31 Mart 2012

Sigara

- Benim dışarı çıkmam lazım, hadi müsade.
Kendisinin özne olduğu tartışmadan böylece ayrılıp, hızlı adımlarla kendini balıkçıdan dışarı attı. Tüm İzmir körfezinin aksi yönüne karayolunun olduğu tarafa çıktı. Güzel bir manzaraya bakmaya bile tahammülü yoktu. Valeyi gördü, yanındaki masanın üzerindeki kutuyu sigara kutusuna benzetti.
Sigara var mı bilader?
- Var abi, buyur.
Akşamın beklenmedik rüzgarında, sigarasını güç bela yaktı.
- Eyvallah sağol sigara için, memleket nere?
- Nevşehir.
- Çok yakın arkadaşım asker orada, ben de yarın Nevşehir’e gidecektim aslında.
- Nerede?
- Merkez, JAKEM.
- Rahattır, sıkıntı olmaz. Biraz soğuk olur. Belki hala kar vardır.
- Gelecek az kaldı. Ben de soğukta yaptım, bir şey olmaz. 
Gelecek de yine uzak olacağız”, diyemedi. “Rahat değildir, içi içini yiyordur” da. Yeni yıkanmış yüzünün aldığı ifadesizlikle teşekkür edip, üşümeye devam etti.



20 Mart 2012

Demokrasiye Giriş: İfade Özgürlüğü nedir, neden korunmalıdır?


Varlığıyla ve vicdanıyla yüreğime su serpen bir yazar var, twitterdan takipçilerim hemen hemen her yazısını artık sapkınlık derecesinde paylaştığım için kimden bahsettiğimi tahmin edebiliyordur:  Umur Talu. Galatasaraylı (lise), Boğaziçili (üniversite), Beşiktaşlı (takım!) çok genç yaşta Milliyet yayın yönetmenliği yapmış, her zaman demokrat, muhalif ve antimilitarist olageldiğini eski yazılarından şak diye anlayabileceğiniz, televizyona pek çıkmayan, mütevazılığıyla da diğerlerinden ayrılan birisi. Bu kadar taşı gediğine koyan, bir de Gökhan Özgün’ü tanıdım matbuat aleminde, öyle diyeyim size, okuyun okutun üstadı.

Aslında çok politika yapmaktan imtina etmeye çalışıyorum, malum endoktrinasyonları sevmem, ama yazı yazmanın böyle bir tarafı da var maalesef: Ben tanık oldum, siz de tanık olun deme merakı baskın kalemle uğraşan bünyelerde. (Merak etmeyin islamla ilgili son bir iki yazımın da tarzım dışında olduğunun farkındayım, neden öyle oldu, girmeyeceğim toplara girer oldum, harbi bilmiyorum J) Yazarın 20.03.12 tarihli Habertürk'teki ibretlik yazısını önce okuyun, sonra her ne kadar bu yazının üstüne başka bir söz kalmamış olsa da, bir iki cümle de ben edeceğim:

Özgürlük, başbakan itibarından önce gelir!

İÇ SAHA: Başbakan, gazeteci Erbil Tuşalp ve Birgün’ü, iki ayrı yazıda “itibarına saldırı”dan toplam 12 bin 847 TL 46 kuruşa mahkum ettirdi. Yerel mahkemeler ve Yargıtay bu yönde karar verdi.
DIŞ SAHA: Tuşalp Türkiye’yi, ifade özgürlüğü ihlal edildiği için, Başbakan’a ödemeye mahkum edildiği tazminatı geri ödemeye mahkum ettirdi. AİHM Türkiye’yi Tuşalp’e 5 bin Avro manevi tazminata da mahkum etti.

Bu para mütevazı şartlardaki Tuşalp ve Birgün için elbet önemli; muhtemelen Türkiye ve Başbakan için önemsizdi!
Ama dava yürütmeye, yargıya, yasamaya, medyaya, halka başka önemli bir şeyler anlatıyor:
Basın, ifade, eleştiri özgürlükleri halk için öyle mühimdir ki; elbet korunması gereken itibarınız, bazen ondan epey sonra gelir!
Eleştiriyi, bazen provokatif, hatta kaba, hatta meşru şekilde saldırgan ifadeleri bile kabulleneceksiniz. Madem bu makamlardasınız, böyle kabul edeceksiniz; gücünüzü eleştiriyi susturmak için, itibarınızı iktidarınız için kullanamazsınız!

Başbakan’ın, hükümetin yerel yargıda kabul edilen; AİHM’de “Türkiye’nin savunması” olan açısı şuydu:

1. Basın, fikirleri tartışmak ve halkı aydınlatmak için, bağımsız ve tarafsız haber için belli imtiyazlara sahiptir ama bunlar da sınırsız değildir.
2. Siyasetçi ağır eleştiri hedefi olma yükünü üstlenmeli, yüksek makamlar kışkırtıcı eleştiriye hoşgörülü olmalı ama sınırları bulunmalı. Makaleler, kabul edilebilir eleştiri sınırını aşıyor, Başbakan’ın onuruna, itibarına, haysiyetine saldırı teşkil ediyor.
3. İfade özgürlüğü, yerel mahkemelerin takdir kullanıp siyasi tartışmanın hakarete dönüşmesine engellemek adına karar almasını engellemez.
4. Başbakan’ın başvurduğu hukuk yolu, itibarına saldırılmış herhangi bir bireyin başvurabileceği bir yol.

AİHM ise Türkiye’ye, Başbakan’a, hükümete, yerel yargıya şunları bildirdi:
Sayın Erdoğan’ın kişisel haklarının korunması için açtığı davalardaki hükümler, Sözleşme’nin garanti ettiği ifade özgürlüğü hakkına müdahaledir.
Makalelerdeki konular, demokratik toplumda siyasi tartışma kapsamına girer; bunlardan haberdar olmak halkın meşru çıkarınadır.

Basının demokratik toplumda vazgeçilmez işlevi; başkalarının itibarı ve hakkı başta, belli sınırları aşmaması gerektiği halde, halkı ilgilendiren tüm konularla ilgili bilgi ve görüşleri açıklamaktır.

Basın özgürlüğü bazı durumda aşırıya kaçma hatta provokasyona rücu edebilir.

Davacı, Başbakan’dır. Kabul edilebilir eleştiri sınırları sıradan şahsa göre daha geniştir; daha büyük hoşgörü göstermesi gerekir. [Bu cümlede Şeyh Edebali’nin Osman Bey’e olan nasihatını hatırlamamak mümkün değil: "- Ey Oğul! Beysin, bundan sonra öfke bize; uysallık sana... Güceniklik bize; gönül alma sana... Suçlamak bize; katlanmak sana... Acizlik yanılgı bize; hoş görmek sana... Geçimsizlikler, çatışmalar, uyumsuzluklar, anlaşmazlıklar bize; adalet sana... Kötü göz, şom ağız, haksız yorum bize; bağışlama sana” MD]
Yerel mahkemeler, Başbakan’ın itibarını koruma yönündeki kişisel çıkarının, gazetecinin ifade özgürlüğü hakkından ağır bastığına kanaat getirmiştir. Ancak, bazı ifadelerin provokatif ve kaba, bazılarının meşru şekilde saldırgan diye sınıflandırılabileceği varsayılsa dahi, bazı gerçekler, olaylar ve gelişmelerle ilgili değer yargılarıdır.

Sadece olumlu, zararsız, tarafsız bilgi ve fikirler değil; demokratik toplumun gereklilikleri olan çoğulculuğun, hoşgörünün ve açık fikirliliğin parçası olan ve rencide eden, şoke eden, rahatsız eden bilgi ve fikirler de koruma altındadır. Bazı kaba ifadeler üsluptur; ifadenin içeriğiyle birlikte koruma altındadır.

Böyle ceza ve tazminat miktarları, başkalarını kamu görevlilerini eleştirmekten caydırabilir; bilgi ve fikirlerin serbest dolaşımını kısıtlayabilir.

İfade özgürlüğü hakkını kullanmaya müdahale; demokratik toplumda, başkalarının itibar ve haklarını korumak için gerekli görülmez.

Not: Bu aynı zamanda Türkiye’nin “iç hukuku” üstünde bir hukuk. Dolayısıyla, başbakanların bakanların, başka türlü bakanların; ileride bu mevkilere heves duyanların bunu böyle kabul etmesi, sindirmesi, benimsemesi gerekiyor.
Ayrıca, dün başka iktidarlar ve güçler yanından borazan olanlar gibi, bugün de iktidar yanından gazetecilik (veya hukukçuluk) yaptığını sananlar da bu kararları saklasın.
Çünkü, kudret onu da vurur, seni vurur…
Ancak, özgürlük ve hak, onu da korur, seni de korur!

Ne kadar basit değil mi? Üzerine yazmak bile zul aslında. Dert Tayyip değil, en azından benimki o değil. Başka biri de olabilirdi, bizde ifade özgürlüğüne olan baskı, ülkemdeki diğer baskılar gibi sistematiktir. Bu gerekçeyi mesela, bu davayı açan savcı, bu cezayı veren yerel mahkemedeki hakim, AİHM’de ülkeyi savunan avukat okuyunca acaba hissediyor? Hiç mi utanmıyor? Hukuk okumuşunun böyle olduğu ülkede Tayyip olmasa mesela, başkası başbakan olsa çok mu farklı olur? Velev ki çok farklı oldu, bunu hak etmiş olur muyuz sizce?

10 Mart 2012

Evrimin şartı olarak adaptasyona iman

Evrim teorisine göre doğal seleksiyona uğrayan neslin iki özelliği vardır: Genetik çeşitlilik ve adaptasyon kabiliyeti. Tam bilmiyorum, cahillik zor zanaat. (Yazıyı da bunun üzerine kuracaz, saçmaladıysak ayıkla pirincin taşını) Bu hipotezden insanın adaptasyonunun gelişmiş olduğunu, ve bu gelişmişlik sayesinde en üstün mahluk olduğunu varsayabiliriz sanırım. Türkçenin canını yiyeyim: Doğal seleksiyon dediğin, bildiğin doğal seçilim, tabi seçilmişlik biraz uhreviyet barındırıyor, en azından bendeki çağrışımı o. (Ahzab Suresi’nin 72. ayetinin de bu algımda etkisi olmalı.) O yüzden, en azından bizim zamanımızdaki biyoloji kitaplarında seleksiyon olarak geçerdi bu terim. Adaptasyon da, bildiğin alışma. Yani uzun sözün kısası, insanoğlu ortam şartlarına adaptasyon göstermekte bu kadar başarılı olmasaydı, en güçlü olarak doğaya hükmedemeyecekti. Halbüse bu fakire sorsanız, insanın en pis özelliği budur: İnsan, alışır. Kanıksar. Fiziksel ve ruhsal olarak kaldıracağını hiç düşünmediği şartlara paşa paşa uyum sağlar. Bunun alışma değil adaptasyon olarak literatüre geçmesi de alışmanın bir tevekkül ima etmesi mi yoksa? Senin kedi canını ben…

İslam’ın, yani bir müslümanın temel argümanıysa inanmaktır. “Din” demişti, Hilmi Yavuz, soğuk TB binasında bir cumartesi ders anlatırken, “bir iman meselesidir. Din bir iman meselesi olmasaydı, imtihan diye bir şey olmazdı.” Bu cümle, benim dine bakışımı tümden değiştirmeye yetmişti, ayrıca biriyle inanma/inanmama eksenine girilen bir tartışmanın niye beyhude olduğunu da bu sayede idrak etmiştim. Bunun din temelli bir meselede aklı bir adım geri plana iten bir önerme olduğunu anlamamsa biraz zaman aldı. Hilmi Yavuz, dinin salt akıl meselesi olması durumunda, akıllı ve akılsız birey arasında bir haksız rekabet olacağını iddia ediyordu. Ayrıca, akıl, akıldan üstünken, kimin doğru söylediğini, yani kimin daha akıllı olduğunu nasıl ölçebilecektik? Sonra Gazali’nin bu doğrultuda bir cümlesini okudum, o daha tehlikeliydi: İnsan aklının bir limiti olduğundan bahsediyordu- benim kabul etmeye meyyal olduğum bir önerme. “Ama” diye öldürücü cümleyi sona saklıyordu: “bir konunun akılla kavranamıyor, yani akıl dışı olması, onun akla, dolayısıyla mantığa aykırı olduğu manasına gelmez”. Neyse, kafa ütülemeyi bir kenara bırakalım, bence insanın en büyük zaafı da budur. İnsanın inancı tutunacak dalıdır. Siz inanacak bir şey gösterin, peşinden gider. Uğrunda heder olunacak bir dava, uğruna çöllere düşülecek bir Leyla, gerçekle olan bağlantısını koparacak bir hobi, onu tüm gün eğleyecek bir meslek hatta. Ya inandığının onu yüzüstü bıraktığı hissine kapılırsa? Film burada kopar, insanın gardının düştüğü andır orası. Tüm bildiklerimizi unutur, aldatılmışlık hissine kapılırız. Aynı hataya kaçıncı kere düştüğümüze hayret ederiz. (İşin ilginci bu duygunun sadece kendi başımıza geldiği zannına kapılırız, halbüse Hz. İsa bile, İncil’e göre, “beni niye terk ettin” diye isyan eder babasına çarmıha gerilirken.)

Ama gözünüzde çok büyütmeyin, ona da alışırız. Ben blogçunuz olarak bilinçlendirme görevimi yapayım: Ben ettim siz etmeyin. Siz siz olun, alışmayın. İdareten kabul ettikleriniz, kaderiniz olmasın.