27 Mart 2011

Piyadenin Telefonla Konuşma Raconu Üzerine Sayıklamalar

Askerdeyken telefonla konuşmak birkaç açıdan hayati: Her şeyden önce kısa dönem bir askerin dış dünyayla tek bağlantısıdır telefon. (Kısa dönemseniz internete ancak çarşı izninde erişebilirsiniz) Haftasonu oynanan derbideki tartışmalı pozisyondan, Ortadoğu’da dönen dolaplara, bedelli tartışmalarından lise arkadaşınızın ne zaman evleneceğine bir sürü gelişmeden haberdar olmanın yegane yolu açıp birine sormak. (Haberdar olmakla ilgili komik bir askerlik anım var: Bir arkadaş bizim taburun içindeki fırından poğaça alırken fırıncı çocuktan, ‘bilader poğaçaları bugünkü gazeteye sarabilir misin?’ diye ricada bulunmuş. Fırıncı ‘ya kardeş’ demiş ‘hani Haydarpaşa yandı ya, benim işte dün haberim oldu bundan.’ [olayın oluş tarihine bakılırsa bir aylık gecikme söz konusu] ‘Sen’ diye tiradına devam etmiş, ‘kuşların uçmadığı, denizlerin coşmadığı, insanların birbirine “seni seviyorum” demediği bir yerdesin, 8.Hudut’tasın, ne günlük gazetesi!')

Tabi dışarıda ne olup bittiğini takip etmeseniz veya geç öğrenseniz bir şey kaybetmezsiniz pek, sadece sivil hayattan biraz daha kopmuş olursunuz. Ama bilgi akışı çift taraflı, aileniz başta sizi merak edenlerle tek rabıtanız da Telekom’un tuhaf biçimde sms atabildiğiniz ama çoğu geri aramaya kapalı olan iğrenç mavi ankesörlü telefonları.

Bir husus daha var tabi, benim askerlik yaptığım yerde şimdi detaylandırmayacağım sebeplerden iletişim zamanlaması benim inisiyatifimde diyebiliriz, ailemle haftada iki kez sabit saatlerde görüşüyorum, onun dışında özlediğim kişiyi istediğim zaman arıyorum, müsaitse konuşuyorum. Genelde haftasonu kimseyi aramamaya çalışıyorum, zamanın iyice yavaşladığı ve sivili daha çok düşündüğüm bu zaman diliminde aradığım eşin dostun Kanyon’dan, Moda’dan, Bebek’ten çıkması ziyadesiyle moral bozucu- Bir arkadaşımı dayanamayıp cumartesi akşamı aramıştım, çocuk da o sırada tesadüfen memleketindeymiş, ‘seni taşrada yakaladık yani’ diye sevindirik olduğumu hatırlarım…

Acemilikte her gün bir kişiyi arıyordum, zaman geçtikçe ruh halime bağlı olarak arama sıklığım değişti, çok depresif olduğum zamanlarda kimseyle konuşmak istemiyordum, sonra rahata erdikçe çenem düştü, şimdi ara yoldayım diyebiliriz. Kel alaka diyeceksiniz ama ben birini aramayı festivalden film bileti almaya benzetiyorum, aramadan önce ne konuşacağıma dair kafamda bir fikir olabiliyor, ama diyalogun temposuna, ikimizin moral durumuna veya karşıdakinin müsait olup olmamasına göre telefon konuşmaları bir dakikayla bir saat arası sürebiliyor. Festivalde de üstünkörü seçtiğim filmlerden bazılarının tesirinden günlerce kurtulamayıp eşe dosta şiddetle tavsiye ettiğim gibi (12, Grizzly Man vs) uyuduğum filmler de oldu şimdi ne yalan söyleyeyim. Yine de festival takip etmeyi, film seçme ritüelini, sevdiğim birini olur olmaz bir Japon/Rus/İran filmine sürüklemeyi, hayranı olduğum bir yönetmenin dışarıda kolayca erişemeyeceğim filminin izini sürmeyi severim, eşi-dostu olur olmadık zamanda arayarak türlü sululuklarla güldürmeyi sevdiğim gibi.

10 Mart 2011

Vefa İstanbul'da Bir Semt Adı Sadece, Ya Beşiktaş?

Dışarıda ne olup bittiği hakkında biraz geç haberim oluyor tahmin edebileceğiniz üzere, geçenlerde iki İbrahim'in, Üzülmez ve Toraman'ın -bir kez daha- kavga ettiğini ve Deli İbrahim lakabıyla maruf İbrahim Üzülmez'in feda edildiğini öğrendim bir vesileyle, sözleşmesi feshedilmiş. Olayın detayına vakıf değilim, umurum da değil açıkçası, kavgada yumruk sayılmaz zaar. Hayır takımı da iki ay boş bırakmaya gelmiyor anasını satiim.

Futbolla rabıtası olanların iyi hatırlayacağı üzere (zaten diğerleri çoktan okumayı bırakmıştır) benzer bir olay 08-09 sezonunda da yaşanmış ve iki İbrahim önce süresiz kadro dışı bırakılmış, sonra -muhtemelen yerine yapılan transferlerin tırt çıktığı anlaşılınca- affedilmiş, kaptanlık pazubantları elinden alınarak takıma geri dönüşleri sağlanmıştı. Sezonun ortasında göreve gelen Mustafa Denizli, "Büyük Mustafa" lakabını boşa edinmediğini gösterircesine, Denizli maçının sonlarında, yani şampiyonluğa ve çifte kupaya dakikalar kala, hepimizin gözlerini nemlendiren bir jestle, kendi elleriyle kaptanlık pazubantını Deli İbrahim'e milyonların gözü önünde takarak itibarını iade etmişti. Bu sefer benzer şekilde tatlıya bağlanması bana pek olası gözükmüyor, nerde şimdi o büyüklüğü gösterecek, o liderliği yapacak adamlar, ara ki bulasın...

Açıkçası rüyalarımdaki kaptan değil Deli İbrahim, iki sebepten ötürü: Birincisi altyapıdan değil, ikincisi dışarıdan bakınca takım üzerinde hakimiyeti varmış gibi gözükmüyor, takıma abilik yapabilecek biri değil. (Kendisiyle ilgili şahane bir yazıyı, meş'um olaydan sonra tabi ki Tanıl Bora yazmıştı: http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=887302&Date=08.07.2008&CategoryID=103) Ama 11 yıl boyunca bu formayı özenle terletmiş, futbolunun adım adım ilerlemesine tanık olmuş benim gibileri ancak üzer onun gidişi. Kariyerinin sonuna gelmiş diğer sembol futbolcuları gibi (Bir çırpıda hatırlayabildiklerim Metin-Ali-Feyyaz, Gökhan, Recep, hatta muhteşem jübilesine rağmen Şifo'nun da gönderilmesi için vaktinde ne kadar uğraşıldığını fil hafızalılar hatırlayacaktır) buna da bir jübileyi çok görmüş bir yönetime sahip olmanun utancını taşımak zorunda bırakılıyoruz. Takımın hasletleri olagelmiş mütevazılığın, didinmenin, emeğin İ.Üzülmez'in şahsında cisimleşmiş olduğunun, sırf bu yüzden el üstünde tutulmayı hak ettiğinin ayırdında olan bir Allah'ı kulunun olmamasına dayanmak durumundayız. Ali Şen'vari bir zihniyetle takım yöneten, İstiklal'in göbeğine devasa bir AVM konduracak bir adamın yönettiği bir takımdan beklenmez değil ne var ki.

Deli İbrahim'in şahsında bu takımın emektar futbolcularına saygıyla...

2 Mart 2011

Cumaları Kaçırma

Hayattaki anormalliklerimden biri de çalışırken cuma öğleden sonraları sevmememdi. Genelde bir plan denk getiremezdim cuma akşamlarına çünkü. Herkesin içip sıçmak için iple çektiği organizasyonları, beraber vakit geçirecekleri sevgilileri, trafikte heder olmamdan mütevellit asla yetişemeyeceğim seansa alınmış film biletleri varken ben, çoklukla cuma aşamlarını evde tek başıma 22'' lcd'mde ntv izleyerek (sırasıyla vedat milor, saffet üçüncü ve rıdvan) veyahut o akşamki ruh halime göre bir filme takılarak zayi ederdim. Eğlenmediğimi söyleyemeyeceğim, ama yine de işlerken zevk alınan bir günahtan sonra hissedilmiş bir pişmanlık duygusu gibi, film izlediysem sözlükteki ve imdb'deki geyikleri okuduktan sonra, NTV izlediysem gece 11 haberinin jeneriğine mal mal bakarken yalnızlığımı anımsar ve hüzünlenirdim.

O cumalardan farklı bir cuma olması için sebep yoktu, ama o gün olan iki olay tüm günün akışını değiştirdi: Biri akşam beş gibi abimin apandisit teşhisi için apar topar hastaneye kaldırıldığını öğrenmemdi, ama bunu yazmayacağım, bundan yaklaşık bir saat kadar önce çalan bir telefon ve sonrası konumuz...

Serdar'ın beni pat diye aramasında bir ipnelik vardı, günde birkaç kez mailleştiğimizden mesai saatleri içinde telde pek konuşmazdık. İsmini ve resmini telefonda gördüğümde içimden "hayırdır" dedim. Açtım, müsait miydim -al sana bir ipnelik daha, bu kadar yakın bir arkadaş için çok resmi bir giriş, birkaç saniye istedim, hızla turnikelerden çıktım, evet müsaittim. Bana uzun gelen bir anlık sessizlik oldu, belli ki doğru kelimeleri seçmeye çalışıyordu. "Bunu" dedi -normaldekinin aksine duraksayarak konuşuyordu- nasıl söylesem bilmiyorum ama sanırım Gözde'nin bir ilişkisi var- veya bir ilişkiye başlamak üzere. Sakin bir ses tonuyla istihbaratı nereden edindiğini sordum. Serdar bir ipucundan yola çıkarak gerçek olması kuvvetle muhtemel bir tahminde bulunmuştu. Daha önce de benzer istihbaratlar gelmişti, onlara itibar etmemiş ve haklı çıkmıştım, ama bu sefer içimden bir ses duvara tosladığımı söylüyordu.

Gerçeğin ne olduğunun da aslında pek önemi yoktu, Serdar'a teşekkür ettim, canım konuşmak istemiyordu, telefonu kapattım. Tüm konuşma bir buçuk iki dakika kadar sürmüştü. İki elimi belime koydum ve düşünmeye başladım: Yine yenilmiştim Beckett'ın sözündeki gibi, ama daha iyi mi yenilmiştim? Emin değildim. Evet Gözde'yle bir geçmişimiz, iyi kötü bir hukukumuz vardı. Beraber seyahat etmişliğimiz, sinemada güzel bir Türk filmi izlemişliğimiz vardı. Boğazda yediğimiz balıklar, ettiğimiz kahvaltılar buradan köye yol olurdu. Baktıkça beni hayata bağlayan onlarca fotomuz vardı, fotojenikti namussuz, hayatta kimseyle olan fotolarım onunkilerle olanlar kadar güzel değil. Bir tepeden aziz İstanbul'u bile seyretmiştik. Ama bunların hiçbirinde başbaşa değildik, bundan resmen kaçıyordu. Aramızda hiçbir cinsi temas olmamıştı. Sevdiğim kıza eğer çıkmıyorsam ezelden beri dokunamam, o zaman itibarıyla neredeyse yanağından bile öpmemiştim. Objektif bir göz Gözde'nin bana aslında en başından beri hiçbir teveccühü olmadığına, yerli yersiz vakitlerde ezberden okuduğum divan şiirine ait bir iki dize ve ustalıkla sattığım etimolojiyle ilgili bir iki numara hariç benden hiçbir zaman etkilenmediğine yemin eder ve yalan konuşmuş olmazdı. Hiçbir mailimı, mesajımı cevapsız bırakmadı, ama her zaman ilk atışı ben yaptım.

Bütün bunları düşününce ne olmasını bekliyordum ki? Bir yandan da şunu düşünmeden edemiyordum: Hadi ben işe yaramaz bir kaybedendim, ona dokunduğu, onunla seviştiği hatırıma geldikçe kafayı yiyeceğim adam benden ne kadar iyi olabilirdi? Daha mı iyi belagate sahipti? Daha mı anlayışlı davranırdı? Daha mı iyi öpüşürdü? Daha mı entellektüeldi? Eyvallah ben yakışıklı bir adam değilim, hele Gözde gibi güzelliği üzerinde ittifak edilmiş bir kız için hiç, ama herif de manken değildi ya? Sonrasını düşündüm sonra. Kendimi birden geri çekmekte, insanlara soğuk davranmakta, hüznümü içeri atmakta, başıma gelenle yaşamakta mahirimdir, bunun da üstesinden gelebilirdim. Bütün bunlar Gözde'nin ilk zamanlardaki ulaşılmaz, dokunulmaz yerine, yeryüzünden gökteki yarı tanrıça pozisyonuna geri dönmesi demekti. Artık o, benim zırt pırt sms'le, maille taciz edebileceğim, romantik komedi filmlerini takas edebileceğim, hiçbir zaman gerçek olmayacak tatil planları tasavvur edebileceğim biri değil, ancak bir vesileyle rastlaşırsak eski günlerin hatrına sıcak bir merhaba vereceğim geçmişimde kalmış bir anıydı. Derhal unutmam gereken bir anı.

Kafam tüm bu düşüncelerle sütlaca dönmüşken beni hayata döndüren Alper'in ofis camından bağırması oldu "lan ne dikiliyon kaç dakikadır sap sap!" İki elim hala belimdeydi, saatime bakınca bir on dakika kadar hareketsiz durduğumu fark ettim. Kafamı kaldırdım, Alper'in yüzünde birazdan haftayı bitirecek olmanın, cuma öğleden sonrasının mutluluğu vardı. Göz göze gelince çocukcağızın gülümsemesi suratında dondu, bana ne olduğunu sordu, bir şeyim yoktu, o gece Gözde'nin bana verdiği filmlerden birini takıp sonrasında doya doya ağlamayı hayal ederek kararlı adımlarla içeri bilgisayarımın başına döndüm.

Ama olmadı- abimin rahatsızlığı birden ortaya çıkıp bıçak altına yatması icap edince tüm gece onun peşinde koşmak durumunda kaldım. Fakat heyhat- acısı bir şekilde çıkıyor işte, şu an Gözde'yi çok aramak istiyorum. Ne kadar kaypak bir adam olduğumu bildiğim için askere gelirken eşin dostun telefon nolarını yazdığım kağıda onun telini yazmadım, böylece onun telini bulmak için harcayacağım sürede kendimi bir şekilde onu aramaktan vazgeçiriyorum. Bu yazıyı da okuyacağını sanmıyorum, bloga girmişliği varsa da müdavimlerinden olmadı hiçbir zaman, üzerinden birkaç ay geçtiği için de on kere unutmuştur diye düşünüyorum.

Ulan o diil de bi arayıp sesini duysam mı yav...