar bir gazete, Ece Temelkuran da benim her yazısını evire çevire okuduğum bir yazarken (kanaatler ne çabuk değişiyor yarabbim!), sanırım Yeni Binyıl'ın pazar ekinde, Nuriş namıyla maruf Nuri Ergün’ün hapishanede çektirdiği (ve benim hiç görmediğim) bir fotosundan bahsetmişti. Tipik bir mapushane fotosu- ranzanın başında arkada dolap açık olduğu halde çekilmiş bir fotoydu Ece Temelkuran’ın bahsettiği. Yazı devamında herkesin kendi hayatının indirgenmiş halinin o dolap ve ona yapıştırılan şeyler olduğunu ileri sürüyordu, o zaman kendi hayatımız da (liseyi yatılı okuyorduk) o kadar kısıtlanmış ve kamulaşmıştı ki (ortak banyo/tuvalet, olağanüstü günler dışında sadece yarım saat izlenebilen ve onu da yurttaki yüz kusur kişiyle paylaşmak durumunda olduğunuz elli beş ekran televizyon, paylaşılan odalar…), bizim de tek kişisel alanımız dolabımızdı, yazının bende bu kadar tesirli olmasında herhalde kurduğum bu benzerliğin etkisi olsa gerek… Tüm bunları hatırlamama sebep olansa, taşınırken daha bir alıcı gözle baktığım dolabıma yapıştırdıklarım. (Büyük anlamlar atfederek özene bözene seçip dolabınıza yapıştırdığınız şeyleri bir süre sonra göz aşinalığından mütevellit fark etmemek sadece bende olmuyordur sanırım.)

Envanterimiz birkaç parçadan müteşekkil: eskiden bir iki kendi fotoğrafımı koyardım, şimdi yok, şu an tek film afişi var –bildiniz: Kadın Kokusu, ama vaktinde okuldaki panodan apartılmış alelade bir A4 renkli çıktı aslında- Birkaç siyah beyaz foto, illa ki hiç gitmediğim Kız Kulesi'nin siyah beyaz kartpostalı, birkaç minyatürün kartpostalı (minyatürlerdeki abartı hoşuma gider, Yiğit Özgür'ün birkaç parçalı karikatürü gibi resim başından sonuna bir hikaye anlatmak ister gibidir) ve çok da beğenerek astığım tarihi yarımadayı gösteren İstanbul gravürü, -birçoğunu gezip görmediğimi utanarak itiraf etmem gereken bir sürü yapıyı içinde barındırır- yeni yapıştırdığım bir Simpsons afişi ve bir de…

Bir an fotoyu koymayı aklımdan geçirdiğimi itiraf edeyim, ama Ara Güler’in fotoğrafının fotosunu çekip çerçeveyi bozmaya cüret edemedim. Bana doğumgünümde Mr. Niceguy tarafından hediye edilmiş bir kartpostal bu. Meyhanede çekilmiş fotoğraf, kadrajın hemen önündekiler ellerinde sigara arkaya baktıklarına göre insanların çekileceğinden haberi var. İki şişman kadın oturuyor ve arkasında saz, darbuka ve kemandan oluşan orkestra olduğu halde bir şarkı terennüm ediyor ama asla kadraja bakmıyorlar, herkes takım elbiseli. Fotoğrafın estetiği, zamanın eskiliğini vurgulaması, doğallığı falan hepsi yerli yerinde ama fotoğrafın numarası sahnenin arkasında ikisi de tam olarak çıkmamış tabeladaki yazıları birleştirince ortaya çıkıyor: Hariçten şarkı ve gazel okumak zabıta kararınca yasaktır. Nasıl ama?

18 Şubat 2010

Bir tutulma (ve tutunma) hikayesi

Ana kapıdan girip, yolu ve daha çok insanların gittiği yönü takip ederek yanımda babam da olduğu halde sonraları çok aşındıracağım bir yokuştan aşağı sallanıp birkaç adım atınca boğaz, tüm azametiyle karşımdaydı. Babam da, benim gibi boğazı ilk kez bu açıdan görüyordu. Boğaziçi’nin manzarasının methinin haklı olduğuna dair öylesine bir cümle ettiğini hatırlıyorum, ama yağmur o kadar kuvvetliydi ki o an için fazla seyredememiştik. O güne dair elimde evrak sağa sola koştuğumdan başka pek bir şey anımsamıyorum. İstanbul’a ikinci, Boğaziçi’ne ilk gelişimdi, çevremdeki binaların mimarisi, okulun yeşilliği, yağmurun şiddeti, kayıt için imza almam gereken masalar ve tüm o keşmekeş bana tamamen yabancıydı. Bütün bunların üzerinden yedi yıldan fazla geçtiğini şu an fark ediyorum, hakikaten zaman hızlı geçiyormuş... Yabancılığı atamayıp rahat hareket edemediğimi söyleyebilirim ilk sene boyunca, çok sınırlı sayıda arkadaşım vardı- şu an çok farklı değil ama en azından hukukumun derin olduğu birkaç kişi var burada tanıdığım…

Murat Gülsoy, bir romanında insanların metropoldeki hayatını, tarlada kendine bir yol açıp sürekli aynı yolda ilerleyen köstebeğin hayatına benzetmişti, beni hala benden alan bir benzetmedir bu. İstanbul’da yaşamak tam da böyle bir şeydi benim için, belli ritüellerin sadakatle ve zevkle uygulanageldiği bir hayat... Bahadır’ın bana yazdığı yıllık yazısında çok isabetle belirttiği üzere, “kendimizce yaşadık, kendi Boğaziçimizi yaşadık” Bizim için Boğaziçi’nin merkezde olduğu, pergelin bir ayağının Rumelihisarüstü’nde, bir ayağının Bebek’te, bir ayağınınsa Arnavutköy-Etiler güzergahında olduğu bir daire içinde geçti gitti yıllarımız. Bu bir Boğaziçi güzellemesi değil, orayla ilgili duygularım tek bir yazıyla açık edilebilecek kadar basit değil çünkü. Söylemek istediğim “bizim Boğaziçimiz” bizim için Saatli Bina’nın, manzarının, çimlerin, kulübün olduğu kadar, börekçinin, Adem Baba’nın, boğazda yürümenin, Abbas Abi'nin de bir parçası olduğu bir köstebek tüneliydi. İstanbul’un sihri burada, herkes kendi kazdığı tünelde gidip geliyor olabilir –ve o tünel başka yerde de aynı güzellikle var olabilir-, ama o kadar büyük bir tarla ki bu şehir, kim olursanız olun, sizi eğleyecek bir tünel kazmanız mümkün. (Benim için ikinci tünel Sultanahmet-Taksim-Cihangir üçgenidir, orayı daha bile çok sevebilirdim, ama benim yaşadığım yer olmadı maalesef bu hinterland henüz, ve bilirsiniz bir yerde yaşamakla o yeri gezmek arasında aidiyet bakımından çok bariz bir fark vardır.) Bir kere ait hissederseniz kendinizi, yırttınız demektir, bir iki sene sonra sanki her gelen geçeni tanıyormuşçasına meydanda volta atıp demirlerde pinekliyorken buldum kendimi. Şehre önce tutunmuş sonra tutulmuştum.

Ama sonra gel zaman git zaman bir şey oldu- devrimiz geçti. Bir bir mezun olup, önce mastır, iş, sonra askerlik, evlilik derken daha az görüşür/görünür olduk. Eski İstanbul ayağı yapmaya yaşım ve kütüğüm müsait değil ama kampüsteki hareketin çeşitli nedenlerle azalmasına ve her yerde peydah olan kiçınethauzkafekırıntı zincirinin (Starbucks manzarasından ve anılardan dolayı listeden çıkartıldı) Bebek’te de peydah olup, bu canım semtin özgünlüğünün kaybolmasına şahitlik etmem de bu zamanlara rastladı. İlginçtir, nasıl bu muhite olan bağlılığım perde perde artmışsa, bağlılığımın çözülmesi de yine aşama aşama oldu. Tatsız ama bunu yazmam lazım: İstanbul’un en sevmediğim zamanları, kendimi en yalnız hissettiğim, çaresizlikle vaktin geçmesini beklediğim, trafikte, yağmurda rezil olduğum zamanlar değil, Bebek’te Starbucks’ta, Adem Baba’da, manzarada veya ne bileyim başka bir yerde otururken, orada o zaman için sevdiğim kızla ilgili güzel bir anımı hatırlayıp o zamanların geçmişte kaldığını, artık o kişiyle bir daha eskisi gibi olmayacağını anladığımda içimin cız ettiği zamanlardır. O zaman kendimi teselli etmem imkansızlaşır. O zaman hakikaten buradan gitmek isterim.

Neyse mevzumuz bu değil, hayat benim için böyle devam ededursun, hayırlı bir iş dolayısıyla taşınmam icap etti. Hikaye kısa, ama boşverin. Günlerden bir gün, yani dün, insanların nasıl ve niye yaşadığını hiç anlamadığım bir yerden, Ataşehir’den ev kiraladım, sanırım haftaya taşınacağım. Bundan sonra farklı bir hayatım olmayacaktır, ama çevremin değişmesinin ve tek yaşamamın üzerimde etkisi olacağını tahmin ediyorum. Nazilli’den okumak için ayrıldığımda on beş yaşımda olduğuma göre, aklımın baliğ olduğu süreyi göz önünde bulundurursak (on iki yaşımdaydım, ama sizin paşa hatrınız için on olsun) hayatımın en çok vakit geçirdiğim şehri İstanbul olmuş bile, bu vaktin çoğu Etiler/Hisarüstü’nde geçti. Geri gelip bir daha burada yaşayacağımı tahmin etmiyorum, kısmet tabi… Genelde arkadaşlarım tarafından bu tip konuları büyütüp duygusal davranmakla tenkit ediliyorum, pek de haksız sayılmazlar, ama napayım bu tip ara toplamlar almayı seviyorum. Bu satırlar da, şahsım adına bu muhite olan bir teşekkür borcunu kapatma teşebbüsü olarak kayda geçsin lütfen mümkünse, sevgili blogger.

8 Şubat 2010

Önemli gün ve haftalar için arşivden yazı temin edilir

İstisnasız bütün sevgililer için siyasete giriş

Eski zaman. O zamanlar, 'aşka âşık olmak' henüz bir kadın dini haline gelmemişti. Aşk, bütün duygusal pozisyonlarıyla kadın dergilerinde pornografik bir teşhire henüz uğramamıştı. Aşkın simyasından kimyasına henüz geçilmemişti. Aşk toplumsal bir yük değil, çok şahsi bir yüktü. O zamanları özlüyor muyum? Hayır. Ama hatırlıyorum. İşte böyle eski bir zamanda. Oslo Üniversitesi'nde, felsefe bölümündeyiz. Küçücük bir sınıf. Dersin başlığı Schopenhauer. Dersin hocası Norveç'in en yaşlı hocası. Kendisi Schopenhauer uzmanı. Sınıftaki öğrencilerin hepsi felsefe bölümü öğrencileri. Ta ki kapı çalınıp içeri O girene kadar. O, felsefe bölümü öğrencisi değil. Bu her halinden belli. Tam da bu yüzden, felsefe öğrencisi olmadığını içeri girer girmez söylüyor. Hocadan izin istiyor ve oturuyor. Meraktan gelmiş, öyle söylüyor. Bir denemek istemiş. Bir görmek istemiş. Evet, bi görmek istemiş. Görmenin bedeli eninde sonunda nal gibi her yerden görünmektir. Bunu bilmiyor. Ya da biliyor. Ama o kadar, o kadar güzel ki, bunu umursamıyor. Görünmeye çok alışmış. Hatta görünmemek diye bir şeyin varlığını belki de bilmiyor. Görünmeyi umursamıyor. Halbuki o sınıfta görünmeyi umursamayan hiç kimse yok. Hepsi de görünmekten korkan bir avuç adam, bir felsefe masasının etrafında görünmez oluşun tadını çıkarıyor. Bir avuç röntgenci, hiç görünmeden her şeyi görebilmenin sırrının peşinde koşuyor. Bir avuç korkak ve sessiz siyasetçi. Ama onun görünmeme şansı yok. O bu kısmeti ve bu laneti doğuştan üzerinde taşıyor. O, önce konuşmayı öğrenip sonra görünme şansına hiç sahip olmamış. O, önce felsefe öğrenip sonra ahkâm kesme ihtimalini hiç tanımamış. O, güzelliğin ta kendisi. Çok güzel, çünkü baştan sona tek başına.
Derken Schopenhauer uzmanı dinozor dersine başlıyor. Anlatıyor. Anlatıyor. Anlatırken beş dakikada en az 50 kere 'ABSOLÜT' diyor. Absolüt, yani 'mutlak'. Felsefenin bir türlü unutamadığı eski aşkı, Mutlak. Dinin tek sahibi Mutlak. İnsanın insana en büyük ihaneti Mutlak.
O, 10 dakika bekleyemiyor. Beş dakikanın sonunda elini bile kaldırmadan hemen soruyor. "Nedir bu absolüt absolüt dediğiniz allah aşkına? Rica ediyim de bir anlatın bana." O anda bütün sınıf adeta donuyor. Hoca hiç kıpırdamadan ona bakıyor. Sanki onu görmezden gelmeye çalışıyor. Ama onu görmemek ne mümkün. O, yine umursamadan devam ediyor. Herkese bir şans daha veriyor. "Canım yani o kadar büyütmeyin, diyor, Mutlak nedir diye sordum, bi cevap verin, yani en azından YAKLAŞIK OLARAK bir şeyler söyleyin. Yaklaşık olarak Mutlak ha?.. Bu iki kelimeyi yan yana getirdi densiz. Hoca bakışlarının içini daha da boşaltıyor ve bakmaya devam ediyor. Bu arada bütün röntgenciler kıpırdamadan ona bakıyor. Hiç görünmeden büyük bir felaketi seyrediyorlar. Bir taş kadar mutlular. Çok mutlular. Ve aniden beklenen siyasi tepki geliyor. Taşlar büyük gürültüyle patlıyor. Bütün felsefe öğrencileri müstehcen çapta kahkahalarla gülüyorlar. Hatta nasılsa gülmeye aynı anda başlayıp aynı anda kesmeyi bile başarıyorlar. Dinozor, küçük dinozorlarının 'anlayışından' memnun, mesut, sırıtıyor. Ve küçücük bir cevaba bile tenezzül etmeden derse devam ediyor. O da, hiç ikiletmeden, ama masadan defterlerin kaptığı gibi topuklarını vura vura arkasına bakmadan sınıfı terk ediyor. Evet, kapıyı da çarpıyor arkasından. Bir daha da o kapının çevresinde de hiç görünmüyor. Ve o çıktıktan sonra sınıf yine eskisi gibi görünmez oluyor. Onu beş dakikadan fazla görmedim. Yüzünü, sesini unuttum. Ama varlığından, yani yokluğundan hiç kurtulamadım. Uzaklaşan topukları uzaklaşmaktan hiç vazgeçmedi. Burada artık aşk giriyor araya. Ve izin verin de, bana yıllardır yük olan bu aşkı yavşamış kelimelerle ortalık yerde bitireyim.
Ömrüm boyunca onun bu sorusuna bir cevap bulmak istedim. Yıllar sonra sorusunun cevabını buldum. Mutlak olan, felsefeye ihtiyaç duymayandır. 'Yaklaşık olarak Mutlak' olana gelince. O sendin, o gün o sınıfta. Çünkü senin felsefeye ihtiyacın yoktu. Yani neredeyse yoktu. Çünkü senin siyasete ihtiyacın yoktu. Çünkü sen hiç siyaset yapmayacaktın hayatta. Siyaset senin için yapılacaktı. Bazen seni elde etmek için. Bazen de, seni devirmek, yok etmek için. Çünkü sen, niyetin olmadan kısmetliydin. Günahın olmadan lanetliydin. Adımını attığın her yerde, hiç siyaset yapmadan iktidar sendin. O gün ben de güldüm sana. Affet beni. Bak senden kurtulmak için ben de artık görünür oldum. Kendi lanetimi kendi ellerimle kurdum.
"Aşk, ortalık yerde teşhir edilmeye başladığı anda yok olmaya yüz tutar." İşte kadın filozof Hannah Arendt'ten kabul eden herkese eşsiz bir sevgililer günü hediyesi. İki gün rötarla. Hem de bedava.
NB: Okuduğum en iyi siyaset yazarı Gökhan Özgün'ün yazdığı onlarca yazı içinde siyasetle ilgili olmayan (bence değil) yegane yazısı, iki sene önce bu zamanlar yayımlanmıştı. (Geçmiş yazılarına http://gokhanozgun.blogspot.com/ dan ulaşabilirsiniz.) Kendisi geçen sene yazı yazmayı bıraktığından beri, hayatı ve memlekette olan biteni anlama çabam daha ümitsiz. Geri döneceği günü tevekkülle, kitap yazacağı günüyse dört gözle bekliyorum.
Yazıya gelince. Bugün erken yatmam lazım, kısa tutacağım. Daha önce bu yazı için 14 Şubat'a tarih vermiştim, bugüne kısmetmiş. Sittin sene yazamayacağım bir yazı olduğunu belirtmeme hacet yok herhalde. Bir zamanlar sevdiğimi açık ettiğim/söylediğim herkese, muhabbetle. Zira Seneca'nın dediği üzere, "sevip de kaybetmiş olmak, hiç sevmemiş olmaktan iyidir."

7 Şubat 2010

Mükemmel Bir Gün - Hem de sadece muz balıkları için değil

Müzik konusundaki cahilliğim vahim boyutlarda ve bu konudaki eksikliğim, diğer kusurlarımın yanında bana daha çok batagelir yıllardır. Yine de, bir süredir pek güncellenmemiş çalma listem -veya ondan sıkıldıysam Radyo Eksen- bilhassa depresif bir şeyler karalarken; işim tarafımdan esir alındığım; angarya bir işi tek başına yaptığım (çok karakteristik bir örnek olarak: ütü) veya kimseyle konuşmak istemediğim, bana bulaşılmaması için en aksi halimi takındığım zamanlar beni rehabilite etmek için hazır ve nazırdır.

Lou Reed’in “Such a perfect day”ini de işte bu zamanlardan birinde birkaç hafta önce Radyo Eksen’de dinlemiştim, daha önce dinlediğim bir şarkı olsa da, o dinleyişimde o kadar dikkatimi çekti ki yaptığım işi bırakıp sadece şarkıyı dinledim. Hayat dolu sözleriyle tezat oluşturan melodisinin hüznü bana çok sahici gelmişti, sonra art arda çok farklı yerlerde tekrar rast geldim, ve şarkı bir süredir dilime dolanmış durumda, yabancı bir şarkıyı mırıldandığımı daha önce pek hatırlamıyorum…

Bu şarkının esas gücü ne Lou Reed’in dokunaklı sesinde, ne sizin ayağınızı yerden kesen melodisinde, şarkının tılsımı bence sözlerinde, hepimizin başından geçmiş, geçmesi muhtemel son derece sıradan bir günün yazarı bu kadar mutlu edebilmesinde. Ama demek ki mutlu olmak için naptığından çok bunu kimle yaptığın önemli, anıların senle o an(ı)ları paylaşan kişiyle arandaki ilişkinin derinliği kadar kuvvetli belki de.

Kimseye söylemeyecekseniz bir itirafta bulunayım: Aslında yatmıştım, bambaşka bir şeyi yazmak için yataktan kalktım, ama kafamdaki imgeleri/anıları birleştirip cesaretimi toplayamadım, bu şarkıyı benden çok önce keşfettiğinizi tahmin edebiliyorum. Affeyleyin lütfen…