26 Temmuz 2011

Dağınık

Gökhan Özgün, Taraf'ta yazmayı bırakma kararını Ahmet Altan'a açıkladıktan sonra, Ahmet Altan'ın babasının bir sözüyle mukabele ettiğinden bahseder, matbuat alemindeki -benim bildiğim- son yazısında: İnsanlar açlık grevine tokken karar verir. Geçmişimdeki son dokuz seneyi, tırnaklarımla kazıya kazıya oluşturduğum arkadaşlıklarımı, uğruna nice çileler çektiğim yüksek lisans programını, kozmopolit bir kent tasavvurunu ve o kentte süreceğim mutlu, basit hayat tahayyülünü şak diye terk etmemi daha iyi açıklayacak bir söz olamaz herhalde. Bellatrix'in hakkı varmış, gitme fikri bir kere geldi mi, hakikaten gitmezmiş.

Tartışmalı bir ifade olacak, kimseyi rencide etmek için söylemiyorum ama Türkiye'de benim için iki şehir var: İstanbul ve taşrası. Haliyle dakka bir gol bir İzmir güzellemesine falan giremeyeceğim, ileride belki bir gün ben de bu şehri severim, (o zaman onu da yazarım, söz) sevginin, insanın içine zamanla nüfuz eden bir hissiyat olduğuna inanageldim hep. Halbüse sevda öle mi? Sevda ne bahsetmedim di mi hiç? Ben de Sevan Nişanyan'dan öğrendim, melankoli, siyah gibi anlamları var Arapça'da (Hacer-ül Esved'i İslam tarihine meraklı olanlar hatırlayacaktır, siyah taş demek mesela. Esved~Sevda kökteş...) Melankoli de, İzmir'e değil, İstanbul'a ait bir duygu olabilir ancak, benim diyen İzmirli buna itiraz edemez sanırım. Neyse bir şehri sevmek de az şey değildir be, sevdalanmak kadar olmasa da. Bir nokta daha var sevda bahsine dair, sevda, dişil bir sıfat. Yani ancak bir kadına sevdalanabilirsiniz demek oluyor bu, şehir bağlamından ait olduğu bağlama getirirsek konuyu. Anladın sen anladın.

Aşağıdaki fotoğrafın Çeşme'de çekilmiş olması bir tesadüf olamaz sanırım, bir Ege kasabasının vaat ettikleri var o karede: Temiz bir kumsal, asude bir sahil, pırıl pırıl gökyüzünde gurup manzarası, balıkları taze, hizmeti ve şekli vasat bir mekan-Fethi'nin Yeri. Uğur'larla son yemeği orada yemiş olmamız da ironik olmuş di mi güntekin.

Benim için İzmir şehrinin insan olarak vücut bulduğu şahsiyet Çeşmeli Büyük Mustafa, Mustafa Denizli'dir: Sakinliğiyle, pozitifliğiyle, devrimciliğiyle, davranışlarındaki asaletle tuttuğum takıma başkan olarak görsem mutlu olacağım bir centilmen. Ama ne kadar konduramasam da bilirim ki Mustafa Denizli aslen tembeldir, çalışmayı sevmez, parlak başarılarının yanında ciddi başarısızlıkları vardır, oynattığı futbol modern, gösterdiği performans istikrarlı değildir. Yine de bunlar Denizli'nin “büyük”lüğüne halel getirmez, en azından benim için.

İzmir'e olan hissiyatım biraz çetrefilli anlayacağınız, bu bloga bu kadar dağınık bir yazıyı da hiç yazmamıştım, ruh halimin aksi olarak mazur görün lütfen, pek alışık değilim İzmir'e dair yazmaya. Belki Uzun İhsan Efendi gibi, onun kalibrede olamaz tabi ama, uzaktan uzaktan size İstanbul'u anlatmaya devam ederim, fena da olmaz hani şehrin suretinde sevdiklerimi yad etmek, temerküz eden özlemimi bilvesile deşarj etmek. Fena olmaz.

19 Temmuz 2011

Vasiyet

Doksanlar. Ahmet Kaya'nın Magazin Gazetecileri Derneği ödül töreninde, Kürtçe klip çekeceğini ilan etmesinin ve akabinde yaşanan hedef gösterme operasyonlarıyla maruz kaldığı toplumsal lincin sonucu olarak ülkeyi terk etmesinden sonra (Hrant mesela, Kürşat Bumin'in deyimiyle bu ülkeyi terk etmemesinin bedelini ödemişti.) bir telefon konuşması, hattın öbür ucunda Yusuf Hayaloğlu var. Telefonu kapatırken Ahmet Kaya, “o orospuyu da benim için öp” demiş, İstanbul'u kast ederek. O şehrin kıymetini bilin, kıymetini bilenlerle -benim için de- yaşayın bundan sonra.


14 Temmuz 2011

Siyah Ulan!

Beşiktaş Başkanı Yıldırım Demirören'in Beşiktaş aklanana kadar kupayı iade etme kararı aldığı şu an NTV'de flaş haber olarak geçiyor. Bu takımın, efsane 2-1'lik Liverpool maçından beri, beni bu kadar gururlandırdığını hatırlamıyorum. Demek ki benim her fırsatta salladığım Demirören bile, bu kulübün değerlerinin ne demek olduğunu henüz unutmamış. Demek ki başarının her şey olmadığı bir kulübe taraftar olmak bir hayal değilmiş. Demek ki bir taraftar grubunun öncülüğünü yaptığı bir kampanya boşlukta yankılanmaya mahkum değilmiş. Demek ki gerçekten demokratik ülkelerde olduğu gibi, kamuoyunun ve taraftarın hassasiyeti, takım mevzubahis olduğunda kaale alınabilirmiş. Bu kararda emeği geçen herkesten Allah razı olsun!

Bu Ülkede, Bir Blog Yazarı

Bu ülkede bir takım tutarsınız. Takım tutmaya başlama yaşının yedi olduğu bir ülkede, bu tercih ne kadar bilinçli olabilir di mi. Biraz ailenin erkeklerine tepkisellik ve inat olsun, biraz da o zaman fırtına gibi esen bir takımın etkisiyle yaparsınız seçiminizi. Şampiyonluğu averajla kaybettiğimiz 8-0 biten Ankaragücü-GS maçı oynandığında on yaşında falandım herhalde, bakamadım şimdi biraz sinirliyim, çok da önemli değil zaten. O benim bu hayata isyan ettiğim ilk andı. Mercimek kadar beynimle, ortada bir haltlar döndüğünü hissediyor, ama hiçbir şey yapamıyordum. Benim bildiğim farklı biten maçlarda goller genellikle maçın sonlarına doğru olurdu, mesela bizim 8-0'lık Liverpool maçının ilk yarısı 2-0'dı. (Keza 6-0'lık Fener-GS maçının da) Fakat mesela o Ankaragücü maçında ilk yarı 5-0 bitmişti. O takımın yabancı kalecisinin maçın devre arasında daha maç bitmeden ülkesine gitmek için maçı terk ettiğini yazıyordu gazeteler. Neyse şimdi eski mevzuları deşmeyelim, demek istediğim şu ki bu takımı önce tuttum sonra sevdim ben. Zaman içinde anladım ki diğer iki takımdan farklıydı Beşiktaş. Daha mütevazıydı, semt takımıydı vs. defaatle anlattım bunları. Bir husus daha var, hep haksızlığa uğradı, bence. Tecrit edilmek, yok sayılmak istendi. Hakir görüldü, asıl rekabet FB-GS arasındaydı, bu dingiller niye yancı oluyo minvalinde muamelelere maruz kaldı. O stadda işlenen cinayet taraftarın barbarlığına delalet olarak gösterildi. Halbüse o olaydan mesela iki ay sonra Fatih Çarşamba'da bir kişi caminin içinde şeyhin birine saldırmaya teşebbüs etmiş, akabininde cemaat tarafından linç edilmişti. Taraftarın da bu ülkenin bir vatandaşı olduğu, bu ülkenin insanlarının niye bu kadar kolay provoke edilebildiği, şiddete eğilimli olduğu hiç konuşulmadı. Hiç.

Bir Türkiye Kupası Finali izledik askerde, asker anısı anlatmama konusunda yeminim var, bozayım: O zaman ben üç falan sayıyodum herhalde. Maçı izlememiz yönünde o geceki nöbetçi yüzbaşı tarafından kesin emir var, aksi gibi maç saati de adamın devriyesiyle çakışıyor. Zaten o aralar her hafta kıldan tüyden sebeplerle birileri cezaya gidiyor taburda, göt korkusundan iki erketeyle izliyoruz maçı, subay gazinosundan archvillain'i de aldık hatta. İttire kaktıra penaltılarla falan kazandı Beşiktaş. Şimdi diyorlar ki o maç şaibeliymiş. Hayatında cep telefonu olmamış, emekli maaşıyla geçinen Seba'nın takımına bak sen... Sanki biz o takımı kupa kazanıyor diye tutuyoruz. Sanki o takım orta sıralara oynarken, on beş senede iki kez şampiyon olabilirken tribünleri dolmadı. Sanki memlekette Yıldırım Demirören ve şürekasından başka bu takımı yönetecek adam kalmadı.

Cem Dizdar bir hikaye anlatmış, ben de askerde öğrendim. Sevdiği bir kız varmış, ama nasıl yapsa da aşkını ilan etse bilememiş. Kapalı-üst'e iki bilet almış, su mesajı atmış kıza: Kalbimdeki ve staddaki yerin seni bekliyor. Ne cevap vermiş biliyor musunuz kız, “arkadaşımın doğum gününe gidicem” demiş. Bu kadar sıradan bir cevap olabilir mi Allah aşkına? Cem Dizdar maça gitmiş, tabi ki tek başına. Yenilmiş Beşiktaş. “Kendimi Yakup 2'de içerken buldum” diye anlatırmış Cem Dizdar hikayenin devamında. Bunun gibi bir sürü örnek döşenebilirim buraya. Şimdi takımla böyle bir rabıtası olan bir taraftar güruhuna, böyle bir vebali nasıl anlatmayı düşünüyor acaba bu takımı yönetenler?

Bu ülkede, bu devirde bir kızı seversiniz. O sizi sevmez. Bu her devirde, her ülkede olur. Başınıza gelenle yaşarsınız, nedir yani di mi. İyi de bir sene boyunca, askere gidip geldiğiniz süre de dahil olmak üzere bir hoş geldin beş gittin mesajının bile sizden esirgenmesi ne demektir? Bunu hak etmek için ne yapmış olabilirsiniz?

Bu ülkede bazen bütün bunlardan sıkılıp, kendi kabuğunuza çekilirsiniz. Haftasonu evden dışarı adımınızı atmazsınız. Zaten çalmayan telefonunuzu siz de kullanmayıverirsiniz, dışarı çıkınca da sessiz, mahsun bir kıyıda oturursunuz arkadaş çevresinde. Ama bu ülkede mutsuzluğunuzu yaşamanıza bile izin verilmez. Çevreniz muhakkak ki iyi niyetle, ne olduğunu sorar. Niye üzgünsünüzdür. Normaldir ki, sizin canınızı sıkan şey, başkası için mevzu değildir. Birilerine durumunuzu açıklamak zorunda bırakılırsınız.

Bu ülkede, bir inanca sahipsinizdir veya her neyse. Bu tartışmaya girmeyelim. Gazetelerin çarşaf çarşaf yazdığı haberlere göre sizin bağlı olduğunuzu söylediğiniz dinin şeyhi iddiasında olan bir insan evladı, kendisinden teşvik primi ile ilgili icazet isteyen eşşek kadar adam olmuş bir futbolcuya, caizdir evladım der. İmam bu kadar ishalse, cemaatin sıçtığı bok nereye varır gelir dersiniz. Kim bilir bu insan evladı, başka ne haltlar yiyor, bunu düşünmek bile istemezsiniz.

Bu ülkede, yukarıda anlattıklarımın bir kısmı olmamış olabilir. Zaten yazdıklarınız dar bir zümre hariç kimse tarafından okunmaz, yazdıklarınız da kendi öfkenizi kusmaktan başka hiçbir işe yaramaz. Tayfur Havutçu, Serdal Adalı, Beşiktaş camiası temiz olabilir. Bilmemiz gereken kadarı, birörnek haberlerle, sızdırma ifşaatlarla enjekte edilmekte bize. Usulca. Alçakça. Temizliğe kalkışıldığı söylenen işte bile çakallık, hedef göstermeler, itibarsızlaştırma operasyonları diz boyu. Bana bir mesajı çok gören kıza farkında olmadan çok yanlış bir hareket yapmış olabilirim. Daha önce yapmadığım şey değil. Şeyhe yapılan isnat tamamen yakıştırma olabilir, bu tip asparagasları az yutturmadılar bize. Ama şahıslar önemli mi? Sizin de burnunuza pislik kokuları gelmiyor mu? Bu ülke, sizi de isyana sürüklemiyor mu?

11 Temmuz 2011

Üç alıntı bir blog yazısı

Not: Aşağıda okuyacağınız yazı, Gökhan Özgün'ün 14.06.2008'de Taraf'ta neşrettiği bir metin. Önce bunu beraber hazmedelim, kafayı toplayabilirsem şike mevzu hakkında ukalalık etmekten geri durmama niyetim var. Velev ki bu niyet amele dönüşmezse, bununla idare ediverin, zaten bu kadar iyisini zinhar yazamam.

Bir futbol yazısı da benden

Futbola hiçbir ilgi duymayanlar bende hüzün duygusu uyandırır. Hiç su içmeden yaşayan bir dostum vardı bir zamanlar, su yerine çay, kahve, bira içerdi. O da bende aynı hüznü uyandırırdı.

Bir de futbolu vahşi ve ilkel bulanlar vardır. Onlara göre futbol neredeyse bütün kötülüklerin anasıdır. Gözü dönmüş milliyetçilik, vahşet, kötü olan her şey sanki stadyumdan memlekete yayılır. Bu kişilerden ise kendimi uzak tutarım. Bunlar hakikatin kör noktasında ikamet ediyorlardır. Bunlar eski Roma arenalarına benzetirler bir futbol stadyumunu. İnsanların ağızlarından kan damlayarak vahşete ortak olmaya geldikleri bir yere. Bu insanlar bilmek istemezler ki, eski Roma’da insanlar arenaya vahşet değil, adalet görmeye gelirlerdi. Arena bir kölenin özgürlüğü için savaşma imkânı olan tek yerdi. O zamanın o pis kokusu ve havasında arena, maalesef adalete en yakın yerdi. Futbol da öyledir. Adalete en yakın duran şeylerden biridir.

Futbolda milliyetçiliğin aymazlığı, densizliği, adaletsizliği öyle çok tutunamaz.

Milli takıma bir yabancı, bir siyahî insan alırsınız, ‘bir futbol yazar bozarı’, Türk takımında Türk olmayan bir yabancıyı hazmedemiyorum diye yaygara koparmaya girişir. Daha cümlesi bitmeden zavallının, sesi boşlukta kaybolur gider. Futbol yoluna devam eder. En ‘milliyetçisi’ bile, futboldan gözlerini ayıramaz, bu zavallıya yüz çeviremez. Aradığı teveccühten mahrum kalan bu Türk İnsanı, başını öne eğer, sesini keser. Onun bu böğürmesi, Türkiye Türklerindir gazetesinde bile yankı bulmaz. Futbol yürür gider.

Futbol yürüdü gitti. Biri Brezilyalı, iki tane siyahî futbolcu var Türk milli takımında. Karşısında Portekiz milli takımı. Orada da Brezilyalılar var. Almanya Polonya maçını, Almanya, Polonyalı oyuncusunun attığı gollerle kazanıyor. İsviçre’nin Türkiye’ye tek golünü bir Türk atıyor. Gol pasını da bir Türk veriyor. Milletler artık bir formadan ibaret. Milliyet ise hemşerilik gibi, belki hâlâ kuvvetli bir duygu, ama birçok kişi için sadece bir süs. Futbolumuz konuşmadan, tartışmadan, uzlaşmadan, dahası hiç vakit kaybetmeden bu durumu iyi kötü kavrayıverdi.

Yan mesleği imparatorluk olan antrenörümüz Fatih Terim bile, bu milliyetçiliğe gönül indirmedi. Hiç ikiletmeden, bir yabancıyı, Aurelio’yu takımın kalbine yerleştirdi. Yoksa ‘ölçüsüz milliyetçi’ Fatih Terim vatanı satan bir liberal mi? İşte Türkiye’nin liberalizmden anladığı.

Fatih Terim liberal mi, milliyetçi mi, kemalist mi bilmem ama, Fatih Terim Avrupa’da para ediyor. Avrupa’da saygı görüyor. Çünkü onlarla aynı basit oyunu, aynı basit kurallarla oynayabiliyor ve kazanabiliyor.

Demokrasi denen basit kurallı, basit oyunu, onlarla aynı sahada bir türlü oynayamayan Deniz Baykal kaç para eder Avrupa’da? Beş para etmez. Sosyalist Enternasyonal onun konvertibilitesini çoktan tahtadan kaldırdı. Alevileri tanımamakta ısrar eden bir AKP kaç para eder? Cemil Çiçek Avrupa’da kaç para ederse, tam o kadar eder.

Şimdi dünyada beş para etmezleri burada başımıza taç etmek milliyetçilik oluyor. Onlara müstahakkını vermek istemek ise liberalizm.

Avrupa’da da liberal var, milliyetçi var, sosyalist var. Ama bunların hiçbiri oynadıkları oyunu 50 yıl öncesinin sahasında oynamıyor. Bugünün Avrupası’nda oynuyor. Bugünün Avrupası ise 50 yıl öncesinin Avrupası’na göre 50 misli daha liberal bir zemin.

Ulus devlet ve onun engebeli, çamurlu zemini oyunu çirkinleştirince, oynanmaz ve seyredilmez hale getirince, Avrupa zemini yeniledi, baştan sona liberalleşti. Yalnızca sınırları açmak bile 50 yıl öncesinin Avrupası için neredeyse hayal edilemez büyüklükte bir liberal hamledir.

Dikkat. Dikkat. Zemini liberalleştirmekle oyunu liberalleştirmek arasında dağlar kadar fark vardır. Zemini liberalleştirmek toprak sahadan çim sahaya geçebilmektir. Safkan ‘askerler’den oluşan takımı insanlardan oluşan bir takıma çevirebilmektir. Oyuncularının, antrenörlerinin ve hakemlerin değerini dünyanın en iyilerine denk kılmaya çalışmaktır. Oyunu liberalleştirmek ise bambaşka bir şeydir. Mesela ofsaydı kaldırmaktır. Bir de oyunu değiştirmek var tabii. O da, 9 kuralı 18 kurala çıkarmaktır. Hakeme istediği takımın formasıyla sahaya çıkma hakkı tanımaktır.

Zemini liberalleştirmek isteyenlere bütün oyunu liberalleştirmek istiyor muamelesi yapılmasıysa yalnızca memleketimde yenip yutulacak bir pespayeliktir. Futbolu asla hor görmeyin. Futbola yediremedikleri pespayelikleri hepimize her gün yediriyorlar.