22 Ağustos 2011

Memleketimden Esnaf Manzaraları

“Bak bilader, sen burada iş yapamazsın. Keşke yapabilsen. Seni tanımıyorum, ama delikanlı gibi selam verdin, açıksözlülükle ne düşündüğümü sordun. Sıcak geldin bana, ben de isterim buraya iki esnaf gelsin, seni traş edeyim bana ordan iş çıksın. Ama bence Göztepe tarafına git, balıkçılık yapacak adamın orada daha çok şansı olur.”
Zafer Abi her zamanki belagatiyle ve dobralığıyla dışarıda çayını yudumlayıp tanımadığım adamla sohbet ederken ben selam verip içeri geçtim. Eşime dostuma hikayelerini anlattığım meşhur berber, oydu. İzmir'deki evimize ilk taşındığımız zaman, kekeme olduğu için kelime dağarcığı “ufalcak mı?”dan ibaret olan (fenni sünnetçi sanki mübarek), sağır olduğu için de ne anlatırsam anlatayım beni aynı şekilde traş eden memleketteki berberimi bırakıp, Zafer Abi'nin dükkanına gitmiş, adamcağızı ilk traşımda sinir krizine sokmuştum. Normalde kavga ettiğiniz bir esnafa bir daha niye gidesiniz di mi güntekin. Ama on altı yaşımda ilk kez doğru düzgün saç traşı olunca, nasıl olsa unutmuştur diye, biraz ara verip tekrar gitmiştim, mekanda üç berber vardı o zaman, ona denk gelmeyiz diye umuyordum, şansa yine onun sandalyesine oturmuştuk. Geçen traşımda kendi aramızda laflarken beni ne kadardır tanıdığını sorduğumda, duraksamadan on iki yıl demişti, doğru hatırladığını anlamam için hafızamı zorlamam beş dakikamı almıştı, o derece keskin bir zekası vardı. Resim yaptığını söylemişti bir keresinde bana. Bu profil, bu ülkenin esnaf profilinde tabi ki iğreti duruyordu. Bütün bunları düşünüp Zafer Abi'nin bir an önce içeri girmesini beklerken, Zafer Abi tekrar konuşmaya başladı.
“Belki Fikri şimdi bana kızacak, Fikri benim yakın arkadaşım, onun da emlakçı olarak iş yapması için sana burayı methetmem lazım, ama ben de aslında gitmek istiyorum buradan. (Gitmek istediğini hakikaten bana da daha önce söylemişti) Bak kafanı kaldır, bir sürü kiralık ilanı göreceksin, esnafa burada hayat yok bilader. Neyse karar senin tabi, hadi eyvallah, müşterim geldi.”
Bu kadar dobra, karşısındakiyle bir anda samimi olan, samimi olunca da o kadar iyi niyetli bir insandı. Bir esnafın, aynı zümreye ait olduğu bir başkasının mutsuz olmasına gönlü elvermezdi. İçeri girer girmez, ben sormadan anlatmaya ve ben tarif etmeden traş etmeye başladı.
“Hay sokacam bilader ya, bi balıkçımız eksikti. Yana açacak sinek dolduracak dükkanımı. Ya kardeşim ne kadar bahtsız adamım ben ya.”
Ben zaten Zafer Abi ağzını açar açmaz, onun agresifliğinden, konuşmasının akıcılığından, Kenan Kalavvari tipinden kelli gülmeye şartlanmıştım. Ben güldükçe o sinirleniyor, sinirlendikçe saydırma hızı artıyordu.
“Ulan geçen dönerci tuttu, yağ kokusu direk dükkandaydı ya. Balıkçı açarsa var ya, balık kokusu tüm mekanı boyar. Hayır şans yok ki ak, bi kere de bi muhasabeci tutsun dört kişi gelsinler, ayda traştan yüz kağıt kaldıralım. Hep Fikri'nin itliğinden bunlar, bu herif yakacak bizi. Pezevenk geçenki hatun mevzusundan yapıyo hep bunları. Napiim ak hatun bize kesikse, tövbe… Neyse işledik adamı iş yapamazsın bilader diye, takıldı oltaya, gelip tutmaz artık herhalde.”
Film adamdı. Her ziyaretimde bir başka bombası vardı. Bu yeteneğinin harcandığını sahneye çıkıp stand-up yapması gerektiğini önerecektim, emlakçı sahtekar Fikri’nin içeri girdiğini görünce vazgeçtim.

11 Ağustos 2011

Uyduruk

İşe yeni girmem hasebiyle şirketin dergisinde ve ilan panosunda yayımlanmak üzere kendimi anlatan bir şeyler çiziktirmemi istedi İK, şirket emirlerine karşı malum boynumuz kıldan ince bu kapitalist dünyada. Bu şaheserimden mahrum kalmanıza gönlüm elvermedi, hem profil yazım çok uyduruktur, bilvesile onu tashih etmiş oluruz, bu bi tık daha az uyduruk bi yazı oldu sanırım.

Arada Sırada

İyi yazdığım söylenir eş dost tarafından, ama kendimden bahsetmekte pek maharetli sayılmam, bir kere daha deneyelim: Tevellüt 1984, 9 Şubat. Memleket Nazilli. Hani şu meşhur (ve meş’um!) şarkıda bahsedilen gidip görülmeden bizim olan ama nasıl bizim olduğuna aklımın bir türlü ermediği yerler var ya, o şekil Aydın’ın kendi halinde bir ilçesi işte. Benim kendi halinde memleketimin kendi halindeki çocukları -nedendir bilinmez- okumaya pek meraklı olur, ben de onlardan biriy(d)im, yirmi yıl önce tanıştığım ve burada şirket kredi kartı almak için masasına gidince dumur olduğum arkadaşım Enis buna şahitlik edecektir sanırım. İlk evden çıkışım okuma bahanesiyle on beş yaşımdayken oldu, birheves Aydın Fen Lisesi’ne gittim, o zaman yeni bir okuldu. Yatılı okul, evden erken yaşta çıkmış olmak, bunların hepsi kişiliğimin erken yaşta gelişmesinde tesirli oldu, geri dönüp baktığım zaman aldığım en isabetli kararlardan birinin o olduğunu düşünürüm hep. Sonra 2002’de üniversite sonuçları açıklandı: Boğaziçi Makine, ver elini İstanbul. Okulumu, çoğulcu yapısını, oradaki anılarımı, arkadaşlarımı severim. İstanbul’u da. İstanbul bir gayya kuyusu, bir derya, nefes nefese yaşadığınız bir macera, Nedim’in dediği üzere “bir sengine yekpare acem mülkü feda”. İstanbul’a elini veren kolunu kaptırır malum, dokuz sene aldı geri gelmem. 2006’da beş ay Danimarka macerası var, Erasmus programı yoluna. Sonra 2007’nin ağustos ayında Ford Otosan’ın –yine- yeni kurulan Gebze’deki Ürün Geliştirme Merkezi’ne adımımı attım. Meğersem adım attığım kübikte Fatih Tabak da varmış. O bir adım vesilesiyle tanıştık. Arkadaş olduk. Dost olduk. Bu şirketi seçmemdeki bana en önemli referanslardan biri Fatih oldu. Orada Powertrain ekibinde Egzoz ÜG mühendisi olarak geçen hakikaten acısıyla tatlısıyla üç yıldan uzun bir süre sonunda 2010 aralık ayında devam etmekte olan yüksek lisansımı da dondurup gemileri yaktım, askere gittim. Askere kışın gidilirdi. Kışın soğukta giyinebilirdin, ama yazın sıcakta napacaktın? Tamam da böyle dedik diye Kars’a da gidilmez ki kardeşim! Kars’ın Şahnalar köyünde, Ermenistan sınırına yirmi km mesafede bir hudut taburunda yaptım askerliği. Sonra… Sonra 2011 mayısında askerliğim bitti. Mülakatlar, teklifler, dönsek mi İstanbul’dan falan derken kendimi şu an bu yazıyı yazarken buldum.

Hep kendimden bahsettim, aah yazının konusu buydu değil mi unutmuşum. Boş zamanlarımda naptığım sorusuna gelelim… Okurum, daha çok tarihle, modernleşmeyle ve edebiyatla ilgili şeyler. Oynarım, daha çok futbol, pek yetenekli olmasam da. (Tavlayı iyi oynadığım yönündeki rivayetler de sahihtir, Ceren’e sorabilirsiniz.) İzlerim, envayi çeşit film, son zamanlarda biraz randımanım düştüyse de. Bazen de yazarım, arada sırada, böyle şeyler işte.

6 Ağustos 2011

Ters Köşe

Dün bir arkadaşla laflarken konu 12 filmine geldi, beni harbiden yerime mıhlamış filmlerden biridir, sürpriz bir festival keşfi, dolaylı olarak İstanbul vesilesiyle tanışık olduğum sayısız filmden en ... olanı. Edebi. Rus. Sorgulatıcı. Hakiki. Derken böyle bir derleme yapasım geldi, kıyıda köşede kalmış, adam gibi rağbet görmemiş, benim de öylesine hiçbir beklentim olmadan izlediğim, ama beni derinden etkilemiş filmleri listelemek ve hazır listelemişken bu filmlerin bendeki çağrışımları üzerine laflamak. Sinefil de varsa aranızda, onlara da inceden bi faydamız olmuş olur bu tavsiye niteliğindeki listemle. Düşünüyorum da bu yazıyı yazmak çelişkili bir durum aslında, benim sıfır beklentiyle izlediğim aşağıdaki filmler için ben bu yazıyı yazarak bir beklenti oluşturmuş bulundum sizde, affola. (Sabit uyarı, uyarı sabiti: Mümkün mertebe spoil etmemeye çalışıcam filmleri, bununla birlikte sağım solum belli olmaz, çok kıllanıyosanız fragmanları izleyin geçin derim.)

12:



Sidney Lumet'nin siyah beyaz olarak çektiği 12 Angry Men filmi (müsadenizle çapraşık bir tercümeyle 12 Atar Adam olarak bahsedeceğim kendisinden) bahsetttiği konu ve devrimci tekniğiyle (elin İskandinav'ının baamsız filmler çekme iddiasıyla doktriner bir çıkışla ilan ettiği Dogma tekniğini yıllar yıllar önce sessizce uygulaması vb) sinema tarihinin en kült filmlerinden biri. İşte o filmin arkadaşımın yerinde tesbitindeki gibi, coverlanması sonucu ortaya çıkan 12 filmi, the Return'le birlikte aslında bu yazıyı yazma sebebim hemen hemen. 12, 12 Atar Adam'ın merkeze aldığı hukukta masumiyet karinesi, adaletin temsili gibi tartışmalı konulara mesela Hristiyanlık, mesela Rus-Çeçen gerilimi, mesela Rusya'nın son zamanlarında yaşadığı ekonomik dönüşümün toplumsal izdüşümü gibi hepsi birbirinde çetrefilli konuları da ekleyerek hikayeyi gerçek bir yapboza dönüşüyor. Nikita Mikhalkov'un bu “Dostoyevskiyen” (öle kelime mi olur len) filmini iki buçuk saat boyunca arasız ve nefesim kesilmiş halde izlediğim günü dün gibi hatırlıyorum.

Vozvrashchenie (The Return)

Ama sadece o günü değil, Andrei Zvyagintsev'in bu ilk filmini izlediğim ve Boğaziçi Kütüphanesi'nden rica minnet cd'sini çıkartıp Deniz'e izlettiğim günü de. Vizyona girdiği zaman çeşitli övgülere mazhar olmuş bu film, basit bir baba oğul hikayesini küçük oğlun gözünden anlatırken, ters köşeleri, Tarkovsky'e saygı duruşu niteliğinde kartpostal mahiyetinde sahneleriyle insanı hüzne gark ediyor. Büyük abiyi oynayan aktörün, sanırım sette meydana gelen bir kaza sonucu hayatını kaybetmiş olması da ayrıca trajik bir durum.



Nefes

Bu filmi birçoğunuzun izlediğine eminim, gişe rakamları gerçek bir başarıydı. Bildiğiniz üzere bu da bir ilk film, Levent Semerci'nin yakın geçmişte tartışmalar yaratmış ilk filmi. Daha önce bir vesileyle yazdığım üzere, bu ülkede büyümüş bir erkek olarak, o filmde olan bitenin gerçek olduğunu biliyoruz, sinir bozucu olan, ve filmi güçlü kılan da bu. Benim beklentim açısından da ters köşe bir filmdi Nefes, ben daha hamasi bir film bekliyordum, ama askerlerin ne şartlarda görev yaptığını, onların korkularını, hayata olan bağlılıklarını ve hayattan kopukluklarını göstermesi açısından beni şaşırtmıştı.



Battle for Haditha

Size hiç duymadığınıza gözüm kapalı yemin edeceğim bir hikaye anlatayım: Irak Hadisa'da, Amerikan askerleri bir saldırıya uğrar, mayınlı saldırı sonucu iki Amerikan askeri ölür. Gözü dönmüş Amerikan askerleri misilleme olarak bir eve operasyon yaparlar. Yirmi dört sivil ölür. Silahsız. Çocuk. Kadın. Eş. Kardeş. Bu rezalet bir vesileyle ortaya çıkar. Soruşturma açılır. Bütün bunlar izlemediğinize, adını bile duymadığınıza gözüm kapalı yemin edeceğim bu filmde anlatılır.



The Prestige

Listemin en Holywood yapımı. Elimizde popcornlarla eğlenmelik bir şeyler izleme beklentisiyle gittiydik bu filme ben, Deniz, Sinan. Kanyon'da izlediydik. Ganyonda. Garılarlan. Yok beaa üç saptık, atlamayın hemen. Gecenin bir yarısı film bitmiş, biz Levent'ten yol kenarında konuşa konuşa Akatlar'a kadar gelmişiz, eve dağıldıktan sonra hala birbirimizi “olm şöle de bi şey vardı lan yakaladın mı” diye arıyoduk. Filmi o kadar beğenmiştik ki en balık hafızalımız Deniz'e bile sorsanız abicim, bu hikayeyi hatırlar. Hatırlar derken hee der, olabilir der. Fazla yüz vermez. Sıkılır. Geyiğe sarmaktan filmi anlatmadık yalnız, ters yüzlerle örülü son derece başarılı bir senaryo, görkemli sahneler ve Christian Bale, Michael Caine'ın hazır ve nazır olduğu bir başka Christopher Nolan filmi - her haliyle bir başka.



Kaç Para Kaç

Reha Erdem'in Beş Vakit'ini izlemiş ve beğenmemiştim. Hal böyleyken ulen izlemedi demesinler mahcup oluruz diye öylesine taktığım Kaç Para Kaç harbiden beni çok etkilemişti. Taner Birsel'de vücut bulan, kıt kanaat geçinen, üçün beşin hesabını yapan esnaf tiplemesinin çok gerçek olduğunu yakın çevremden biliyordum. Devamlı artan bir tempoyla ilerleyen ve sonunu kestirmenize rağmen kendini size izlettiren filmde, Tünel'deki sahneler ve vapurda geçen kovalamaca sahnesi harbiden on numaraydı.



Türev

Şaka gibi, filmin ne fragmanı var ne internet sitesi çalışıyor. O derece kıyıda köşede kalmış bir film Türev, nerden bulur izlersiniz bilemem, ben Kanal D'den çıkan DVD'sinden izlemiştim. Yurtdışında operacı (operacı ne len, opera yönetmeni her halde) olarak çalışan Ulaş İnaç'ın bu ilk filmi, kadın erkek ilişkisi üzerine, sanırım Don Kişot'ta geçen bir hikayeyi ters yüz ederek günümüze uyarlıyor. Film, Altın Portakal'da en iyi filmi alınca baya kıyamet kopmuştu. Bilhassa Nazım tiplemesinde yönetmenin umursamaz görünen, çıkarcı, entel havalarındaki erkek karakter eleştirisi ve onun üzerinden verdiği ayar buradan köye yol olur. “the Güreli” ve Deniz'le birlikte, repliklerini dilimize pelesenk ettiğimiz üç Türk filminden biridir- diğer ikisi Her Şey Çok Güzel Olacak ve Vizontele.

Le scaphandre et le papillon (The Diving Bell and the Butterfly)

Yönetmen Julian Schnabel'in gerçek hikayeye dayanan filmi, listemizin Frankafon kontenjanı. Elle dergisi yayın yönetmeni Jean-Dominique Bauby'nin, yakalandığı beyin kanaması sonucu bütün organları işlevsiz hale gelmiş, sadece tek bir gözünü kırpabilmektedir ve sayılı günü kalmıştır. Fakat bilinci hala açıktır ve hayatla olan hesaplaşması henüz bitmemiştir. Gerçek bir hikaye olmasından ötürü olsa gerek iki gün falan filmin tesirinde kaldığımı hatırlıyorum.



The Wrestler

Darren Aronofsky'nin bu modern zaman trajedisinin, ciddi bir sistem sorgulamasını bünyesinde barındırdığını tahmin ediyorum. İtiraf etmek gerekirse Aronofsky pek de hazzettiğim bir yönetmen değildir aslında, Mickey Rourke'un hızlı zamanlarına da yetişemedim, tevellüt yetmez. Fakat filmi beğenmiştim çok, o yıldızların yaldızları söküldüğü zaman parıltısız hallerine görmemize imkan verdiği için, oyuncuların kendi hayatları da filmle paralellik gösterdiği, cast seçimi bu açıdan manidar olduğu için (Sadece Mickey Rourke değil, Marisa Tomei de tam isabet bu anlamda, kendisinin 92'den bir oskarı var!), içerdiği melankoli ve naiflik için... (Bunu yazmasam olmaz, the Ram'in boş zamanlarında kasaplık yapmasının boşuna olmadığıyla ilgili bir yorum okumuştum, hem Mickey Rourke'un hem Tomei'nin karakterleri aslında kendi vücudunu, yani etini satarak hayatta kalmaya çalışıyordu.)



1 Ağustos 2011

Retorik


Yukarıdaki kayıt, Nedim Hazar'ın NTV için çektiği Hareket Halindeki Türkiye belgeselinden. Belgeselin hiçbir bölümü youtube'a bile düşmemiş, benim yayınlandığı sürede sektirmeden izlediğim ve keşke bir kez daha yayınlansa diyeceğim bir belgeseldi. O kayda iyi bakın, memleketten göç et(tiril)miş bir Ermeni'nin vatan hasretinden bestelediği melodinin insanın içine nasıl işlediğini, gerçek bir sanatçının elinde o hasretin form ve boyut değiştirmesini, bizim hikayemiz olmasını göreceksiniz, geçinmek için bilinmezliğe giden insanların yaşadığı zorlukların çarpıcılığına tanık olacaksınız. Bu ülkenin insanları, hala niye göç ediyor sanıyorsunuz sahi?