30 Ocak 2010

Meraklısına

Cumartesi günü kar-kış/yaş-güneş demeden ofise gelmenin dayanılmaz bir eziyeti olabiliyor, bu durumdan mükerrer sefer yakınmıştım zaten. Genelde bu günü başka zamanlar ofiste yapmaya fırsat bulamadığım işlere ayırıyorum, bunlardan biri radyo dinlemek, ofiste daha ileri bir teknoloji mevcut değil zaar. Kocaeli'nin geniş yayın ağı sayesinde hangi radyoyu dinleyeyim diye maymuna dönmeme rağmen, yine de idealist biri olarak NTV Radyo'dan şaşmıyorum. (Zaten bilen bilir, sağlıklı yaşarım, düzenli spor yaparım, Radikal müdavimiyim, Radyo Eksen dinlerim, sienbisie gençliğiyim.)

İşte NTV'de "O an" programından tanıdığımız usta haberci Oğuz Haksever'le, Türkiye'nin en malumatfuruş adamı Mehmet Barlas'ın Türk Sanat Müziği'yle ilgili program yaptığını öğrenmem de bu vesileyle oldu. Programın adı, bulunacak en yaratıcı isimlerden biri bence: Makam Farkı. Program NTV Radyo’da cuma akşamı saat 20:00’de tekrarı da her Cumartesi 11:10 ve Pazar 10:10’da yayımlanıyor. Tabi ki bu programda Mehmet Barlas, isim konusunda esinlendiği Yorum Farkı'ndan daha ehl-i keyif davranıp beraber sunduğu Haksever'e sardırmıyor, onun yerine eski plaklar, adı hatırlanmayan şarkılardan/sanatçılardan detaylı bilgiler veriyor. TSM tabi ki dinlediğim bir müzik değil, genelde sıkılıp programı da bitiremiyorum, ama dedik ya çaresizlik işte.

Az önce tüm ofise Ruhi Su'nun Drama Köprüsü'nü dinletme imkanı vermiş olmaları bile bu programı buraya yazmam için yeterli... O Ruhi Su ki, sosyalist olduğu gerekçisiyle 12 Eylül cuntası tarafından yurt dışında tedavi edilmesine vaktinde fırsat verilmediği için vefat etmiş, o cenaze töreni ki 12 Eylül sonrasının ilk büyük kitle eylemine sahne olmuş, çıkan olaylardan dolayı 163 kişi İstanbul siyasi şubede ve 1. Ordu Cankurtaran Trafik İnzibat Bölüğüne ait eski bir binada 15 gün süreyle gözaltında tutulmuştu. O dönemin Terörle Mücadele Şube Müdür ve Asayişten Sorumlu Emn.Md.Yrdcısı Mehmet Ağar'dı. (Wikipedia'dan aşırmadır) Ferasetine yandığımın memleketinde, bu tip olaylar sıradan, bunlardan haberdar olmaksa büyük bir tesadüftür, çünkü konu türküdeki gibi adam öldürmek bu topraklarda hakikaten oyundur...

27 Ocak 2010

Dikkat Bu Yazı Spoiler İçermez!

Yazılarımdan da anlaşıldığı ve beni tanıyanların da çok iyi bildiği üzere, film izlemeyi, filmi çeken adamın niyetini anlamaya çalışmayı, kendimce yaptığım bir saptamayı eş dostla tartışmayı, kısacası film üzerine ukalalık etmeyi seviyorum. İzlediğim bunca filme rağmen, hala çok kolay kandırılabilir bir izleyiciyim, bundan şikayetçi olduğumu da söyleyemeyeceğim açıkçası, çünkü bu sayede (bilhassa sinemada) film izlemekten hala çocuksu bir zevk alıyorum, yönetmenin yarattığı dünyanın içinde kolayca kayboluyorum, yani sinemanın eğlendirme fonksiyonu benim için hala devam ediyor, sadece beni şu an eğlendiren film tipleriyle ilk film izlemeye başladığımda eğlendiren film tipleri bir değil. Ama bir kısmını geçmiş yazılarımda bahsettiğim bir sürü filmi izlemiş olmaktan dolayı kendimi mutlu addediyorum, insanlarla olan hukukumda o filmlerin de bir payı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bunca izlediğim iyi filmden ayrı olarak, tuhaf bir biçimde, bana kendini “izletmeyen” bir film var: Sophie’s Choice.

Alan J. Pakula’nın 82 yapımlı bu filmi, William Styron’ın aynı isimli çok satan romanından uyarlanmış ve Oscar’ın gediklisi Meryl Streep’e En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandırmış. Filmin konusuna dair bildiğim iki oğlundan birini seçmek zorunda bırakılmış bir annenin İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı dramla ilgili olduğu.

Bu filmin efsunu, kah Ahmet Çakar’ın futbol yazısında kah Hasan Cemal’in konuşmasının bir kenarında kah Müjde Ar’ın “izlediğiniz en iyi aşk filmi?” sorusuna verdiği cevapta karşıma çıkıp, bir türlü kendisini izleyememiş olmamda. Kendisinden verdiğim en manalı doğumgünü hediyesini devşirmişliğim var. Filmi birkaç sene önce güç bela bulmuş olmama rağmen, ona bir önem atfettikçe bunu alelade bir zamanda ve tek başıma izlemekten imtina ettim ve zevki devamlı erteledim, en son geçen pazar günü, şu zamana kadar dışarıda gezmek için geçirdiğim en kötü havaların birinde, Cihangir’le Gümüşsuyu’nun kesiştiği bir kafede (o iki yerin kesişmediğini ben de biliyorum, atlamayın hemen) izlemeye yeltenmişken, yine nedenini hala anlayamadığım bir sebepten ötürü bu filmi izlemekten mahrum kaldım... ve ne yalan söyleyeyim, pişmanım.

22 Ocak 2010

İstanbul'da Bir Gece

Zifiri karanlıktasın, uyku tutmuyor bir türlü. Bütün gün pinekleyip ekrana bakmaktan sulanmış gözlerin kapanmıyor. Nabzının şakaklarında attığını hissediyorsun. Çaresi yok, ne kadar soğuk olursa olsun, dışarı çıkman lazım. Camı açınca poyrazın taşıdığı su damlacıkları suratına çarpıyor. Soğuk. Hem de it gibi soğuk. Ama dört duvarın havasızlığından, basıklığından kurtulmak için sokağa karışman, çamura bulanman lazım. Telefonunu bırak, kimse aramayacaktır zaten.

Dışarıya adımını atmadan saate bakıyorsun, on sekiz saattir ayaktasın, bunun dört saati trafikte geçmiş. Semtin arka sokaklarına, varoşlarına doğru yürüyorsun. Yaşayanlarının spor yapmak deyince, gecenin bir yarısı halısahada tıknefes koşmak veya eli belinde dolaşarak bağırmayı anladığı mahallelere geldin. Kafasında saç kalmamış orta yaşlı adamlar, amatörden bir gıdım yukarı yükselmemiş, futbolcu olamamış “topçu”lar, artık olduklarını ispat etmeye çalışan ergenlerden oluşan takımları seyrediyorsun biraz. Yazlıkta onlardan biri olduğun zamanları, bir tek maç kaybetmediğin yılı hatırlıyorsun. “Sen nerede oynuyordun abi?” diye sorulunca gözünün ne kadar parıldadığını anımsıyorsun. Ama o zamanlar artık uzak bir anı. Anılarsa peşini bırakmıyor. Nieztche’nin dediği gibi, çok övündüğün hafızan yara toplamış bir irin artık senin için. O yarayı daha fazla kaşımamak için artık ayrılıyorsun. Yokuş dikleşiyor. Caminin bitişiğindeki pastane henüz kapatmamış. Yağmurdan sırılsıklam, içeri girdiğine memnunsun. Ama içerisi dışarıdan sıcak değil. Kapının kolunu bastırmanla birlikte olabilecek en basit mekanik düzenekle zil çalınıyor. Burası müşterinin sıklıkla uğradığı bir yer olsaydı, böyle bir numaraya kalkışmazdı dükkan sahibi. Tam istediğin gibi bir yere girdin, burada sittin sene görünmen, fark edilmen mümkün değil. Fark edilmeye çalışmak yazarların derdi, sense, bir kişi tarafından fark edilmeyi dert ediyorsun kendine, gerisi çok da önemli değil senin için, görünmeden yaşamaktan yana bir sıkıntın yok. Üst kattan yaşlı bıyıklı bir adam iniyor, bir ince belli söylüyorsun. Bu senin içini ısıtacak. Gecenin bir vakti çayı dökmediği için şanslısın, bunu biliyorsun. Köşedeki 37 ekran televizyonda Kanal 7 açık, bir Türk filmi oynuyor. Türkan Şoray’la Kadir İnanır’ı seçiyorsun uzaktan. Bir an için, küçük çocuklar gibi o görüntüye büyük bir naiflikle hiçbir şey anlamaya çalışmadan bakıyorsun sadece. Filmin adını bile görmüyorsun, ama sahneye bakılırsa bir aşk filmi olması lazım. Şakaklarındaki zonklama biraz diner gibi oldu. Mutluluğun, “Kapatıyorduk delikanlı” nidasıyla bozuluyor. Hesabı soruyorsun. Çayı bir de Nazilli’de bu fiyata içebilirsin. Ödeyip çıkıyorsun. Kapının kolunu indirince yine aynı asap bozucu zil sesini duyuyorsun. Dışarı çıkınca hiçbir şeyin değişmediğini anlıyorsun. Senin mutluluğun, o siktirici 37 ekran televizyonda, o hayatında üç dakikadan fazla izlemediğin kanalın otuz sekizinci tekrarını verdiği filmde kaldı. Filmin atmosferine çabuk girdin yine, hikayeye çok çabuk aldandın.

Sokağın sessizliğine bakılırsa gece yarısını geçtin bile. Gittiğin yönde TEM var sadece, geri dönüyorsun. Su damlaları burnundan ve kulağından bile damlamaya başlamış artık. İnat ediyorsun yürümekte. Bu kadar sağanak yağmurda ağlayabilirsin doya doya, gözün kızarmadığı sürece kimse bir şey anlamayacaktır. Bir gün içersen bunun rakı olacağına dair sözünü anımsıyorsun. O sözünü tutmak için iyi bir fırsat. Seni akşam arayan arkadaşın hala meyhanede olabilir. Yolunun üstündeyken uğramak istiyorsun. Girer girmez, sigara dumanının içinden Tarık’ı seçmekte zorlanmıyorsun, o hala görüştüğün en eski arkadaşın. Her sinirli olduğundaki gibi, selam verip alelade bir iki cümle kurup sonra susuyorsun. O sana neyin var diye sorduğunda cevap alamayacağını bilecek kadar iyi tanıyor seni, o da susuyor. Bu meyhaneye daha önce geldin, seviyorsun burayı. Duvardaki şiirlere ilişiyor gözün. Bir tanesi “ben doldurur ben içerim, günah benim kime ne” diyor. Artık seni günaha girmekten alıkoyan prangaları salabilirsin. Afiyet olsun.

21 Ocak 2010

Kısaca “yazar”

Güne zaten depresif başlamıştım, perşembe alışkanlığım olan Feridun Düzağaç yazısı hepten keyfimi kaçırdı. Bir dönemdir devam ettiği futbol yazılarına anladığım kadarıyla şu yazıyla nokta koymuş:
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=975847&Yazar=FERİDUN%20DÜZAĞAÇ&Date=21.01.2010&CategoryID=103

Marifet iltifata tabiymiş, sevdiği kızla olan ilişkisini kağıda döktüğü naiflik ve dürüstlük, geçen senenin en vurucu filmlerinden birini hiç çaktırmadan hikayeye yedirmesi, kelimelere ve deyimlere attırdığı taklalar onu benim için ülkenin (Tanıl Bora’nın da hakkını yemek istemeyiz ama) bir numaralı spor yazarı yapmıştı, yarattığı boşluğun doldurulabileceğini sanmıyorum. Kendisiyle "kapalı üst"te karşılaşmak dileklerimle...

Dergi yarasına Bant iyi gelir mi?

Şu anda elimde tutmuş olduğum dergiyi ilk kez 2008 yazında, bir arkadaşımda tesadüfen görmüştüm, o sayıda içinde otel geçen filmlerle ilgili çıkan bir yazıyı sahilde bir çırpıda okuyuşum net olarak hatırımda. Aynı konunun devamı olarak Anayurt Oteli’yle ilgili yazıyı da büyük bir zevkle okuduğumu da hatırlıyorum. Yalnız bir saniye müsadenizi rica edeyim, bir elde dergiyle hızlı yazamıyorum.

Nerde kalmıştık, Bant, birçok açıdan muadili olmayan bir dergi. Eskiden aylık çıkarken 2008 kriziyle birlikte iki ayda bir çıkmaya başladı. Sinemayı, müziği ve illüstrasyon tarzı, neydi o kelimenin adı Güntekin, hah postmodern denebilecek görsel sanatları konu ediniyorlar. Benim için en büyük falsoları, edebiyatla ilgili bir tane yazıları bile olmaması, zira benim gibi müzik cahili biri için bu dergi sadece sinema yazılarıyla bir şey ifade ediyor.

Başka bir garipliği prensip olarak, hiçbir kapakta içindekiyle ilgili en ufak bir ipucu vermiyorlar, mutlaka kapakta provokatif bir illüstrasyon vb kullanıyorlar, bu da sadece sanatçıyı tanıyorsanız size bir şey ifade edebiliyor, onun dışında sayının içeriğini kapağın cildinde yazan birkaç kelimeden kestirmek zorunda kalıyorsunuz. (İki üç kere bu dergiyi alıp, okuyacak bir şey bulamadığımda bu huylarına küfredip bir daha almamaya karar verdiğimi itiraf edeyim.)

Ama yeminler bozulmak için, bugün büfede akşam sıkılmamak için dergi okuyayım diye düşündüm ve eski bir alışkanlıkla elim Yeni Harman (o hakikaten ayrı bir yazının konusu) ve Bant’a gitti. 2009 Ocak-Şubat sayısında yılın en iyi elli yabancı (ve on Türk!) film ve albümünü değerlendirmişler, bu açıdan film ve müzik tercihi için bir referans sayısı olduğunu düşünüyorum. Ayrıca dosya sayısı olarak, başka yerlerde de gördüğümüz, milenyumun ilk on yılı geyiği gibi, okurken çok eğlenceli ve ama okuduktan bir sene sonra pek bir şey ifade etmemesi muhtemel yazılar da var, ama bunları sinemanın, müziğin, toplumsal hareketlerin on yıllık gelişimi halinde ayrı kategori ve yazılarda değerlendirmişler, yazılara henüz bakamadım açıkçası ama mesela toplumsal hareketlerde ne yazdıklarını merak ediyorum…

NTV Tarih dışında acaba bu sayıda ne işlediler diye merak edip ay başında bayileri aşındırdığım bir dergi yok bu ülkede, vaktinde bu tip işlere kıyısından bulaşmış biri için bu bir eksiklik, bir yara, bu haliyle Bant farklı içeriği ile bahsettiğim konulara meraklıysanız ilginizi çekebilecek bir yayın. Daha fazlası için http://www.bant.tv/ hiç de fena olmayan bir site. Siz almadan yine de siteye bir uğrayın, şimdi beğenmezseniz küfretmeyin gariban blogçunuza.

10 Ocak 2010

Tesadüf

Hafta içi Taksim’e çıkmanın bende yarattığı duygu, hayatı ıskalama hissidir. Geçtiğim her vakitte, İstiklal o kadar kozmopolit, cıvıl cıvıl ve vaatkardır ki, ben gelmeden önce de, gittikten hemen sonra da hayatın aynı hızla devam edeceğine kani olurum. Fakat heyhat! Benim sürem hep kısıtlıdır, hafta içi Taksim’e çıktığımda zaten servisten akşamın bir saatinde inmiş, dışarıda olduğum gecenin ertesi sabahında şehrin köpekleri, temizlik işçileri ve fırıncılarıyla aynı saatte kalkmak zorunda olduğum için de Taksim’deki teneffüsümü kısa kesmek zorunda kalmışımdır.

Bütün bunları düşünüp, kalabalığı yardır Allah yararak Tünel’e geldiğinizde, gittiğiniz barın önündeki kalabalığı görünce yüzünüz ekşir. Yanınızdakileri birbirinize sesinizi duyurmak için bağırmanızı gerektirmeyecek bir yere götürmeyi teklif etseniz, çok mu ayıp olur diye düşünürsünüz. İçeride ne olup bittiğini merak bile etmezsiniz. İnsanları kandırıp götün götün (bu vesileyle bu deyimin anlamını genişlettiğimi, bundan sonra yerli yersiz kullanacağımı ilan ve itiraf ederim, her yazıda doğru yerde kullanacağım diye bin dereden su getir nereye kadar çok afedersiniz) favori pasajınıza doğru yollanmaya hazırlanmışsınızdır ki bir el tokalaşmak için uzatılmıştır. -Hemen heyecanlanma metus, bir kız eli değil bu. Burayı Danimarka mı sandın?- Karşınızdaki çocuk isminizi söyler: Metus Mehmetus mu acaba? “Evet.” Çocuğu tanımadığınızı çaktırmadan edemezsiniz. Anıları hatırlamakta bu kadar başarılı olan hafıza, nolur biraz da suratları ve isimleri hatırlasaydı! Babanızın ismini söyler, onu da teyit edersiniz. Eliniz artık daha sıkı sıkılmaktadır. Bin kere duyduğunuz “hiç değişmemişsin” sözünü bir kere daha duyarsınız. Çocuk kendini tanıtır. İkinci cümlesi, “ben senin kitaplarından çok ders çalıştım” olur. O zaman kafanıza dank eder. Nazilli. Ortaokul. Kasvet. Alttaki dükkanda çalışan kadının fakir ama zeki çocuğuna verilen koli koli kitap, deneme sınavları, soru bankaları, hatta öğütler… Ama siz, bir şey yapmamışsınızdır ki zaten. O çocuk, söylediği üzere, yazıla çizile eprimiş, tekrar tekrar çözülmüş o kitaplara çalışarak mühendis çıkmış olabilir mi? Bilemezsiniz. Ama bildiğiniz bir şey vardır: Bu ülkede, adamdan sayılmanın, dikey olarak yükselmenin, itibar görmenin en kestirme yolu, okumaktır. (En azından sizin kıt muhayyilenizde öyledir.)

İşe yaradığınızı hissettiren bir tesadüfle karşılaşmışsınızdır. Bir anda, hakkınızın geçtiğini düşündüğünüz ve artık görmediğiniz diğer insanlar aklınıza düşer. Acaba onlar, şu an ne yapmaktadır? Şehre ve kaderinize güvenin, nasıl olsa onu da başka bir tesadüfle er geç öğreneceksinizdir.

İnsanı mutlu kılan basit bir detay

Gecenin ilerlemiş bir saatinde zifiri karanlığına/sessizliğine (sessizliğin de rengi olur) baktığınız, bakıp huzur bulduğunuz denizden gelen dalga sesi. Benim için yazlıkla ve onun getirdiği mutlulukla var olmuş bir ayrıcalıktı, bugünkü müşahedeme göre, aynı sahneye İstanbul'da tanık olmak da ömür uzatır. Yeminle.