22 Mart 2010

Messi ve Moda İskelesi

Hayat acımasızdır, ama bazen daha acımasızdır, o zaman aksiliklerin bini bir para olur: Yemek söylersiniz, kurye kaza yapar siparişiniz bir buçuk saatte gelmez; birine kırk yılda bir film hediye edersiniz, orijinal dvd bozuk çıkar, hırs yapıp filmi internetten indireyim dersiniz, internete bağlandığınız anda kotanızın dolduğunu belirten bir not düşer ekranınıza; ağzınız tatlansın diye bir tatlı söylersiniz restoranda, iki hafta üstü üste anlam veremediğiniz şeyler olur, sonunda zıkkım olasıca sufle midir ne karın ağrısıdır boğazınızdan geçmez, elinizde kaşık, öööle bakakalırsınız tatlıya mal mal; kafanız dağılsın diye yarım saat tavla oynarsınız bir kere dü şeş gelir, onda da altı kapıdasınızdır; ona kızıp hırs yapıp üç saat eşli ihale oynarsınız, bir kere altı parça koz gelmez, yetmezmiş gibi bunların hepsi üst üste olur. Velhasıl kelam, napsanız olmaz. Siz çırpındıkça batar, acz içinde kalırsınız, sizin aczinizse başınıza geleni kaderiniz kılmıştır. Abarttığınızın siz de farkındasınızdır, ama yine de herkes size karşıymış, kaderiniz size kast ediyormuş gibi hissedersiniz. Aslında bilirsiniz bu haller bazen herkese olur ve bilirsiniz, önünde sonunda geçer. Ama yine de isyan etmeden duramazsınız: Ne günahım var kardeşim benim, erkekseniz teker teker gelin uleyn!

İşte o zaman, yapmanız gereken durup soluklanmaktır. Yenilmeyi bile beceremediğiniz için, denemenin manası yoktur. O zaman susarsınız, meramınızı anlatmak için konuşmakla veya yazmakla boşu boşuna efor sarf etmezsiniz- sözünüz bittiği için değil, sözünüzün bir kıymeti olmadığı için.

Tamamen eğlendirici ve rehabilite ediciydi benim için buraya yazmak, insanların yorumlarını dinlemek; biri bir şey yazmış mı diye fellik fellik yazı yorumlarına bakmak (daha güzeli, bakınca orada yorum görmek); alakasız bir yerde yazınızın bahsinin geçtiğini tesadüfen öğrenmek; kesin yazarım dediğiniz şeylere eliniz değmezken (mesela Messi az önce akıllara seza bir performans daha sergiledi, son sekiz günde attığı sekiz gol ve iki asisti var, bu sempatik pırpır oyuncunun üzerinden bir Barça ahkamı kesemedim, içimde kalmıştır ey blogger. Yalnız kaç gündür kendimizi duygusal bir veda yazısına kurduk, o da futbola kurban gitti iyi mi, olsun, varsın Messi’ye kurban olsun) hiç hayatınızda yazacağınızı tahmin etmediğiniz konularda (müzik!) ukala ukala yazılar yazmak…

Daha önce verdiğim bir kararı şimdi uygulamamın sebebi, blogu bırakmamla oluşacak boşluğu ikame edecek bir eğlence aramam (hala bulamadım, o ayrı!) yoksa aklınıza başka bir şey gelmesin. Beni bu yönde cesaretlendirdikleri için Mr. Niceguy ve eyesman’in de hakkı var bu yazılar üstünde, helal etsinler… Ama madalyonun öbür yüzü de var, üç kişinin haftada en az bir kere yazacağı bir blog olduğunu öngörmüştüm başlarken, bu zanla bir süre daha bu siteye gireceğimi ilan etmiş olayım, biraz onlar yazsın biz okuyalım değil mi sayın seyirciler… Eşten dosttan “bir şey yazılmış mı” diye merak edip siteye girenlerin ne hissettiğini çok iyi biliyorum, Gökhan Özgün ve Feridun Düzağaç yazı yazmayı bırakınca benzer şeyler hissetmiştim, tavsiyem, o kadar yazıda bu kadar isim geçiyor, onların -Türk olanlarından bilhassa- başlasınlar okumaya/izlemeye, sadece bu açıdan ilham vermiş olmanın mutluluğu bana yeter. Aşağıdaki fotoğrafı bugün Moda İskele’de çektim, bir gün devam edecek olursam bu fotoğrafın üzerine yazacağım, ama şimdilik en hayırlısı bu gibi geliyor, hadi bana eyvallah.



13 Mart 2010

Kartı Bastıktan Sonra

Bitmesine sevindiğim, üstüme yıkılan işleri kaldırmak için yere yakın durduğum bir haftayı bitirmenin rahatlığıyla kartı basıp turnikeden geçtim. Akşama bir planım olup olmadığını hatırlamaya çalıştım- yoktu. Telefonunun sürgüsünü sürdüm, kimse aramamıştı. Hediye Beşiktaş atkımı, artık tikilere mal olmuş biçimde kalın bir düğümle boğazıma doladım. Akşam bana tavsiye edilmiş filmlerden hangisini izleyip mayışacağımı düşünerek kafam önde servise doğru yollandım. O sırada gayriihtiyari servisin park ettiği yere değil, sola doğru bakıp şaşırdım: Çok belirgin değildi, ama evet- gökkuşağı bir huzme halinde TEM tarafında çakılı duruyordu. Az öncesine kadar yağmurun yağdığı o zaman fark ettim. Hava tuhaf bir biçimde karanlıktı, akşam ezanının okunmasına dakikalar vardı, hal böyleyken nasıl olup da gökkuşağı görünebilir, aklım almıyordu. Blogtaki mevcudiyetimin sona yaklaştığına kesin olarak kani olmamdan saatler sonra, yazmazsam içimde kalacak bir “şey” duruyordu önümde işte. O “şey” ki, lise birde kulakları çın çın çınlayası edebiyat hocamız bize kompozisyon ödevi olarak “gökkuşağı” dediğinde ilk aklıma düşmüştü. O konu, o zaman için “konuşmanın önemi”, “Atatürk’ün ileri görüşlülüğü”, “bilmem ne haftasının faydaları” minvalinde yazılar yazmaya zorlanmış ve bunun için ne kitapla ne edebiyatla sahici bir bağ kurmuş olan ve o zaman için şimdiki kadar bile yazamayan ailenizin blogçusu metus için eziyetli olmuştu. Kaderin cilvesine bakın ki, kafa yorup yazdığım ilk yazıya sebep olan gökkuşağı, yıllar sonra kafamda bir süredir tasarladığım son blog yazısını ileriki bir tarihe atmama sebep olacaktı, çünkü gökkuşağı anlatmayı ahdettiğim bir konuydu. (muhatabı bunu okumayacaktır ama ziyanı yok, maksat borcumuza sadık olduğumuz bilinsin.)

O sınavda ne yazmam gerektiğiniyse, bir sene sonra, Adnan Menderes Stadı’nın yanında amatör maçların yapıldığı toprak zeminde anlamıştım: Sonraları tebessüm ve mahcup bir gururla yad ettiğim okul futbol takımının kazma sağ beki olarak son maçımda, havanın sıcaklığından ve Güneş’in kızgınlığından mütevellit, toz kalkmaması için toprak sahanın sulanmasından sonra bütün bir zemini taçlandıran ufak bir gökkuşağının ne manaya geldiğini yazardım herhalde aynı soru bir daha sorulduğunda. Yıllar boyunca, futbolu niye sevdiğini soranlara anlattığım bir sürü hikayeden biri o olageldi zaar: “Siz” derim hep, “hiç gökkuşağının altından geçtiniz mi?”

9 Mart 2010

Nazilli'de dağ vardı biz mi kaymadık?

Ofiste yaldır yaldır çalışırken, her gün maksimum bir dakika konuşup onda da birbirimize sardığımız arkadaşım yüzümün kırmızı halinin nereden geldiğini sordu. Yapacak bir şey yoktu, sizinle hınzırca uğraşan biri varsa, bırakın eğlensin: "Kayağa gittik" dedim, "hadi dalganı geç şimdi". "Belli" dedi, "kaymışssın."

Yok bilader bana göre değil bu sular bariz. Kazak giy, üstüne polar giy, üstüne uğurun emanet montu giy, beş ay danimarkada inat edip kullanmadığın bereyi/eldiveni paşa paşa tak, sonra eksi altı derecede terle. Uzaktan zaten sempatik gelmezdi, ama bir şans verdik ama kısfmet-kayak sporu kaybetti. Alışkanlıktan olsa gerek zaar, yazlık çocuğuyuz biz. Yahya Kemal'den apartmamız icap ederse- kayağın en çok, sayfiye yerine gitmişsinizcesine, güneşli bir havada yüzünüzü yakmasını severim. Pek olmadı sanki, ben bu lafı bir çalışayım.

6 Mart 2010

Di mi Güntekin?

Ofis harici görüşmediğim bir arkadaşım tüm dobralığıyla, “yalnız yaşamak zor olmayacak mı metus?” demişti. Gülüp “evet” demiştim, “zor olacak zaman zaman.” Bir şeyin kafama dank etmesi için illa başka birinden duymayı beklemem mi lazım?

Birbirimizi yemeyelim, doğru kişiyleyseniz, dünyanın en siktirici yerinde de mutlu olabilirsiniz, yoksa İstanbul sizi bir yere kadar eğleyebilir. İyi de kendi yalnızlığınızı örtmek için İstanbul’u paravan yapıp, sonra “bu şehir de beni yoruyo bilader” diye yakınmak, güzelim şehre ayıp değil mi?

Şu an çok istediğim bir şey var, İstanbul-Kuşadası arasını otobüsle geçip, sabahın erken saatlerinde, Güneş’le uyanmak. Yazın Güneş’i İzmir’den geçerken doğurabilirsiniz, cama kafanızı yaslayıp, bir saat sonra yapacaklarınızı düşünerek, hakikaten mutlu olabilir, uykusuzluktan ağrımış gözlerinizin ışıl ışıl parladığını hissederseniz. Mutlu olmanız bu kadar basitken, o zamanın bu kadar uzak olması size, yaman bir çelişki değil mi?

“Kurguyla gerçek arasındaki fark, kurgunun olabilirliği göz önünde bulundurmak zorunda olmasıdır” lafını yerli yersiz kullandığım halde, kalkıp filmlere bel bağlamak, beğendiğim sahneleri saplantıyla döne dolaşa izlemek, zorla başkasına sevdiğim filmleri izletmek, bunun üzerinden olmayacak benzerlikler kurmaya, karakterlerin kendi hayatımdaki izdüşümlerini bulmaya çalışmak biraz fazla hayalcilik değil mi? Bir yazının hoşunuza gitmesi, sizin düşündüğünüz ama ifade edemediğiniz bir duyguyu apaçık etmesi sizin için yazıldığı manasına gelmez ki. Melodisi ne kadar hüzünlü, sözü ne kadar iç kanatıcı olursa olsun bir şarkı; ne kadar vurucu olursa olsun bir köşe yazısı; güzel bir rüyayı ne kadar iyi işlemiş, Al Pacino ne kadar döktürmüş olursa olsun bir film bir kızı size aşık edebilir mi?

Kimin yazdığına bakmaya üşendim (Gazali olabilir), bir tasavvuf kitabında, Allah’ın, dua etmeyi bırakırlar diye, salih kullarının duasını geç kabul ettiğini, ama her duanın er geç kabul edildiğini okumuştum, eğer öyleyse gönlümün muradı için hiçbir şey yapmayıp, dua etmeyi de kestiğim halde, olmadığı için isyan etmem, günah değil mi?

İhsan Oktay Anar’ın kamera önünde tek konuşması, yanılmıyorsam Erdal Öz ödül töreninde şu minvalde ettiği birkaç cümleden ibaretti: Mutlu insan susar. Şu an bu ödülü almanın mutluluğuyla susmak istiyorum, demişti “konuşmasında”. Bunu tersten düşünebiliriz- her yazdığımda, biraz kendimi uyuşturup, Mr. Niceguy’ın muhteşem ifadesiyle “yıllardır içimde tuttuğum hüznümü kusmak” için yazıyorum sanırım. Tüm mağlubiyetlerimin, hayalkırıklıklarımın, basiretsizliklerimin rövanşının bir yazı tarafından alınmasını umuyorum, iyi de bu yazının kendisine haksızlık değil mi? Madem öyle, daha ne kadar doldurmaya hakkım var ki bu blogu, bir söyler misiniz…