27 Eylül 2012

Sürmelim'in Keledoş'u


Taha, iki yıl önce terk etti Ankara’yı. Anasını beraberce götürüp Başkale’ye gömdükten sonra, buralara iki yıl dayanabildi. Varını yoğunu bir hafta içinde elden çıkardı, iki çocuğunu ve karısını aldı, çok uzaklara gitti. Bir daha geri dönmemek üzere.

Lastikçiydi. 1994 yılıydı; öyle hatırlıyorum. İşi götüremeyecek kadar yaşlanmış Kızılcahamamlı Lütfü Ağbi’den, ehven bir hava parasıyla dükkânı devralıp bana komşu olduğunda, bütün suskun ve kederli havasına rağmen, çabuk kaynaştık. Benimle tribüne gelecek kadar da futbolu sever olmuştu. Büyük oğlu Derviş’i Gençlerbirliği’nin altyapısına yazdırdığımız gün, oğlundan daha sevinçliydi. Kırmızı-siyah, ne de olsa Vanspor’un da renkleriydi. İyi esnaf, çok iyi adamdı. Çok uzaklarda bu yazıyı okuyacak olursa, biliyorum bana çok kızacak.

İlk yıllarda Taha, ne zaman Ankara’da bir asker cenazesi kalksa, tuhaf bir mazeret uydurarak ortadan kaybolur, benden birkaç saatliğine dükkâna göz kulak olmamı isterdi. Şaşırır, bir anlam veremez, nedense soramazdım. Ailece daha seyrek görüşürdük. Ama anası Sürme’yi iki-üç günde bir görmesem rahat edemezdim. Meşrutiyet Caddesi’nin yukarılarında, Kocatepe Camii’ni arka cepheden gören bir apartmanın altı üstlü iki dairesinde oturuyorlardı. Taha, dertleştiğimiz bir gün, aynı evde oturmaya anasını bir türlü ikna edemediğini anlatmıştı. Sürme’yi tanıdıkça, onu bir şeye ikna etmenin imkânsız olduğunu ben de anladım.

Yemeklerine hastaydım. Öğlen olduğunda, bir bahane yaratıp Taha’nın yanına geçer, o sihirli; “Erkan Ağbi, anamda yiyip gelelim mi” lafını duymak isterdim. Bazen bizim çıraklardan birini gönderip yemek getirtirdik. Giderek, ben de iyice arsızlaştım. “Sürmelim, oğlun gelir mi bilmem, ben yemeğe geliyorum” demeye başladım. Ona ilk kez ‘Sürmelim’ dediğimde, karıma yıllar önce ilk kez, Beşevler’de bir pastanede ‘Seni seviyorum’ dediğim günkü boğuşmamı hatırladım. Dış sahada idmandan çıkmıştım. Aynı ‘siyaset’tendik. Buluşup konuşmamız gereken ‘önemli şeyler’ vardı. Pastaneye bir saat önce gelmiştim, ama her geçen dakika bana, onun gelmeyeceğine dair umutsuzluk aşılıyordu. Geldi, karşımda oturdu ve yarım saat lüzumsuz yere siyasi gelişmelerden ve örgütün mükemmel tahlillerinden bahsettim ona. Limonata bardağı elimde, kıvranıp duruyordum. Hayat, gelip bir ana takılmıştı. Ya uçup gidecektim ya da düşüp bitecektim. Uçup gittim.

Taha’nın anasıyla da bir sınırı aşmak istiyordum. Taha’yla kulis filan yapmadan bir kuşluk vakti açtım telefon, ‘Sürmelim’ diye lafa girdim. Sesimi tanıyıp, “Söyle Şeytan” dedi. Bu kadar çabuk teslim olacağını tahmin etmemiştim. Galiba “Bir gün sadece benim için bir yemek yap da geleyim” gibi bir cümle kurmuşum ki, “Yarın gel, sana keledoş yapacağım” dedi.

Evin mutfağı, Kocatepe Camii’ne yukarıdan bakıyordu. Sürmelim, tabağımı silme keledoş doldurmuş, ama sürekli buzdolabından bir şeyler çıkarıp koyup, ısrarıma rağmen masaya oturmamakta direniyordu. Göz ucuyla, mutfağın ucundan cami avlusunu kesiyordu. İki-üç dakika kayboldu, tertemiz bir kıyafetle önüme dikilip, “Şeytan” dedi, “sen kapıyı çekip gidersin, ben camiye gidip geliyorum.” Bir deprem gibi nerdeyse her şey birden olmuştu. Usulca kapanan kapının sesini duydum, yemeğimi bitirmeden masadan kalktım. Mutfaktan camiye doğru bakınca, avludaki asker kalabalığından, ama asıl fora edilen bayraklardan, Kocatepe’den asker cenazesi kalkacağını anladım. Hemen evden çıktım. Asansörü beklemeden yedi kat merdivenleri indim. Sürmelim’i Beğendik’in önünde yakaladım. Hiçbir şey sormadım. Beni görünce o da bir şey demedi. Koluna girerek merdivenlerden avluya çıktık. Bayraklar ve ‘Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez’ sloganları arasından, bildiği bir yere doğru gider gibiydi. Sonra bana, ‘bir bakışta anayı bulma’ tecrübesini uzun uzun anlattı. Ağlayan bir sürü kadının arasından birine sarıldı. Biraz uzak kalmıştım. Bir şeyler söyledi. Duyamadım. Avludan çıktık, merdivenleri indik, Mithatpaşa Caddesi’nden Meşrutiyet’e dönerek eve geldik.

Taha’nın bazı öğle vakitleri ortadan neden kaybolduğunu o gün anladım. Sürmelim’in Kocatepe’den hiçbir asker cenazesini kaçırmadığını, yüreğim sıkışarak öğrendim.

Bir daha keledoş yiyemedim. Sürmelim anladı mı ne, o da bana bir daha keledoş yapmadı.

Sonra bir gün Sürmelim’i Başkale’ye götürdük. Oraya bıraktık. Cenaze kalabalığı dağıldı. Taha’yı bir ara mezarlığın ucuna doğru bir yerde gördüm. Yeğenler, hısımlar bir mezarın başındaydılar. Ben onlara doğru giderken, onlar bana doğru geliyordu. Şehmus’dan öğrendim orada yatanın Taha’nın kardeşi olduğunu. Orhan’ı dağdan getirip oraya bıraktıklarını. Taha’nın bunu yıllarca benden neden sakladığına dair bir sitem geldi aklıma. 

Sonra kendimden utandım. Başkale’den döndükten sonra, nerede bir asker cenazesi görsem, Sürmelim’in bir kadına sarılan o görüntüsü geliyor gözümün önüne.  O anaya söylediği, benim duyamadığım seslerle çarpışıyorum.

O sesler arasında, Orhan’la 100 metre berisinde yatan anasından, benim Sürmelim’den
artık esirgenmeyecek bir söz arıyorum.

( Radikal'de Erkan Goloğlu'nun 15 Ağustos 2009'da çıkan yazısı)

24 Eylül 2012

İsrail’in Cinneti: Gazze

Bugün, yutamayacağım bir lokmayı ağzıma atacağım: Filistin Sorunu ve özelinde Gazze Ablukası.

Lokma büyük çünkü kronoloji hakikaten karmaşık, sorun -bence- yüz yıllık bile olmamasına rağmen hızla kronikleşti, insani boyutla meselenin özü tamamen birbirine girdi, şiddet sarmalına hızlıca dolandı ve gerçek Amerika’daki en kuvvetli lobi olan Yahudi lobisinin manipülasyonlarıyla örselenegeldi.

Konuyu en iyi, bir Yahudi fıkrası açıklar: Bir turist, Kudüs’teki Ağlama Duvarı’nda vecd içinde öne arkaya doğru sallanarak dua eden bir haham görünce yanaşıp ne için dua ettiğini sormuş. Haham “İsrail- Filistin meselesinin çözülmesi için” diye mukabele etmiş. “Ben 40 yıldır her cumartesi gelir burada dua ederim.” “Peki” demiş turist, “bir faydasını gördün mü?” “Yok” diye cevap vermiş haham, “bazen duvara karşı konuşuyorum gibi hissediyorum.” Bu mesele duvara laf anlatma meselesidir biraz.

Bu konuyla ülkemizin hemhal olmasının ardında yatan kişi belli: Suriye kumarı nedeniyle şu aralar birçok çevre tarafından pek de haksız olmayan sebeplerden ötürü yerden yere vurulan Ahmet Davutoğlu. Davutoğlu, artık kabinenin popüler bir ismi, hepiniz onun bir akademisyen olduğunu (Boğaziçi!), Neo-Osmanlı hayaliyle yaşadığını, kendisi her ne kadar “hükümet görüşü” dese de mevcut dış politikanın mimarı olduğunu biliyorsunuzdur. Ama Hamas Gazze’de yapılan özgür seçimi kazandıktan sonra, meşruiyeti hiçbir Avrupa ülkesi tarafından tanınmıyorken, lideri Halid Meşal gizlice Ankara’ya gelmiş ve başbakanla görüşmüştü, Davutoğlu o zaman için Başbakanlık başdanışmaydı yani kabine dışındaydı, o zamandan beri bu politikayı şekillendiren isimlerin başında geliyor. Dışişleri Bakanları seviyesinde yapılan kapalı bir oturumda “Kudüs’te Filistinlilerle beraber namaz kılacağı günü hayal ettiğini” söylediği ortaya çıkınca orta çapta bir kriz çıkmış, kendisini kapalı bir oturumda söylenenleri size söylemeyeceğim, ama şu kadarıyla söyleyeyim, BM kararlarına bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız minvalinde bir açıklamayla savunmuştu. Kudüs’ün Filistin toprağı olduğunu söyleyen bir BM kararı olduğunu, ben bu sayede öğrenmiştim. İsrail, bunun gibi sayısız BM kararını yıllar yılı yok sayageldi, 11 Aralık 1948’de alınan ve mültecilerin hızlı bir şekilde evlerine dönmelerini vaat eden BM’nin 194 sayılı kararı, bunlardan sadece bir tanesi. 1967 Savaşı’ndan hemen sonra, İsrail’deki en yüksek hukuk otoritesi, İsrail hükümetini şöyle bilgilendirmişti: İdaremiz altındaki topraklardaki sivil yerleşimler, Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun kesin hükümlerine aykırıdır. İsrail Adalet Bakanı, bu görüşe katıldığını açıkladı. Savunma Bakanı Moşe Dayan ise, “İsraillilerin işgal edilen topraklara yerleştirilmesi, bilindiği gibi uluslararası anlaşmalara aykırıdır, fakat bu yeni bir bilgi değil” demişti. Fütursuzluk, İsrail sağının, diğer milliyetçi hareketlerden bile sık sergilediği en karakteristik özelliğidir. Zaten aynı zat, şu cümleleri söylemekte de beis görmeyecekti: (İsrail) kılıcı tek değilse de ana araç olarak görmeli, onunla morali yüksek tutmalı. Bunun için tehlikeler icat etmeli ve bunu yapmak için provokasyon ve intikam metodunu uygulamalı.

Gazze’nin kontrolünün Filistinlilere geçmesinin tarihi 1994, efsanevi Oslo Barışı’ndan hemen sonra. 2005’te İsrail bölgeden kendi vatandaşlarını da çekince, alan tamamen Filistinlilerin kontrolüne kaldı. Gazze Ablukası İsrail ve ABD tarafından 26 Ocak 2006’da, Filistinlileri özgür seçimlerde yanlış tarafa oy verdikleri için cezalandırmak amacıyla başlatıldı. 25 Haziran 2006’da Onbaşı Gilad Şalit’in kaçırılmasından sonra İsrail’in saldırıları daha da ağırlaştı. Halbuki yalnızca bir gün önce İsrail Gazze’de iki sivili kaçırmış ve onları İsrail’e göndermişti.

28 Aralık 2006’da İsrail İnsan Hakları Örgütü B’Tselem, İsrail’in işgal altındaki topraklarda gerçekleştirdiği zulme dair yıllık raporunu yayımladı. O yıl İsrail güçleri altı yüz altmış yurttaşı ve 141 çocuğu öldürdü. Sonuç olarak İsrail güçleri 2000’den bu yana neredeyse dört bin Filistinli öldürmüştü.

Temmuz 2007’de seçilmiş hükümeti askeri bir darbeyle devirip yerine El Fetih’in kuvvetli adamı Muhammed Dahlan’ı getirmeyi amaçlayan ABD-İsrail girişiminin Hamas tarafından durdurulmasının ardından Hamas’la El Fetih arasındaki savaşı Hamas kazanınca, İsrail Gazze Şeridi’ne ekonomik bir abluka uygulayarak bu yeni duruma hemen karşılık verdi. Hamas ablukaya, Gazze Şeridi’ne en yakın kasaba olan Sderot’a füze fırlatarak misilleme yaptı. Bu gelişme, hava kuvvetlerini, topçusunu ve savaş gemilerini kullanması için İsrail’e bahane oldu.

2007’nin eylül ayında İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda günde ortalama sekiz kişi öldü. Bunların çoğu çocuktu. İsrail’in başlıca askeri analisti Zeev Schiff’e göre “İsrail ordusu daima kasıtlı ve bilinçli olarak sivil halkı hedef almıştır.” Uluslararası Af Örgütü, Gazze ablukasında İsrail’in beyaz fosfor bombası kullandığının “açık ve yadsınamaz” olduğunu bildirdi ve yoğun yerleşim alanlarında defalarca kullanılmasını bir savaş suçu sayarak kınadı.

Haziran 2008’de İsrail ve Hamas bir ateşkeste uzlaşmışlardı. İsrail hükümeti, 4 Kasım’da Gazze’yi istila edip yarım düzine Hamas aktivistini öldürerek anlaşmayı bizzat bozana kadar, Hamas’ın tek bir roket dahi fırlatmadığını resmi olarak kabul ediyor. Hamas ateşkes anlaşmasını yenilemeyi önerdi. İsrail kabinesi öneriyi reddedip 27 Aralık’ta [2008] öldürücü ve yıkıcı Dökme Kurşun Operasyonu’nu başlatmayı tercih etti.

Maalesef her haham girişte anlattığım fıkradaki kadar nüktedan değil: Kuşatmadan bir sene önce, Seferad Hahambaşı Başbakan Olmert’e bir mektup yazmıştı. Jerusalem Post’un aktardığına göre, eski Hahambaşı, Gazze’deki bütün sivillerin roket saldırılarından sorumlu oldukları, dolayısıyla roket saldırılarını durdurmak için düzenlenecek yoğun bir askeri saldırı sırasında sivillerin ayrım gözetmeksizin öldürülmesinde ahlaki açıdan hiçbir yasaklamanın bulunmadığı bilgisini veriyordu.

İsrail ordusu Gazze’nin sivil halkını bombaladığında ve bunu teröristlerin sivil hedeflere yaptıkları füze saldırısına karşı kendini savunma hakkı olarak açıkladığında, BM Genel Kurulu Başkanı, eski Katolik Kilisesi Rahibi ve Nikaragua Dışişleri Bakanı Miguel D’escoto Brockmann bu eylemi soykırım olarak tanımlamaktan kaçınmadı. BM yardım görevlisi Jan Egeland ve İsveç Dışişleri Bakanı Jan Eliassın, İsrail’in Gazze saldırıları hakkında Le Figaro’da şunları yazdı: Çoğu çocuk 1.4 milyon kişi, dünyanın nüfus yoğunluğu en yüksek bölgelerinden birine yığılmış durumda; hareket özgürlükleri yok, kaçacak ve saklanacak hiçbir yerleri yok.

Şabat gününde başlayan, Gazze’nin büyük bölümünün harabeye dönmesi ve bin kadar kişinin ölümüyle sonuçlanan o saldırıdan iki hafta sonra, Gazzelilerin çoğunun yaşamını sürdürebilmesini sağlayan BM Kuruluşu UNRWA (Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu), İsrail askeriyesinin yardım sevkiyatının Gazze’ye ulaşmasını engellediğini duyurdu. Gerekçesi Şabat günü olduğu için geçişlerin kapatılmasıydı. Yüzlerce kişi Şabat gününde Amerikan bombardıman uçakları ve helikopterleri tarafından katledilebiliyorken, bu kutsal güne saygı gereği, ölüm kalım savaşı veren Filistinlilere yiyecek ve ilaç verilmemeliydi.

Elektrik kesintileri yüzünden insanların odun ateşi yakmaya çalışması sonucunda, Gazze Şeridi’ndeki Şifa Hastanesi’nde yanık vakaları yüzde 300 arttı. İsrail klor sevkiyatını yasakladı, bu nedenle [2009] Aralık ortalarından itibaren Gazze Şehri’nde ve kuzeyde su kullanımı üç günde bir altı saatle sınırlandırıldı.

İsrail’le Türkiye ilişkilerinin çıkmaza girmesinde Davos’ta 29 Ocak 2009’daki one minute krizi, bir dönüm noktası. 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda, rotasını Mısır’a çevirmişken yapılan ve gemideki dokuz yolcunun ölümüyle sonuçlanan olay, iki devletin arasına “kan girmesi”ne yol açtı, ilişkiler o zamandan beri bu sorunun çözümüne kilitlenmiş durumda ve süre iki tarafın da lehine işlemiyor. Ama Mavi Marmara, bu ablukayı kaldırmak üzere yola çıkan ilk gemi değil. 30.12.08’de Dignity [Haysiyet] isimli küçük bir gemi Gazze’ye gitmek üzere Kıbrıs’tan yola çıkmıştı. Gemideki doktorlar ve insan hakları aktivistleri, İsrail’in suç teşkil eden ablukasını delmek ve kapana sıkıştırılmış Gazze halkına tıbbi malzemeler götürmek istiyorlardı. İsrail savaş gemileri uluslararası sularda bu küçük geminin yolunu kesti, çarparak ciddi hasar verdi; gemi az daha batıyordu, güçlükle de olsa Lübnan’a ulaşmayı başardı. İsrail yalanlardan oluşan rutin bir açıklama yaptı. Fakat aralarında CNN muhabiri Karl Penhaul’un, eski Temsilciler Meclisi üyesi ve Yeşil Parti’nin başkan adayı Cynthia Mckinney’in de olduğu gemideki gazeteciler ve yolcular açıklamayı yalanladılar.

Mavi Marmara’daysa, İsrail komandoları gemiyi ele geçirmek üzere bir operasyon düzenlediler, İsrail tarafının açıklaması, örgütlü bir direnişle karşılaştıkları ve meşru müdafaa yaptıklarıydı. Sonradan BM tarafından Eylül 2011’de hazırlanan raporsa Türkiye tarafından tepkiyle karşılandı, Türkiye raporu tanımadığını açıkladı. Rapor, kısaca “Filonun ablukayı kaldırmak için düşüncesizce hareket ettiğini, katılımcıların çoğunun bir şiddet niyeti olmadığını, ama yine de başta İHH olmak üzere düzenleyicilerin gerçek niyetleri, amaçları ve uyguladıkları hakkında ciddi soru işaretleri bulunduğunu belirtti. Ayrıca, ilk helikopterden inen askerlerin, Mavi Marmara katılımcıları tarafından, önemli organize ve şiddetli bir direnişle karşılaştığını, zincir, sopa vs silahlar kullanıldığını ama ateşli silah kullanılmadığını… … diğer yandan İsrail’in ölümler karşısında tatmin edici bir açıklama yapamadığını… …9 kişiden 7’sinin vücudunun birden çok yerine isabet eden kurşunlarla… 5 tanesinin arkadan vurularak… …tek kurşunla vurulan iki kişiden birinin iki gözünün ortasından, ve en az birinin çok yakın mesafeden ateş ederek öldürüldüğünü, bu kişinin (Amerika vatandaşı da olan Furkan Doğan) yüzünde, kafatasında, sol bacağında ve sırtında da yarası olduğunu, muhtemelen öldürücü kurşunu aldığında zaten yaralı olduğunu, bunun tanık ifadeleriyle de desteklendiğini… …ve ölenlerin hiçbirinin yaralayıcı alet taşıdığına dair bir kanıt olmadığını… söylüyordu. Rapor, bu haliyle bile şimdiye kadar anlattıklarımla ne kadar uyumlu, farkındasınız değil mi?

İsrail, cüretini Amerika’dan alıyor, bunu inkar edebilecek babayiğit var mı, bilmiyorum. Harry Truman, vaktinde “Kusura bakmayın beyler, seçmenlerimin arasında yüzbinlerce Arap yok” demişti. 1949’dan bu yana ABD, İsrail’e 100 milyar dolardan fazla hibe yardımı yaptı ve yönetimin parçası olmayan kurumlar da yılda 1 milyar dolar para aktarıyor. Bu tutar ABD’nin Kuzey Afrika’ya, Güney Afrika’ya ve Karayipler’e aktardığı paranın toplamından daha fazla. Sözü edilen bölgelerin toplam nüfusu 1 milyardan fazladır, İsrail’in nüfusuysa yedi milyon. Bununla beraber, hakkını teslim etmek gerekir ki ABD, Filistinlilerin geri dönüş hakkından resmi düzeyde hiçbir geri adım atmadı. Birkaç haftadır yaklaşan başkanlık seçimindeyse tuhaf şeyler oluyor. Obama’dan ümidini kesen Netenyahu’nun Cumhuriyetçi Mitt Romney’i desteklemesi, Obama’yı suçlar mahiyette açıklamalar yapmasının ardından, ajanslara bugün düşen haberde Obama Netenyahu’nun İran hakkındaki açıklamalarına yönelik gürültü ifadesini kullandı. (Bir başka fıkra gibi özel konuşmada, Sarkozy, yanılmıyorsam İngiltere Başbakanı Cameron’a, Netenyahu için ‘Bunun yalanlarından bıktım’ demişti)  Obama, dört senelik başkanlık kariyerinde İsrail’e en açıktan cephe aldığı zamanın seçim arefesi olmasını kendime izah edemiyorum, ama eğer bu gerçek bir paradigma değişikliğine evrilirse, İsrail’in fütursuzluğunun sonu gelebilir.

Kaynakça:
Noam Chomsky- Ilan Pappe Yaşamla Ölüm Arasında Gazze- Dünden Bugüne Filistin Sorunu
NTV Tarih Temmuz 2010 Sayısı özel eki. (Kapaklarında İsrail’in yaptığının devlet terörü olduğunu ilanen duyurmasındaki cesaret, takdire şayandı gerçekten…)


2 Eylül 2012

Güneybatı Sahillerinde 1000 km

Yine sıfır yaratıcılık ve hayalgücü muhteva eden klasik bir gezi yazımla (rota: Göcek-Fethiye-Ölüdeniz-Kaş) karşınızdayım sevgili müdavimler. Bu yazıda da yediğim bıldır hurmalardan, başıma gelen tuhaf loserlıklardan, çektiğim Dadaist fotolardan kupleler bulacak, benzer bir rota çizecek olursanız ve beğenime güveniyorsanız işinize yarayacağını düşündüğüm birkaç tüyodan istifade edeceksiniz. Yazı konseptini benim için son zamanların en yürek burkan romantik komedisi 500 Days of Summer’dan apartarak km km yediğim naneleri sergilemek suretiyle oluşturdum, yerseniz. Yahut okursanız.




335: Benim evimin önünden (İzmir Tarihi Asansör) Göcek’te gayet konforlu Arion Otel’e (tek eksisi odalarının biraz ufak olması) gitmek için yapacağınız km miktarı. Göcek, çok klas olduğunu her açıdan size hissettiren bir tatil beldesi. Şirin demek isterdim ama bildiğin kodaman yuvası, oranın denizinde beachinde sağımda solumda milyon dolarlık teknelerle beraber yüzmek bana yağmurda hızlı hızlı yürüyüp ıslanmamaya çalışırken yandan geçen lüks bir otomobil tarafından tepeden tırnağa sıçan gibi ıslatılma hissi verdi. Zaten Türkiye’de başka hiçbir tatil beldesinde bu kadar yatçılığa dönük dükkan tabela vs görmedim. MM Migros’ta bile yatlara servisimiz yapılıyordu tabelası vardı, artık o derece abartılı olay, bizi bile daha çok in ve cinlerin takıldığı beach’e limandan bir zodyakla götürdüler.


                                                                             
Şehirde bir km içinde görebileceğiniz üç adet marinadan en afillisi, Doğuş Holding’in akıllara seza D-Marin’i. Henüz bitmemiş birkaç büyük bina ve içinde marina, Swissotel’e ait bir butik otel ve aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz “şey” var. Şey diyorum, zira bence buna ev demeye bin şahit ister. Evin önünden geçen kanal marinaya bağlanıyor, evinizin önündeki zodyaklarla marinaya gidip oradan yatınızla Göcek'in mavisine dalabilirsiniz.


… veya sahilden 12 adalar denen ufak adacıklara açılan tekne turuna katılır, hem maviyi, hem yeşili aynı denizde yan yana, iç içe ve peşisıra görebilir, ayrıca kaptanın akıcı Acun İngilizcesiyle (alfınaursivimdaym) dilediğinizce dalga geçebilirsiniz. Koyların hepsi birbirine benziyor, yine de yüzme merakı varsa sıkılmanız mümkün değil- bununla birlikte tabi büyük tekneli turlarda verilen hizmetten beklentiniz fazla olmasın.


                                                                                         
Keyfinizi kaçırmak gibi olmasın ama bu 12 adalardan bazıları mesela Zeytin Adası, Türkiye’nin önde gelen zenginlerine ait olagelmiş. Özal zamanında Asil Nadir’in, sonra Cem Uzan’ın, şu anda da Ahmet Nazif Zorlu’nun… (Rantın, hadi ayıp olmasın, sermayenin son otuz yılda nasıl el değiştirdiği de herhalde daha basitçe anlatılamaz) Keza Simavi ailesina ait de bir başka ada var.

Akşam yemeğini Can Restaurant’ta yedik, biraz tuzlu olmakla birlikte çok da fena değildi, tüm gezide İzmir’de uğrak yerlerimiz olan balıkçılar kalibresinde bir yer göremediğimizi belirteyim yalnız.

Beldede hatrısayılır oranda Amerikalı turist olması ve bisikletin de bir Türk beldesine göre ortalamanın üstünde bir sıklıkla kullanılması da ilginç geldi bana, demek insanlar çok pahalı oyuncaklardan sıkılınca çocukluklarına mı dönüyorlar, nedir…

342: Maruz kaldığımız kodaman radyasyonundan arınmak için İnlice Köyü’nün yakınlarındaki İnlice Halk Plajı’na gidip orada çekip fotosunu Zaytung’a koyabileceğimiz kuma gömülmüş amcalarla beraber denize girmek de isteyebilirsiniz. Ayrıca bu eşsiz deneyiminizde nasıl olup da kumda terlikle yürürken belinize kadar kum sıçratmayı başarabildiğiniz üzerinizde derin derin düşünme imkanınız olacaktır. Gün sonunda plajın oradaki marketten alacağınız magnumla da mutluluğun dibine vuracak, ergenken yılda sadece birkaç kere cornetto almanıza müsade edilen yıllarınızı gülümseyerek anımsayacaksınız.

366: Fethiye Marina’da, fiyat performans olarak şiddetle tavsiye edeceğim Alesta Otel’e varışta kadranda okuyacağınız km. Ama esas film, Fethiye’de değil, Ölüdeniz’de dönüyor, oradaki oteller de daha az lüks olmasına rağmen görece daha pahalı. Fethiye Liman’dan kalkan tekneler de Göcek’teki 12 adalara götürüyorlarmış, ama daha uzun bir deniz yolculuğuyla, dolayısıyla o tura Göcek’ten çıkmayı tavsiye ediyorum. Balık yemek isteyenler için Fethiye Balık Hali, İzmir Güzelbahçeyi andıran bir atmosfere sahip, çok matah olmamakla birlikte Hilmi’nin yerini tavsiye ediyorum.
376: Ölüdeniz. Namını kesinlikle hakeden bir yer. Öncelikle bitki örtüsü ağaçlık (daha çok çam) ve diğer yerlerden daha da abartılı olarak denizin bittiği noktadan itibaren ağaçlar yükselmeye başlıyor, mesela At Bükü’nde (at mı bükü?) çam iğneleriyle beraber yüzmek çok keyifliydi. Burada yapılacak temel aktivite, tekne turuna katılmak: Burada da kendine faydası olmayan bir başka adam Fatih Tabak’la beraber birnevi askerlikte acemilik günlerini anımsatan manzaralar görüp yurdum insanının neden böyle olduğuna dair felsefi tartışmalar yapmaktan arta kalan vaktimizde, hepsi birbirinden özgün koylarda ense yapma imkanı bulduk: Mavi Mağara, Aziz Nicolas’nın şöle bir uğradığına inanılan köy, -ki bu yörede bunlardan balya balya var- ve tabi ki Kelebekler -bizim deyimimizle Öberekler-Vadisi..




Tekneyle yanaştığınızda elektriğin bile olmadığı ve 95’te 1. Derece SİT alanı ilan edilmiş bir koy Öberekler; ismiyle müsemma bir kaya üstüne konuşlanmış bir Rock Bar, zorlayıcı bir parkurla gidip dönmesi kırk dakika alan küçük şelale, sağa sola konuşlanmış bilumum incik boncukçu ve billur gibi bir koy, bu vadinin diğer atraksiyonları. Teknenin burada bir saat civarında kalması benim için biraz asap bozucuydu, dediğim gibi tercihen daha küçük bir ekiple bir tur ayarlayabiliyorsanız, burada hiç sıkılmadan bir gün eğlenebilirsiniz, zaten yurdum hippilerinin tatilini bu koyda geçirdiğini duyagelmiş olmalısınız. Buraya dair duyduğum bir diğer rivayet burada tatillerini geçirenlerin, aslen teknelerin yanaştığı saat olan 11-4 arasında plaja hiç çıkmadıkları yönünde, bu da aslında benim plajda niye bu kadar az insan gördüğümü açıklıyor olmalı.




390: Faralya Köyü, bu vadinin tepesine konuşlanmış bir köy, hiç de fena olmayan bir asfalta sahip olsa da, yolun diğer tarafının uçurum olduğunu ve iki kere %10’luk eğim çıktığınızı belirtmekte fayda var. Öberekler vadisinin tepeden bir görüntüsü aşağıda, Faralya (yeni adıyla Uzunyurt) Köyü üzerinden son derece dik bir kanyonla bu koya inilse de, bunun özel kıyafetler olmadan yapılması imkansız, sarp yamaçta meydana gelen ölümlerle ilgili haberleri internette okuyabilirsiniz (Benzer eğim ve kıvrım uyarısını Kalkan-Kaş ve Kekova-Göcek arası için de yapabilirim, bu yolların hatrısayılır bir kısmı tek şerit, dolayısıyla sabırlı ve güvenli şoförlük lazım…) Köye giderken Kelebekler Vadisi'ni tepeden görme imkanınız olacak, vadinin tepeden görünüşünün çok daha etkileyici olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu köyün bir yolu Kelebekler Vadisi’ne inerken, bir diğer yolu Kabak Koyu’na iniyor.


396: Öberekler ne kadar hippi kafasıysa, Kabak Koyu da bir o kadar Hindu Kafası. Şaka gibi ama bir yoga merkezi bile var koyun içinde! Koya, kendi arabanızla inmeniz imkansız, ama ücreti mukabili Faralya Köyü'nden ring yapan nuh nebiden kalma ciplerle koya inebilirsiniz. Burada birkaç işletme Bungalow tipi evlerle (Mekanı parsellemiş olan SeaValley’nin geceliği 250 lira!) konaklama imkanı sunuyor, fakat çadırınızı da kapıp gelebilirsiniz. Öncelikle Kabak Koyu medeniyetin ulaştığı bir yer, (lütfen bunu elektrik var diye okuyunuz) mesela Sea Valley Restaurant hemen ön tarafına ufak bir havuz bile yapmış. Bilhassa sözlükte (harbi bir ekşisözlük vardı ona noldu?) bu durumu kötüleyen ve koyun orjinalitesinin bozulduğunu iddia eden birkaç yorum okudum, bence bu bir çeşitlilik sunmuş burada tatil yapacaklara: İsterseniz tamamen doğal şartlarda Kelebekler’de, veya yine bakir bir koyda ama daha pahalı ve daha nasıl denir… medeniyetin nimetlerinden faydalanan bir şekilde Kabak Koyu’nda tatil yapabilirsiniz, (Sea Valley plaja nazır beach cluba benzeyen bir restaurant da açmış ve adamlar mesela mekan önündeki minderlerden para almıyorlar!) Üçüncü bir seçenek de Kabak Koyu’nda çadır kurabilirsiniz -bungalow’ların önünde hindubaş gördüm ben gayet de. Öbereklerin kumsalı olmasa da denizi Kabak Koyu’na basar onu diim yalnız…

Ölüdeniz'e dair son not, yükseklik korkusuna sahip ve cenabetliğiyle maruf bloggerınız, kendine faydası olmayan ekürisi Fatih’i de kandırıp yamaç paraşütü yapmadı, paraşütleri dolanıp 700 metreden çakılanlarla konuşmadım, ne var ki yapan ve salimen yere inenlerin hepsi bunun dayanılmaz bir zevk olduğundan ve onsuz Ölüdeniz gezisinin bir anlamı olmadığından bahsediyor, eh bloggera zeval olmaz. Zaten ekürileri yardan uçuran bir tutam özgürlük…

496: Patara Ören Yeri Müzekart’ın (tıpkı Aziz Nicolas’nın köyü gibi) da geçtiği ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bir yapı, aynı biletle hem örenyerine hem plaja 5 tl’ye girebiliyorsunuz. Plaj, 18 km kumsalıyla Türkiye’nin en uzun plajı,  bununla beraber denizi açık olduğu için dalgalı, dolayısıyla esas hazine Likya devletine başkentlik yapmış olan Patara şehri.


Örenyeri çok geniş bir arazi üzerinde, ve bilinen ilk meclis olan Ulusal Meclis’le Romalılar zamanında inşa edilen tiyatro, birbirine bitişik. Tavsiyem buraya güneşin batmasına yakın gelin, hem havanın kızıllığında tarihe dokunmanın tadını çıkarın, hem de geniş alanda gezerken ziyan zebil olmaktan kurtulun





                                                    
Söyleyecek çok fazla bir şey yok aslında, Patara’ya 40 km mesafedeki Xanthos’la birlikte, burada büyük bir cevher yatıyor. Hem de tamamen saldım çayıra mevlam kayıra şeklinde kendi haline bırakılmış (bilhassa UNESCO Kültür Mirası’nda olan Xanthos-Letoon şehirleri) çok kıymetli bir mirastan bahsediyoruz, neyse öfkemin birazını Xanthos bahsinde kusayım, Patara yine daha ehven diğerlerine göre- yine de saldım çayıra mevlam kayıra her manasıyla doğru, Patara’da da harabeler üzerinde koyunlar keçiler otlamaya devam ediyor- tıpkı Selçuk Efes’teki gibi.

537: Kaş tuhaf yer. Hatrısayılır bir 25-30 yaş civarı kitle var beldede ve merkez akşamları çok hareketli, ben yol üstünde üç tane canlı müzik yapan yer saydım. Bir Mavi Bar tutturmuş gidiyor herkes, ayıp olmasın diye biz de oturduk. Ondan gayrı buradaki dükkanların sattığı mallar da çok özgün, her gördüğümde, Kuşadası Kaleiçi’ni istila etmiş çakal esnaf ve onların sattığı sahte mallar aklıma geldi gezi boyunca, Kuşadası ne kadar şanssız bir memlekettir ya… Kaş’taki oteller apartmandan bozma, ama yine de Çeşme’dekilerden iyi. Gece marinadaki Vita Restauran’da yedik, çok boş olması dışında bir eksisi yoktu, biraz romantik kafalar biz iki erkek fatihle baya sakil durduk, yapacak bir şey yok, sayfalar yabışıyo.

Bomba hadise, son gün vuku buldu: O gün de bir tekne turu yapmak istiyor ama, bu 537 kmlik yolu geri gideceğimizi de hesaba katarak tam günlük bir tura katılmak istemiyorduk, bunlardan iki tanesini geçtiğimiz üç günde yapmıştık zaten. İstediğimiz iki üç saat boyunca gezeceğimiz ufak bir tekneydi ama bu iş iki kişi için çok tuzluydu. Bu sırada iki çift gördük, onlar da bizim gibi bir tur organize etmeye çalışıyorlardı, onlarla beraber biraz arandık, olmayınca ayrıldık. Saat sabah 11’de gözümüzün önünden tekneler bir bir kalkarken, iki kendine faydası olmayan adam bir banka oturmuş terimizi siliyor ve hiç konuşmuyorduk. Derken ben kalktım arabaya geri gitmeyi teklif ettim. Ne de olsa motoru olup dili olmayan siyah Polo’mla bir şekilde eğlerdim kendimi- veya buna ikna olmuştum. Tam o sırada dörtlü grubu ufak bir teknede gördük, bize heyecanla el ettiler, biz de kısa bir kararsızlıktan sonra onlara dahil olmaya karar verdik. İçeride bizim gibi birkaç kişi daha vardı, toplamda on kişilik ufak bir tekneyle tatilimizin en güzel gününü geçirdik. Dünya gözüyle cüssesine nazaran şaşırtıcı hızda hareket eden carettalarla yüzdük, Kaş’a niye balya balya insanın dalmak için geldiğini suyun altında geçirdiğimiz dakikalar boyunca daha iyi anladık, Bir Fatih Akın filmini anımsatan bir iştah ve muhabbetle aynı yemek masasının etrafında hararetli sohbetler ettik, kaptanın (sanırım adı Ömer’di) maharetli eşinin yaptığı zeytinyağlıları afiyetle yedik, kaptanın eski patronu olan İtalyan’ın nasıl olup da teknesine “Dua” adını koyduğunu anlamaya çalıştık, geminin ufak güvertesinde gölgeye kıvrılıp hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini onu gerçekleştirmek için hiçbir şey yapmayacağımızdan emin olduğumuz için bildiğimiz hayaller kurduk. Bu turları Ölüdeniz’de ve Göcek’te de bu şekilde yapmamız gerektiğini işte o zaman anladık. Fakat heyhat! Anladığımızda, ben dönüş için kontağı çevirmiştim bile.

572: Ben Likya turunu tamamlayıcı olması hasebiyle UNESCO Kültür Mirası Listesi’nde olan Xanthos ve Letoon’a da gitmek istedim, bir şeyler olduğunu kestirebiliyordum, ama karşılaştıklarım yine de beni dehşete düşürdü. Kapandıktan sonra gittiğimiz için sadece Xanthos’un ana meydanını görebildik, bize orada engel olabilecek herhangi bir görevli olduğundan değil, güneş batmak üzere olduğundan… Xanthos, trajik hikayesi bir yana, en meşhur eserleri British Museum’a kaçırıldığı için de talihsiz bir kent (ama hala mesela bilinen en uzun Lik yazıtı Xanthos’ta), ama en büyük talihsizliği bizim yönetimimizde olması sanırım, çünkü, Patara’da en azından göstermelik olan denetimler, yönlendirmeler, broşürler  buradan komple esirgenmiş, bir kere güvenlik hak getire, herhangi bir taşı insanlar çalıp evine koymuyorsa tamamen kendi iyi niyetlerinden… Sanırım sözlükte, şehrin altındaki su seviyesi yüksek olduğu için kazıların iyi gitmediği yazılmış, bunu anlayabilirim, zaten anlamak zorunda da değilim, aklım ermez… Ama şunu biri anlatsa sevinirim: Gördüğünüz mozaik toprağın sadece iki parmak altında, bunu ortaya çıkarmaktan bizi alıkoyan ne olabilir…


5 gün sabah 10-akşam 12-1 gezi, 1074 km, dört ayrı belde. Pekala karadan yapılmış bir mavi tur olarak adlandırabiliriz aslında, daha Saklıkent’e, Kekova’ya gidemedim. Güzel geziydi, bilhassa deniz tutkunlarına tavsiye ederim. Tuhaf ki pazartesi sendromunun en yoğun hissedildiği bu saatlerde bunları tekrar hatırlamak beni kötü bile yaptı: Çok eğlendiğin bir tatil sonrası sanki dergiye yazı yetiştiriyormuşçasına didinip yorulduğunda, yazını editleyip vazifeni yapmış olmanın rahatlığı geçer geçmez, el ayak çekilip yalnızlığınla bir başına kaldığında ve hayatında aslında hiçbir şey değişmediğini fark ettiğinde, kendine şu soruyu sorarsın: Benim hayatım hep böyle mi geçecek? İşte bu geziye, bu sorunun cevabını birkaç günlüğüne değiştirmek için bile çıkılır.