18 Şubat 2013

4.20 ve sonrası

Salondaki saat ansızın durmuş, gece 4.20de. Çok kötü. Saatin durması iyi bir şey olsaydı çünkü, depremler, ayrılık mesajları, trafik kazaları, savaş ilanları, nafile yazılmış blog yazıları gibi gecenin bir yarısında olmazdı. Evde sanırım pil yok, ben de çıkıp almaya üşendim, dolayısıyla garibim duvar saati çizgisel ve açısal olarak bir arpa boyu yol gidemedi gün boyu. Acaba saat ilerlemezse zamanın geçmiş sayılmayacağına ve böylece hiçbir şey yapmadığım bir pazar günü için hayıflanmayacağıma dair akılsızca bir düşünce bilinçaltıma yerleşip bu ataletime bir dayanak oluşturdu mu, bilmiyorum. Sahiden o kadar boş, bomboş geçiyor ki günlerim, artık sıkıntıdan suçluluk aşamasına evrilmiş durumdayım.

Yine de bütün günümün durmuş bir saatle pazarlık ederek geçtiğinden burada bahsetmemeliyim, durumun vahameti bir yana, artık dar vakitleri hesap edecek kadar kötümser yazarları kimse okumaz çünkü. Saatin durduğu zaman dilimi yüzünden hızlı karar almayı öğrendim: Gün boyunca hep on dakikam oldu karar vermek için: Tezhip yapmaya on dakika sonra 4.30 gibi başlayacaktım; masamda duran 165 dakikalık dvdyi 3 saatte izler 7.30da da teze geçerdim; haftalardır elime almadığım için başını kıçını unuttuğum kitaba 4.30da başlasam, iki saatte yüz sayfa okurdum... Her şeyim planlıydı yani benim.

Birazdan yatıcam, zaten saat geç oldu malum. Uyuyup uyandığımda groundhog day filmindeki Billy Crystal gibi aynı güne uyandığımı fark edersem, mükemmel planımın ikinci aşamasını devreye sokucam: Saati geri alıcam - zamanın durduğuna inanıyorsun da metus, geri gittiğine niye inanmayasın? Eğer planım işe yararsa var ya... Herhalde işe istanbulda başka bir işe girmekle başlarım, iki sene içinde bana yapılmış üç iş teklifinden birine evet demem yeterli bunun için. İşe girince, haliyle askere de gitmem. Hudutta Kars çayını bekleyip 20 kiloluk kömür çuvallarını katır sürüleri gibi oradan oraya taşımayınca vatan hizmetinden eksik kalmış olucaz ama, neyse onun vebali benim boynuma. Sonra herhalde seviyorum ya - gider konuşurum, en azından içimde kalmaz. Daha önce başkasıyla konuşmuştum, o zaman daha küçüktüm, bu sefer daha tecrübeliyim, daha ne. Hem iyi konuşuyormuşum, öyle derler. Öbürünün ne eksiği var, gururum bir kere daha kırılıversin yani, üzerinden kaynar su dökülmüş başımla başbaşa kaldıktan, dizlerimin bağının çözüldüğü üç dakikayı atlattıktan ve başıma gelenin ilk duyulduğu zamanki utancı göğüsledikten sonra, çok da yıkıcı olmuyor. Sonra da gider, başka bir blog açar, bir tane de pil alırım. Sonrası kolay...

13 Şubat 2013

Koruda - veya Kordonda

Gün boyunca insanların birbirleriyle gireceği ilişkiler düzene sokulmuştur. Okullarda gençler, sırf aynı yaşta oldukları için yıllar yılı aynı kişilerle aynı sınıflarda oturmak zorundadırlar. Ancak okul günü bitip akşam olduğunda, insan dilediği kişiyle birlikte olma şansına sahip olur. Askerseniz, 1.65 boyunda bir kişinin 1.95 boyundaki arkadaşlarıyla bir araya gelmesi ancak akşamları ve geceleri mümkün olabilir.
 (Geceye Övgü, Gündüz Vassaf)

Ben ve Otosandan iş arkadaşlarım, çoğunluğu taşralı, sınıf atlayabilmek için okumuş, kendince meşgaleleri, hayalleri, asabiyetleri olan, kafaları zehir gibi çalışan erkeklerden müteşekkil bir mühendis grubu – takriben on –on iki kişi falan olmalıyız- günün uzadığı, gecenin kısaldığı bir İstanbul akşamüstünde, Pendik sahildeki Kolcuoğlu’nda kebabın dibine vurduktan sonra kendimizi sahile attık. Boğaz sadece Bebek’te, Kanlıca’da, Yeniköy’de değil, orada da boğazdır, böyle de demokratik ve kadirşinastır İstanbul dediğiniz yer, umuma açıktır. (Keza tarihini Surdibindeki fakirden de esirgemez, yüksekkaldırımdaki hipsterinden de.) O gece o sahilde yürürken, anılarımızı yad eder, hatıra fotoğrafları çektirir ve öylece ağır aksak salınırken içten içe biliyorduk ki artık bizim devrimiz geçti, öyle de oldu nitekim, dört bir yana savrulduk hepimiz. Benim kısmetime, İzmir düştü…

Cemal Kafadar’dan öğreniyoruz ki, “şehir” kelimesi, etimolojik olarak Farsça’dan, ama Arapça’da aynı kökten gelen şehere’den türetilmiş bilinen bir kelime var: Şöhret. Meşhur olmak, tanınmak, bilinmek… Teşhir edileni seyretmek. Şehre bir teşhir gibi bakmak, o şekilde gezmek… İstanbul, sizi biraz da şöhretine ortak eder aslında, daha önce de yazmıştım, tarihe tanıklık ettiğiniz hissine sizi iyiden iyiye inandırır. Orayı gezerken sevdiğinizle birlikte o şehri seyreder, o şehirde var olur, orada meşhur olursunuz. İstanbulun, etimolojik olarak “stin-poli”den geldiğini, onun şehre doğru demek olduğunu da hatırda tutalım… Yani, şehir kelimesinin hakkını en iyi İstanbul verir bu memlekette, etimolojik olarak da, mecazi olarak da… Oradan döndüyseniz, dışarıdasınız, şöhretten uzaksınız, emsal olsun diye söylüyorum, bir zamanlar üç büyüklerde şansını denemiş ama tutunamamış bir topçu hissiyatındasınız. Ancak İstanbul üzerinden bir kıyasla var olabilirsiniz… Daha az görünmeyi, daha az şöhreti, daha az seyredilmeyi kabullenseniz iyi olur. (Ben, zaten çok dikkat çeken birisi değilimdir yabancı bir ortamda, artık daha da az görünür kılmış olmasından beni İzmir’in, memnunum şahsen.)

Dün Kordon’da alelade bir birahanede işten hepsi tabi ki erkek çocuklarla demlendiğimiz bir gecenin sonunda, sahilde yürürken Fatih’e o günü hatırlatıp yaşadığım dejavu hissinden bahsettiğimde, hatırlamamdan duyduğu hayretini gizleyemediğini mutlulukla gördüm. Halbüse ben, sadece mutsuz olduğum anları değil, mutlu olduğum anları da detayıyla ve net olarak hatırlarım. Çok parlaktır çünkü onlar belleğimde... ve çok derin. Ufak maraz şuradan doğar ki, benim hatırladığımı, başkası aynı şekilde hatırlamaz genelde. Mevzu, işte burada çetrefillenir: Doğru hikayeyi kimin anlattığı nasıl anlaşılır acaba?

Ryunosuke Akutagawa’nın Rashomon isimli hikayesinde (Türkçeye Bilge Karasu tarafından çevrilmiş ve Akira Kurosawa tarafından 1950’de beyaz perdeye uyarlanmıştır.) koruda işlenen bir cinayetin tanığı bir kız, sanığı bir hırsız, ve maktülü kızın kocası aynı hikayeyi ana hatlarına sadık kalarak, ama önemli detaylarını kendilerine yontarak verirler ifadelerini polise. Bu basit ve kısa hikaye, gerçeğin algılanmasının ve çarpıtılmasının ne kadar çeşitli olabileceğini gösteren mükemmel bir örnektir aslında, bir haftadır bu film kafamda dönüp dönüp duruyor. Benim hikayem bir koruda değil, sahilde geçiyor, ama fark etmez. Ya diyorum, o anlattığım bu ve benzeri hikayeler, hiç o kadar keskin olmamışsa, ben sırf biraz daha görünebilir olmak için onları allamış, pullamış, uydurmuşsam, beni bağışlayabilir misin ey okuyucu?

(Bilge Karasu’nun Rashomon çevirisi için: http://www.tdkdergi.gov.tr/TDD/1959s89/1959s089__24_B_KARASU.pdf)