"Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız."
Oğuz Atay - Günlük
Rüya, Nişanyan’a
göre arapça “rey”den geliyor. http://nisanyansozluk.com/?k=r%C3%BCya)
Rey, görüş, kanı demek. Rüyayı da bu bağlamda “görme, hayal” olarak
çevirebiliriz, bundan zaten, Nolan’ın Inception’ı vesilesiyle daha önce
bahsetmiştim. Bahsetmediğim, Sünni İslam teolojisinin, (tersten okunuşla dogmasının)
zannımca bir numaralı mimarı Gazali’nin yorumu. “Nasıl ki”, der, “insan
rüyadayken başka bir alemde olmasına rağmen, uyanana kadar ‘gördüğü’ alemi gerçek zanneder, işte günlük hayatımız
da bu çeşit bir rüya olabilir. Belki biz bir rüyada yaşıyoruz, ve hiç uyandırılmıyoruz.
Ta ki ölene kadar.” (Bana Freud demeyin, sevmem, seveni de sevmem.)
Bazı rüyalardan
uyandırılmazsınız, bazılarındansa uyanmak istemezsiniz. Bulunduğunuz ortam o
kadar gerçek, başınıza gelenlerse bir o kadar olanaksızdır. Benim bu sabahki
rüyam gibi. Sabahın kör karanlığında rüyamı çok net hatırlıyordum, uzun kış
gecesinin karanlığında hatırladıklarımsa daha flu: Yine her zamanki kalabalık
toplaşmalarımızdan dağılıyoruz, en son benle Yaprak kalmışız, bir arabadayız, o
kullanıyor arabayı. (Gerçekte o da araba kullanmaz.) Yaprak “ya aslında
sinemaya gitsek olur ama geç olmuş napsak ki”, falan diyor bana. O diyor! Eski
zamanlardaki gibi. O son bir bir buçuk senedeki buğz yaşanmamış gibi. Gidiyoruz
bir tatlı yiyoruz benim teklifimle. Alelade bir gün işte. Sonrasını
hatırlamıyorum, uyandım sanırım. Erken uyanıyorum da biraz, üzerinize afiyet.
Romantik şeyi bozduk sanırım, kusura kalmayın. Mevcut blog akımlarından
gerçekçiliği temsil ediyorum.
O rüyanın
gerçeğin hepsi değil ama bir parçası olduğu zamanlar da vardı. Hani Al Pacino “there
were times I could see you know” der ya Scent of a Woman’daki tiradında, öyle.
O günlerin birinde, İstanbul’un en sevdiğim muhitinde, Beylerbeyi’nde, bir balıkçıya
gittik. Mekanı ben seçmiştim ve daha önce gitmemiştim. Boğazın bir sokak
paralelinde, yaşlı bir incir ağacının altında, saatlerce oturduk. Ben, o, bir
de yakın bir arkadaşım, adı Attila olsun. Oturduk ve üşüdük. Üşüdük ve
konuştuk. Durmadan. Muhabbet ilerledi, ilişkilere geldi. Benim olduğum masada
muhabbet aslında o kadar ilerlemez ama, İstanbul’un, mekanın ve rakının etkisi
diyelim. Biraz Attila’yla paslaştık konuşurken, yaparız arada, eski
arkadaşınızla hızlıca geçtiğiniz ve çevrenizin dahil olamadığı, zorlukla takip
ettiği bir frekans vardır ya, Xavi’yle İniesta’nın pas bağlantısı gibi bir şey,
hemen yakaladık onu. Sistematiğimiz ve teorimiz çok başarılıydı aslında, birçok
konuda da hemfikirdik. Yaprak da şaşırdı garibim, bir bana bakıyor, bir Attila’ya.
“İyi de” dedi, “bu kadar düşünürseniz olmaz ki, kafayı yersiniz.” “Ne sandın Yapraam?”
diyemedim. Sadece onaylar bir bakış attım.
Bu kız hakkında artık
pornografik yaftasını kolayca yapıştırabileceğimiz teşhir seviyesine gelmiş ve
hepsinde ona farklı müstear isimler taktığım onca yazı, çok yakın bir iki
arkadaşıma bahsettiğim onca anı, üzerine kafa yorduğum bunca vakit olmasına
rağmen, bütün o bir –iki senenin, gerçekliği tartışmalı flu bir rüya haline
gelmiş olmasını, hala hazmedemiyorum. Ondan gelecek bir haberi, mesajı veya
telefonu bekliyorum. Veya bu rüyadan uyandırılmayı. Bu uyku, bende sersemlik
yaptı çünkü.
Nefes - Vatan Sağolsun: Gören Karakolu, 8.
Hudut Taburu’na bağlı beş karakoldan biri ve Ermenistan sınırına 600m
mesafededir, çıplak gözle karşıdaki Ermeni köyünü ve iki köşede, Rus askerlerin
konuşlandığı Ermeni karakollarını gözleyebilirsiniz.Hudut taşı nedir bilir misiniz, sınırı ayıran taşa verilen addır hudut
taşı. Bildiğin taş, boyanır kırmızı beyaza. Numaralandırılır. 138 ila 141 arası
hudut taşı o karakolun mıntıkasıydı yanlış hatırlamıyorsam. Orası, vatanın en
uç toprağıdır. Tamamı şantiye halinde olan, sadece siperlerin bulunduğu, er
gazinosunun iki masa, 41 ekran bir televizyon ve odun sobasından müteşekkil
olduğu, içecek suyun, yenecek karavananın aşağıdaki karakoldan geldiği,
kanalizasyonun bulunmadığı bu karakolun personeli dört ay boyunca günde dört
saat -20’nin altında nöbet tutan yirmi küsur asker ve başlarında 24 yaşında bir
teğmenle ayağında iki mermi olan yarıdeli bir uzman. 650000 silah altındaki
asker arasından iyi piyango. Bana vurmadı, ben bir yirmi kilometre kadar
şanslıydım, ama ne kadar iyi olduğunu, ben kestirebiliyorum. Siz, o piyangonun
ne menem bir şey olduğunu anlamak istiyorsanız bu filmi izleyin. Otuz senedir,
Türkiye’nin bir bölgesinde ne Gören’ler olduğu, askerliğini oralarda yapan ülke
evlatlarının neler gördüğünü anlamak için. Birileri nutuk çekerken, fakir başkalarının
nasıl öldüğünü görmek için. Türkiye’de bedelli, daha önce yok mu zannediyordunuz
yoksa?
Letters from Iwo Jima: Japon kültüründe
kurban olma ve onuru için intihar etmenin vakayı adiye olmasından mütevellit,
İkinci Dünya Savaşı sonlanınca kitlesel intiharlar furya haline gelmiş. (Bir
diğer örneği de Almanya’da, Hitler’in peşinden intihar eden Alman sayısını bir
yerlerde okuyunca kulaklarıma inanamamıştım) Japonya’da savaş bittikten yıllar
sonra bile, savaşın devam ettiğini zannedip, düşmanla çarpışmayı bekleyen
askerler olduğu da tarihi bir gerçek. Clint Eastwood’un bu iki realite üzerine
inşa ettiği ve empatinin dibine vuran filmi, bence üstadın hak ettiği ilgiyi
görememiş filmlerden biri. Holywood’un Japon büyükelçisi olmuş Ken Watanabe’nin
Japon general rolünde döktürdüğü bu film bizi İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna
götürüyor ve kaybeden psikolojisini, yaşamanın anlamsızlaşmasını Japon askerlerin yazdığı mektuplar üzerinden gözler önüne seriyor. Bu film, Flags of Our Fathers’la birlikte çekilmiş, o filmde
de, Amerikan zaferinin alametifarikası olmuş fotoğrafın nasıl bir mizansen ve
dümenle çekildiğini kafamıza çakmıştı. (O da bundan kötü film değildir, ben
Japonlara hissettiğim yakınlıktan ve Ken Watanabe sempatisinden mütevellit
listeye aldım Iwo Jima’yı…)
Full Metal Jacket: Kubrick pek
tarzım değil, ama bu filmin ilk yarısı bir nakış gibi işlenmişti beynime. Antimiliterliğinin
yanında insan psikolojisini en iyi anlatan filmlerden biri olduğu için de beni
çok etkilemiş bir filmdir. Mizacı askerliğe yatkın olmayan bazıları için, hikaye
çok tanıdık gelecektir. Bizim gazinoda denk gelince, güç bela bir on dakika
erlere izletmiş, çocuklarda belli belirsiz bir sırıtışa rast gelmiştim.
Başınızdan geçen kötü şeylerin, başkalarının da başından
geçtiğini/geçebileceğini gördüğünüzde, yalnızlıktan kurtulmuş olmanın verdiği
rahatlama hissi vardır ya, o ifadeyi suratlarında görmüştüm. Askerlik her yerde
askerlik kafası.
Platoon: Vietnam Savaşı’yla ilgili sarsıcı
filmler listesinde zirveye oynayan bu film, bir çoğu o zaman sabi
diyebileceğimiz yıldız adaylarından oluşan kadrosuyla, Willem Dafoe’nun
tertemiz oyunculuğuyla, askerlerin içindeki husumetin nasıl
dışavurulabileceğini göstermesiyle alanında artık bir klasik, diyip keseyim, fazlası
spoilere girer zaar. Ha bir de Barber's Adogio for Strings de iyi şarkıdır.
The Deer Hunter: Filmin mottosunu "askerler tek bir atış için yaşarlar. Hayatlarında da savaşta da" diye özetleyebiliriz sanırım. Vietnam Savaşı'ndan dönen bir asker arkadaş grubunun Amerika'nın taşrasında hayata tutunmadaki
başarısızlıklarını anlattığı film, Christopher Walken’ın unutulmaz Rus ruleti
sahnesi için bile izlenir. Hükümet gibi Meryl Streep, sniper Robert de Niro da
cabası. Filmde geyiğin bile oyunculuğundan etkilenmiştim öyle diim ben size.
"1984 senesinin Eylül
ayında, üzerimde yeni alındığı için iyice sert olup bedenime oturmayan kot
pantalonum, Converse taklidi bez pabuçlarım ve annemin ördüğü kırmızı kazak
olmak üzere kendimi Boğaziçi Üniversitesi’nin göbeğinde bulmuştum.
Kayıt günüydü. Ortalık cıvıl cıvıldı. Herkes birbirini
tanıyor gibi görünüyordu. İnsanların yürüyüşlerinde bile bir hafiflik vardı sanki.
Bundan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Kıyafetleri de bu rahatlığın ifadesi
gibi görünmüştü bana. Rengarenk etekler, gümüş takılar, aldırışsız bir şekilde
omuzlara atılmış eşarplar gırla gidiyordu. Halka küpeler takmış ve dalgalı
saçlarını köpek başı modeli kestirmiş bir kıza Kırmızı Salon’un nerede olduğunu
sordum. Yan yana sıralanmış binalar arasında belirsiz bir yeri işaret etti.
Meydanı boydan boya geçerken, sağlı sollu dizilmiş sohbet eden öğrencilerin
bana bakıp gülüştükleri hissine kapıldım. Herkes pek güzel pek alımlıydı.
Hepsi, o zaman “Orta Saha” dediğimiz o meydanda doğmuş gibi görünüyordu. Oysa
benim hafifçe yamuk kesilmiş kahküllerim bile kale arkasından bir yerlerden
geldiğimi söylüyordu.
Sonra kayıt bitti, okul başladı. Bütün bir hafta boyunca, hiç
tanımadığım insanlarla aynı odada uyudum, sağını solunu bilmediğim bir binada
derslere girdim, başka kızlarla beraber tedirgin bir şekilde banyo sırasında
bekledim, hangar gibi bir yerde birbirine çarpılan metal tepsilerin gürültüsü
içinde tadı bir şeye benzemeyen yemekler yedim.
Ama okulun ilk haftasında bana en çok koyan şey, annemin
ördüğü o kırmızı kazakla ortalıkta dolaşıyor olmaktı. Kimse el örgüsü kazak
giymiyordu. Ayrıca benimki o kadar parlak bir kırmızıydı ki, yolda bağırarak
yürüsem ancak bu kadar dikkat çekebilirdim.
Bir hafta süren vicdan muhasebesinin sonunda, kırmızı kazağı
katlayıp bavula yerleştirdim. Annem onu çok uğraşarak örmüş, hatta ben
seviyorum diye saç örgüsü motifi bile koymuştu. Fakat ben de çok zor
durumdaydım. Ortalıkta bayrak gibi dolaşmaya daha fazla dayanamayacaktım.
Sömestre tatilinde eve döndüğümde, annem yurtta üşüyüp üşümediğimi sordu. Ona
kazağımı giydiğimi söyledim. Sesim hiç titremedi. Kendim bile şaşırdım buna.
O kazak hala duruyor. Charles Bovary tecrübemin somut bir
kanıtı olarak. Fakat biliyorum ki sadece bu değil, başka şeyler için de
tutuyorum onu. Çocukluğun taşrasını geride bıraktığım günleri hatırlattığı için
mesela.
Ya da her ayrılığın aslında bir ihanet olduğunu öğrettiği
için.”
Meltem Gürle, Kırmızı Kazak, Birgün,
14.11.2011
İyi yazıyı
kötüsünden nasıl ayırt edersiniz? Düşünmediğinizi düşündürtmeli bence. Daha
önce baktığınız bir şeye başka bir perspektif açmalı, Borges Dostoyevski için
boşuna “onu okumaya başlamak denizi ilk kez görmeye benzer” dememiş. Dostoyevski’nin
sizdeki ilk etkisi, ahlak anlayışınızı sorgulamanıza vesile olmaktır, Suç ve
Ceza’yı okuduğunuzda, seküler bir ahlak olabilir mi, ahlak kişinin içinde
bulunduğu duruma göre çeşitlenebilir mi gibi sorular sizin peşinize takılmıştır
bile. Artık denizi görmüşsünüzdür, kaldırma kuvvetini inkar edemezsiniz. Bir de
anlatılan kendi başınızdan geçen bir hikayeyle kesişiyorsa, hayranlıkla karışık
bir öfke bile duyabilirsiniz yazara. Sanki yazarak kendi hayal dünyasını kayda
geçmiş değil, sizin bir sırrınızı faş etmiştir. Faş ederek helalleştiğiniz
geçmişinizin bir parçasını daha iyi, daha başka anlatmıştır. Meltem hocamızın
yukarıdaki yazısının bende hissettirdiği tam olarak buydu işte. Defaaten
teşebbüs edip, bu kadar açık anlatmaya yaklaşamadığım duyguları yarım sayfada
anlatmış, beni kurtarmıştı adeta. Sanki 1984 gününde o meydanda o kırmızı kazakla
dolaşan Meltem Hoca değil bendim, o yağmurlu 2002 ağustos günü ise bir dejavu
yaşamıştım. Taşralı dejavusu da bu kadar olur afedersin
Tabi o dejavunun
sonrası var. Dokuz sene İstanbul’da yaşadıklarım. Yazdıklarım, yazacaklarım,
hiçbir zaman yazmayacaklarım. Hikayenin ikinci kısmı. Yine yukarıdaki hikaye
gibi, benim çocukluğumu “offf” dedirtecek kadar iyi betimlemiş bir filmden,
Dedemin İnsanları’ndan çıktıktan sonra cumartesi günü, ömrü hayatımda
gitmediğim, sevmediğim Nişantaşı’nda adeta bir mezunlar gününü, Boğaziçili
geçidini masanın tam ortasından temaşa eylerken ben, arada öyle dalıp gittim. O
dalgınlıklarımın birinde gördüm onu, pek değişmemiş. Ben, kulağıma üflendiği
halde gelmez diye düşünmüştüm, görmemeye alıştırmıştım kendimi, gelince biraz
afalladım, ama o hepten şaşkındı normal olarak. Üç senelik tanışıklığın, onca
dışarı çıkmaların, mailleşmelerin, arkadaş grubuyla seyahate çıkmaların hatrını
da öğrenmiş olduk: Bir senedir görüşmediği bana bir metreden fazla
yaklaşmadığı, tokalaşmak için bile hiçbir hamle yapmadığı, üçerden altı saniye
süren birbirimizin dudaklarını okumak suretiyle anlaştığımız bir hoşbeş.
Şirketten uzaktan selamlaştığım, adını bile ilk anda anımsayamadığım bir
çocuğun bile beni görünce şaşkınlıktan kapıya çarptığı ve masada ilk benim
elimi sıktığı bir gecede hem de. O dokuz sene için, manidar bir özetti
haftasonu doğrusu. Anlattığım anektodla, cuma günü abimle dertleşmemle,
cumartesi bütün gün soğukta arkadaşlarımla dışarıda sürtmemle, pazar günü tek
başıma, Nişantaşında güzel bir lokantada yemek yiyip havaalanına erken gitmemek,
seyahati (hikayeyi) bitirmeye direnmemle…
Gün oldu, devran
döndü. Üçüncü hikayemize geldik. On beş yaşımdan beri, dört senede bir
düzenimin ve çevremin değişmesi dördüncü kere tekrarlandı. Ben taşrama geri
döndüm. Ailemi, arkadaşlarımı, kendimi şaşırtarak. Buraları ne kadar çabuk
unuttuğuma hayret ettim, insan unutmak isteyince bazen unutabiliyor herhalde.
Buranın geri kalmışlığı, buradan İstanbul’da olduğundan daha net görünüyor,
emin olabilirsiniz. Yalnız bir zamanlar yaşadığı eve geri dönmenin bir
tesellisi de yok değil: Hayatı boyunca aynı apartmanda oturup yazılarını oradan
kaleme almakla övünen Orhan Pamuk gibi, ben de bundan on iki sene önce lise
dergisine harbiden beş para etmez yazılar yazmaya çalışırkenki masada yazıyorum
bu yazıyı. (Al sana bir dejavu daha. Taşralı dejavusu bu kadar olur afedersin,
anlatırken bile dejavu.) Daha ziyade okumak saikiyle çizdiğim bir büyük daireyi
kapatıyorum bu vesileyle. Belki diye dua ediyorum, o çizdiğim bir daire değil
de, genişleyen bir helezon olur, başka yerlere (adını koyalım, evet İstanbul’a)
kapağı atarım. Buraya bir kere daha ihanet ederim.
Bir
aşk orta yerde yaşanmaya başladığı zaman, yok olmaya yüz tutar.
Hannah Arendt
İftarlardan
bir iftar, Kadıköy Çiya’dan Osmanlı yemeği yemiş olmanın mutluluğuyla kalktık,
benim de rengimi belli etmemle, Moda’ya yollandık. O zamanlar Moda semti, Barış
Manço’nun 7’den 77’ye’sinin sonunda bahsi geçen bir yerden pek fazlası değildi
benim için, yine de dar sokak aralarından görünen denizin laciverdinin göğün
mavisiyle birleştiği eşsiz manzarasıyla, mukimlerinin bütün gece dışarıda
salınmasıyla, restoran zincirlerine feda etmediği özgün dükkanlarıyla
(Starbucks istisna!) farklı olduğunu hissettirmişti bana. Ben tabi kan
şekerimin yükselmesiyle çenemin yavaş yavaş düştüğü günün en savunmasız zaman
dilimindeyim, böyle karnı tok bebeklerin sırtını pışpışlayıp onları fazla oyun etmeden
hebelehübele diye kandırırsınız ya, onlardan pek bir farkım yok, alık alık
dolaşıyorum. Bu alıklıkla artık ben mi cesaretimi toplayıp yanaştım, yoksa
ilahi bir lütuf muydu günün mana ve ehemmiyeti doğrultusunda bilmiyorum, arkadaş
grubundan biraz arkada kaldık hikayemizin kahramanıyla. Bana bir şey göstermek
istediğini söyledi, karşıya geçtik. Bak dedi, burası Süreyya Sineması, tarihini
anlattı, operaymış herhalde eskiden, ona dair bir şeyler söyledi sanırım. Baylan
Pastanesi’ni gösterdi sonra. Hiç duymamıştım adını. Taşralılar bilir, İstanbullular,
gezerken kültür seviyelerinden bağımsız olarak, büyük bir tevazuyla
bildiklerini anlatırlar İstanbul’a dair. Siz ne kadar entel dantel toplar
peşinde koşsanız da sıkıla sıkıla izlediğiniz sanat filmlerinde de soktuğumun
kitaplarında yazmaz bir kısmı. Ben de, sevdiğim kızın yanında bu durumdaydım
işte. Halimi hiç önemsemiyordum aslında, beni adamdan sayıp mahremini bağışlar
gibi, bir sırrı fısıldar gibi zarifçe anlatmıştı ya bütün bunları benim için büyük
merhaleydi. Başka bir yemek masasında, kardeşini nasıl sevdiğini göstermek için
avuç içiyle yanağıma belli belirsiz dokunması kadar büyük.
Keşke,
diyorum, bu silik ve de salak hikayeden daha kuvvetli bir anım olsaydı
onunla beraber paylaştığım, belki o zaman daha az canım yanardı. Belki o zaman,
beni –beş ayı doğuda bir hudut taburunda yaptığım askerlikten müteşekkil- bir
tam senedir aramamasını kabul edebilirdim.
İstanbul’da
yaşadığım sekiz sene boyunca takım iki kere şampiyonlar ligine kalabildi. İkinci
postada, utanç kaynağı 8-0lık Liverpool hezimetinden sonraki ilk maçta içeride
Marsilya’yla oynuyoruz. Her maça tek gidiyorum, bölümden bir arkadaşımdan rica
ettim, “gel” dedim, “eğlenceli oluyor.” O zaman da Camus’den konuşuyoruz
devamlı, “Camus dediğin adam da kalecidir en nihayetinde” dedim, kandırdım bir
şekil. Yakın arkadaşım, bir kere mi ne maça gitmiş ömründe. Alakasız. Çok kötü top
oynuyoruz o zamanlar, bu takım şimdi bile o kadar karaktersiz bir top oynamıyor.
İlk yarıda yalandan bir faul aldı Tello, alçaktan şık bir frikik golü attı. İkinci
yarı Taewoo diye bir yarma yapıştırdı otuz metreden, Rüştü’nün tavukkarası maça
dengeyi getirdi. Maç kördövüşüne bağladı, Bobo da o zaman tek başına takımı taşıyor
ama takımın orta sahayı geçmeye mecali yok. Baktı maçtan bir cacık olmuyor
geçti taç çizgisine son on dakikada markajdan kurtulmak için, önüne yuvarlanan
bir topu aldı, bir adamı düşe kalka
çalımladı gitti çaprazdan kalecinin bacak arasından yuvarladı. Ağlıyor insanlar
yanımda, o kadar içerlemişler bir önceki maça. Arkadaşım “olm çok mutluyum lan”
dedi bana dönüp, “çok uzun zamandır bu kadar mutlu olmamıştım”. “Al” dedi, çıkardı
Beşiktaş atkısını, “bu senin olsun.”
İstanbuldan
gitmenin zorluklarını hala yaşıyorum, ekip toplantısında bunu tüm ekibin önünde
müdürün gözünün içine baka baka söylemekten imtina etmedim. Bu ızdırabın küçük bir
parçası da, malumunuz üzre takımı canlı izlemekten mahrum olmak. İstanbulda
olmak tanık olmak demek; taşrada olmaksa takip etmek. Ben de biraz Beşiktaş’ı taşrada
cam ekrandan takip edecek olmanın yaşatacağı karın ağrısı, biraz da şahsiyetsiz
ve basiretsiz federasyonun eyyamına kızdığım için hiçbir lig maçını izlemedim bu sezon.
Tövbemi, bir Beşiktaş – Fener maçı bozdu. Temiz maçtı. Herkes özlemiş zaten
salt futbolun odakta olduğu tempolu bir müsabakayı, o özlemimizi giderdiği için
emeği olanlara teşekkürler. Maçın sonunda yine hüsrana uğramış bir halde ekrana
bakarken, atkıların bir bir sahaya atılmasını hayretle izledim. Meğersem, Çarşı’nın
Van’daki depremzedelere katkısıymış, bu maçın atkıları. Keşke ben de statta olsaydım,
ben de anılarımla beraber düğüm yapıp yollardım o atkıyı. Dudak büken yorumlar
okuyorum sağda solda, bir taraftarın atkıyla kurduğu bağdan haberi olmayan
kişiler tarafından. Fanatik taraftar için, atkı sadece atkı değildir.
Depremzedelere selam olsun.
Şevket: Hiç ilgilenmedi benimle. Çay içmeye davet ettim, oraya
da gelmedi.
Kedi: E, çaydan.
Şevket: Ne çayı, ne alakası var.
Kedi: Çaydan, çaydan... Bu durumlarda kahve her zaman daha
çok işe yarar. Bak, çayda kadınları rahatsız eden bişiy, böyle "yerel bir
tını" var.
Şevket: Yerel mi? Ne alakası var? Çay yerel, kahve değil mi?
Kedi: Bak, “benimle kahve içer misin?” sorusu, bütün
kadınlarda, hepsinde aynı rahatlatıcı çağrışımı yapar; beyaz fincan, porselen,
şık, mayhoş aroma kokusu, hele latin ezgileri heheeeyy neler neler... Ama çay,
çay böyle "başarısız erkek" gibi bişiy demek çay.
(Beş Şehir, Sen/Yön: Onur Ünlü)
İzmir’de en son bu kadar uzun kaldığım zaman
yıl 2006’ıydı. Çok paralı, çok kapitalist çok Amerikan bir şirkette staj
yapıyordum. Orada bir kız sevdim, ismi Nihan’dı, aha da ilk kez bu konuda
gerçek isim kullanıyorum blogda. Aynı servisteydik, gidiş dönüş yol boyunca
sohbet ediyorduk, ama benim açımdan derin manalar çıkarmaya gerek yoktu,
sonuçta zorunlu bir yol arkadaşlığıydı bu, bizim serviste o yaşlarda başka
kimse bile yoktu zaten. Bir keresinde başka biri Nihan’ın yanına oturunca,
servise binmekte olan beni gösterip, “arkadaş oturacaktı ama” deyip kaldırmıştı
adamcağızı. Ne kadar mutlu olmuştum, ne kadar kolay mutlu oluyordum o zamanlar…
Neyse bizim hikayemiz de iki ay sürdü. Yaz aşkı gibi bir şey, staj aşkı
diyelim. Stajın son günlerine yaklaşmışken tüm ekip Bostanlı sahiline gittik.
(Bilmeyen İstanbullular için, Caddebostan sahil kafası) Gittik gitmesine de, nası
dönücez, üniversitede öğrenciyiz o zamanlar kimsede araba yok. Dönerken Konak
vapuruna bindik, sadece ikimiz. Hafta içi son vapur, kimse yok, çıktık terasa,
aynı banka oturup ikimiz de birbirimize doğru döndük, elimizi çenemize
yaslayıp, içeriğini hiç hatırlamadığım havadan sudan şeylerden konuştuk, o
vapur yirmi- yirmi beş dakika falan sürer işte, o kadar. (O gün bugündür,
Bostanlı’ya da bir daha gitmedim zaten) Sonra staj bitti, o Ankara’ya gitti ben İstanbul’a… O kıza en çok yakınlaştığım an o andı.
Ama onunla bir kez daha baş başa buluştum… Üç
sene sonraydı sanırım, bir öfke anında sildiğim telefonunu ne yapıp edip bir yerden
bulup iki cümlelik mesaj attım, çat diye aradı. İstanbul’a taşınmıştı. Haftasonu
buluşmayı teklif ettim, öbür haftasonu olabileceğini, kendisinin arayacağını
söyledi. Ben kendimi tutmayı başarıp hiç aramadım, o on gün sonra cuma akşamı
aradı. Ertesi gün karlı bir İstanbul sabahında Bebek Starbucks’ta buluştuk. Kahve
içtik –vallahi çay değil!- takıldık birkaç saat, havadan sudan konuştuk yine.
Karşıya geçecekti, Beşiktaş’a gittik. Vapuru beklerken, “Mehmet” dedi, “bizim
üretimden x vardı ya” “Hee” dedim mal
gibi -çocuğu tanıyordum ama adını hatırlamıyorum şimdi harbiden- “ben
staj yaparken onunla çıkıyordum”. Bir şey demedim, ama yüzüm artık nasıl bir
hal almışsa, “ya tamam uzatma geçti zaten boşver,” dedi. “Senle birlikte
vapurla Konak’a geçtiğimiz o gün var ya, o gün falan kafayı yedi bu, çok salak
çocuktu zaten” dedi. Benim için önemli olan ama ona bir şey ifade etmemesi
gereken o detayı bile hatırlıyordu, demek ki ona karşı ne hissetiğimi o zamandan beri biliyordu.
(İnsanlara karşı hissiyatımı saklamak evvelden beri en başarısız olduğum
konudur, bir de buna kızların gelişmiş sezilerini ekleyin…) Bile bile… Kızın
bir ilişkisi olduğunu fark etmeyecek kadar salak ve öküz olduğum için
öfkeleniyor, en mahrem duygularım rezil rüsva edilmiş olduğu için kendimi aciz
hissediyordum. Gardım tamamen düşmüştü, sendeleyen bir boksör gibiydim, vapura
güç bela attım kendimi. İnince bir daha ne zaman görüşeceğimizi sordum, biraz
beklemek istediğini, acele etmememi söyledi.
Sadece bir hafta sonra cumartesi sabahının on
birinde Barbaros’ta tesadüfen karşılaştık. (Kadere bak ki, ne hikmetse tanıştıktan
sonraki beş yıl boyunca kendisiyle bir kere, o da buluştuğumuzun haftasında
rastlaşmıştık.) Yanındaki ev arkadaşına beni, “işte Mehmet bu” diye
tanıştırmıştı. Madara halimi demek ismini cismini unuttuğum bu kız da
biliyordu. İnsan bir kere düşmeyegörsün… Sonra birkaç kez aradım, o hiç
aramadı, benimle de bir daha buluşmadı, onu sıkboğaz ettiğimden yakındı
konuşmamızın sonuncusunda. Sonra telefonlarıma da geri dönmemeye, arayınca
açmamaya başladı. İzmir’de bir vapurda başlayan başbaşa muhabbetimiz de
İstanbul’da bir vapurda işte böyle son buldu anlayacağınız…
Eski defterleri karıştırmanın nereden çıktığını
merak edeniniz varsa - Before Sunrise ve Before Sunset’i izlememi, İstanbul’daki
buluşmamızda bana Nihan tavsiye etmişti.
Fransa ve kültürü, benim için, formasyonumun da
(Boğaziçi!) önemli bir parçası olan Anglo-sakson kültürün bir antitezi, rakibi.
1789 Fransız İhtilali’nin vesile olduğu ulus devlet anlayışını yirminci yüzyıldaki
felaketlerin (mesela Yahudi Soykırımı, mesela Bosna, mesela Irak, mesela
Ruanda) müsebbibi bellerim, müdahaleci ve Amerika kadar çoğulculuktan nasibini
almamış demokrasilerini illiberal ve noksan bulurum, Aydınlanma’ya da kaynaklık
etmiş onca düşünüründen bir tek Camus’yü bilirim- onun da klasik bir varoluşçu
olmadığına içten içe inanarak (öyle olmadığını umut ederek diyelim),
Voltaire’ler, Moliere’ler, Sartre’lar, Baudelaire’lar, Hugo’lar, Balzac’lar,
Flaubert’ler bana uzak. Son yüz yıl boyunca sömürgecilikte İngiltere ve ABD’den
geri kalmamış olmalarına karşın özgürlüğün savunucusu görünme çabalarındansa
tiksinirim, Irak Savaşı’nda da Libya Harekatı’nda da dinlerinin imanlarının
petrol olduklarını ispatladılar indimde. Hal böyleyken, bu medeniyetin
şehirleşmiş hali olan Paris’in bu zamana kadar merak ettiğim yerler listesine
girememesine şaşmamak lazım. Şaşırma hakkımı Paris’in güzelliği karşısında
kullanmak istiyorum, müsadenizle.
Diyar-ı küfrü
gezdim, beldeler kaşaneler gördüm,
Dolaştım mülk-i
İslamı bütün viraneler gördüm
Türkçede aydına eskiden münevver denirmiş, etrafına
nur, ışık saçan kişi manasında. Yukarıdaki dizenin sahibi Ziya Paşa da bir
Osmanlı aydınıydı. Akranları gibi, kendisi aydınlanmış, toplumu da aydınlatmayı
kendine vazife edinmiş, yurt dışına gitmiş/sürgün edilmiş bir edebiyatçıydı.
(Devlette devamlılık esastır malum, balya balya aydınımızın sürgün edilmesi,
bize Osmanlı’dan mirastır) Şimdikilerin var mı emin değilim, ama Ziya Paşa’nın
mensubu olduğu Jön Türklerin bir tasavvuru vardı. İktidara ortak olmuş, onu
dönüştürmeye çalışan Tanzimatçılar gibi yavaş değil, örnek aldıkları Fransızlar
gibi kesin bir devrim yapacaklardı. Paris’te, istisnasız her kamu binasının
girişinde özgürlük, eşitlik, kardeşlik yazar. Paris’te ve Londra’da nefes alma
olanağı bulmuş Jön Türkler de Abdülhamit’in prangalarından kurtulup önce
hürriyet getireceklerdi memlekete. Sonra herkesin eşit olduğu bir anayasayla
kardeşliği egemen kılacaklardı milletler arasında. Olmadı. Olmamasının
faturasını bu ülkenin evlatları ödedi, hala ödüyor. O aydınların refleksleri,
yaşadıkları ikilemler, hayal kırıklıkları, yılgınlıkları, adam olmayacaklarına
içten içe kanaat ettikleri bir millet uğruna hayatlarını vakfetmelerinden doğan
öfke, kendi kültürüne olan yabancılık, nesilden nesile kalıtsal olarak geçen
bir lanet gibi izledi diğer nesillerdeki okumuş yazmışları. Taşrada doğmuş, kendini
geliştirmiş ama modernleşmenin çelişkileriyle Doğu ve Batı arasında sıkışmış
aydınlar yetişti bu ülkede (Bu arada kalmışlıktan ilk bahseden Tanpınar, arada
kalmış aydını -kendi üzerinden- hicveden ilk yazarımız Oğuz Atay oldu,
Tutunamayanlar’la.) Ziya Paşa da benzer bir şaşkınlık üzerine yazmış olabilir
mi bu satırları, bilmiyorum. Paris’teyken en çok bu soruyu sordum kendime- biz
niye böyleyiz, her yerimiz niye virane? Niye yere göğe koyamadığımız İstanbul’a
on sene öncesine kadar bir metro hattı açamadık? Nasıl oluyor da Paris’in en
içteki iki zone’unu boydan boya kat eden on dört metro hattı olabiliyor, şehrin
en turistik yerlerinin kapısına kadar bu metro hatları gidebiliyor peki? Niye
şehrin merkezinde böyle parklarımız yok bizim, niye her boş bulduğumuz yere
plaza kondurur olduk?
Yukarıdaki fotoğrafın çekildiği Lüksemburg
Bahçeleri, şehrin en işlek caddelerinden St. Michels üstünde, 11 numaralı
metroyla gidebileceğiniz halka açık bir park. Şehrin sakinlerini orada çimlere
uzanmış, çiftleri birbirlerine sarmaş dolaş, spora meraklılarını içindeki
kortlarda tenis oynarken görebilirsiniz. Lüksemburg Bahçeleri’nin St. Michels
kapısından çıkıncaysa İtalyan Pantheon Tapınağı’nın bir benzeri olarak inşa
edilmiş –ve aynı ismi taşıyan- içinde Voltaire, Alexandre Dumas, Emile Zola,
Victor Hugo, Jean Jacque Rouessau gibi yazarların mezarını da bulunduran devasa
Pantheon Tapınağı’yla karşılaşırsınız. Binanın ortasında Faucault Sarkacı’nın
olması hoş bir sürpriz, keza binanın alelade sütunlarından birinde Antoine de
Saint-Exupery’nin anısına bir not görmek de- sadece bellatrixin kulağının
çınlamasına vesile olduğu için değil, yazarlarına saygı duruşunda kusur etmeyen
bir şehir görmek insanı teselli ettiği için (Ahmet Kaya da Paris’e sürgüne
gitmişti değil mi…)
Pantheon ile St.Michels arasında kalan mekanlar
kahvaltı için iyidir. Yeri gelmişken tüm şehirde meşrubatın çok pahalı (metroda
otomatta yarım litre su €1.8, markette bir buçuk litre su €0.75!) ama ana yemek
fiyatlarınınsa çok fahiş olmadığını belirteyim. Biftek türevi yemeklerini ben
çok lezzetli buldum ki genelde yurt dışına çıktığım zaman yemekte çok
zorlanırım. Aynı övgüler tatlıları için de geçerli, bıldır yediğimiz fondüler
midemin içinde döndüler sayın okuyucu. Onun dışında yemekleri yağlı tabi,
klasik Orta Avrupa mutfağı.
Pantheon’un çaprazında ise “Universite de Paris”
olarak da geçen Sorbonne Üniversitesi’nin arka kapısı bulunmakta, ana kapıdan
güvenlik marifetiyle püskürtülünce, buradan giriş yaptım. Şehrin üniversitelerine
sızmak, taa Barselona’dan beri yineleyegeldiğim bir gelenek olmaya başladı, ama
böyle bir adetim olmasaydı da, Avrupa’nın Oxford’la beraber en iyi sosyal
bilimler okulunun koridorlarında dolaşmak isterdim açıkçası.
Boğaziçi’nin en iyi (ve en Frankofon) sosyal
bilimler hocası –biraz iddialı bir laf oldu akademik bir titr için ama- Edhem
Eldem, kendi uzmanlık alanı olan Aydınlanma’yı anlatırken hiç unutmuyorum
“Anlatacak bir şey yok aslında, aydınlanmayı herkes bilir” diye başlamıştı
derse. Edhem Eldem tabi ne eylerse güzel eyler, ama aydınlanmanın ne demek
olduğunu daha iyi anlamak için 1 numaralı metro hattıyla Louvre’a gidin- medeniyet
dediğimiz şeyin bazı taşların daha üstte olduğunu ima eden piramidimsi hiyerarşik
bir yapı değil, halka halka genişleyen bir okyanus dalgası olduğunu görmek için.
Louvre o halkaların en dışta, en kapsayıcı olanı. İçinde Hammurabi Kanunu’nun
olduğu anıt da var, Mona Lisa da. Bundan bin sekiz yüz yıl önce kozmpolit,
yöneticilerini halkın seçtiği bir Roma tahayyülü kuran İmparator Marcus
Aurelius da var, 2012’de büyütülmüş olarak açılacak İslami eserler müzesi de.
Dört katlı dikdörtgen bir geometriye sahip bu devasa yapının bir katını yarım
günde ancak gezersiniz, zaman kazanmak için müze kombine bileti alın, girişte
kilometrelerce beklemekten kurtulur, şehirdeki altmış küsur müzeye de bedava
girersiniz. Benzer bir kombineyi metro için almakta da fayda olduğunu
hatırlatayım.…
Paris’in alametifarikası Eiffel’eyse akşam gidin,
ışıklandırılmış hali, çok daha etkileyici. Eiffel gibi birçok müze akşamın ilerleyen
saatlerine kadar açık. En kestirme ulaşım, 6 numaralı metroyla Bir-Hakeim’de
inmek veya C banliyösünü kullanmak. Eiffel’in, yani Paris’in tepesine çıkmadım.
Söylemesi ayıptır yalnızdım, pek içimden gelmedi dolayısıyla. (İstanbulda
olduğum sekiz senede de Kız Kulesi’ne
gitmedim mesela.) Paris’te hiçbir yerde yalnız olduğumu Eiffel’deki kadar
hissetmedim, bunda Eiffel civarındaki çimlerde gecenin on birinde sere serpe
yatmış beş bin civarında genç görmem de etkili oldu sanırım. Siz de bu duyguyu
yaşamak istemiyorsanız ve eğer imkanınız varsa, sevgilinizle gidin bu şehre.
Yok eğer Paris’e hasbelkader yalnız gitmişseniz, ve illa da şehre kuşbakışı bakmak istiyorsanız, Notre Dame’ın kulesine çıkmanızdaysa bir mahsur yok: Eiffel yirminci yüzyılda
geçen romantik bir aşk hikayesiyse, Notre Dame da çirkin Quasimodo’nun mutsuz sonla biten
imkansız aşkının peşinden heder olmasının konu edildiği romana hayat veren bir
bir ortaçağ anlatısıdır. O anlatıda Qasimodo, kaderini (Anarkh) takip eder.
Sonunu bile bile… Aşk da din gibi kadere razı olmaktır biraz. Şehrin bu
simetrik kulelere sahip Gotik Katedrali, şehrin merkezindeki küçük bir adacıkta
bulunuyor, St. Michels’den yürüme mesafesinde ve B, C banliyöleriyle 4 numaralı
metro katedralin üç farklı noktasına çıkıyor.
Şehirde görmeniz gereken bir diğer kilise ise
neoklasik bir mimariye sahip diyebileceğimiz Sacres de Cour. İçerideki fotoğraf
çekme yasağına uyun, sonra benim gibi müze görevlisiyle papaz olup keyfinizi
kaçırabilirsiniz, bu konuda hem benim başımdan geçen olay, hem de Louvre’da tanık
olduklarım görevlilerin nezaketten zerre nasibini almadığı kanaatini uyandırdı.
Fransa’nın merkezi Paris, Paris’in merkezi Concorde
meydanı. Bu meydandaki obeliski merkez kabul edip, kuzey-güney ve doğu-batı
yönünde hayali çizgiler çizerseniz meydanın bu eksenler etrafında simetrik
olduğunu görürsünüz: Obeliskin olduğu yerdeki iki çeşme; Rue Royal sokağını
başında Hotel de Crillon’a karşılık Hotel de la Marine; Concorde’un ucundaki
Ulusal Meclise karşışılık Rue Royal’in ucunda Madeleine Kilisesi tıpatıp aynı
mimariye sahip. Bu matematik mükemmelliğiyle diyebilirim ki (Sen Pietro’yu
görmedim ama) benim bu yaşıma kadar gördüğüm en etkileyici meydan kesinlikle
burası. Arc de Triumph ve Concorde Meydanı arasındaki cadde meşhur
Champs-Elyseess caddesi, dört katlı Louis Vitton’dan, Mercedes galerisine,
cadde üzerindeki barlardan, envayi çeşit mağazalarına kadar, Bağdat Caddesi’ni
andırıyor. L’entricotte isimli restoranı tavsiye ediyorum, fiyatları biraz
tuzlu ama antrikotu ekabir. Champs-Elyseess, cumartesi akşamı kalabalık olmasıyla
beni şaşırtmıştı, zaten Paris’i Viyana’dan, Münih’ten, Stockholm’den hatta
Barcelona’dan ayrı kılan benim için, güneş battıktan sonra da, şehrin
sakinlerinin dışarıda, şehirdeki dükkanların açık olması. 1 ve 8 numaralı
metrolar Concorde’dan, 1 ve 13 numaralar Champs-Elyseess’den geçiyor. Arc de
Triumph da tıpkı Eiffel gibi, Louvre gibi, birazdan bahsedeceğim Savaş Müzesi
gibi devasa bir yapı. Şehrin düz olmasının da etkisiyle bu devasa büyük yapılar
her yerden gözünüze çarpıp, gezerken pusulanız oluyor.
Şehrin suyla rabıtası doğu batı yönünde şehrin
göbeğinden geçen Seine nehri. Eğer gezmekten bitap düştüyseniz, nehir
üzerindeki bir saat süren tekne turlarından birine katılabilirsiniz, bu Paris’e
başka bir perspektiften bakmanıza olanak sağlayacaktır. Şehrin üzerindeki en
müstesna köprü olan, Pont Alexandre III köprüsü, Concorde meydanının
paralelinde kalıyor ve bir ucu Champs-Elyseess’ye, diğer ucu yine mimari bir
harika olan Askeri Müze’ye açılıyor. Askeri müzeyi gezmek kısmet olmadı- Tıpkı
Sinan’ın “en beğendiğim yer” dediği, C banliyösüyle şehre kırk beş dakika
mesafedeki Versay Sarayı’na gitmenin kısmet olmadığı gibi.
Benim randıman alamadığım kısmı gece hayatıydı,
şehrin Moulin Rouge ve diğer pavyonları Pigalle ve Blanche tarafında
yoğunlaşmış durumda. Moulin Rouge’un bar tarafında bildiğiniz sinevizyon
gösterimi vardı Allahın cumartesi günü. O hizada birkaç disko var fakat,
genelde pub şeklinde yerler konuşlanmış cadde üstünde, ama dediğim gibi çok
yardımcı olamıyorum. Anlıyorum ama konuşamıyorum.
Geçenlerde Cömert’le twitterda geyiğini yaparken
anımsadım- Before Sunset, yıllar önce Viyana’da tesadüfen tanışmış ve beraber
bir gece geçirmiş Fransız entel bir kızla Celine (Julie Delpy) Deniz’in
deyimiyle Celine’e kesik Amerikalı bir Jesse’nin (Ethan Hawke) yıllar sonra Paris’te
geçirdikleri bir günü anlatır. Yıllar geçmiş, karakterlerimiz kendilerine başka
hayatlar çizmiştir. Paris’i çiftimizle birlikte adım adım arşınlarken, (Eiffel
klişesi hiçbir sahnede gözükmez) mutlu sonla bitmemiş bir aşk hikayesinin
sonrasına tanık olmanın hüznü içinize oturur, film tüm sıcaklığına, pozitifliğine
rağmen, varlığıyla başlı başına bir kara filmdir aslında. Ama bu klişelerden
uzak, yalın aşk filminin son sahnesiyle ima ettiği, başka bir sonun mümkün
olabileceğidir. Paris, bu yanılsamayı sadece filmi izlerken değil, gezerken de
hissettirmesi bakımından da, İstanbul’a benzer. Paris’e iki yüz küsur kilometre
mesafede bir otel odasında bunu yazarken, planım dahilinde olmamasına rağmen, sanki
haftasonu Paris’e bir kez daha gidecekmiş gibi hissediyorum. Gerçek
olmayacağını bilsem de Fransa turum bittikten sonra, İzmir’e değil İstanbul’a
dönüverecekmişim, çok özlediğim arkadaşlarımla istediğim zaman
görüşebilecekmişim gibi.
- Ya ben yoruldum bilader. Geliyorlar her gün, aptal saptal
abuk subuk bir sürü şey soruyorlar. Anlatmak istemiyorum, konuşmak istemiyorum,
muhatap olmak istemiyorum artık insanlarla. Yol soruyorlar mesela, tarif etmek
istemiyorum. Demin buraya eski bir müşterim geldi, senin oturduğun koltuk için
(farklıydı, diğer ikisinden) dedi ki “bu koltuk ne?”. Dedim “satılık”,
kestirdim attım. “Abi niye böyle diyosun, niye tersliyorsun vs”, bir sürü atar
yaptı bana. Ama koltuk harbiden satılık yalan değil. Bak arkaya iki tane masaj
makinası aldım koydum, paraya ihtiyacım var benim, altmış yetmiş lira kadar
borcum var. Bu koltuk da öyle özel masaj koltuğu aslında. Sonra (lavabonun
kenarındaki kılları göstererek) “bunları niye almıyosun” dedi, “bilader” dedim
“sana ne? Tıraşını oluyosan ol, olmuyosan bas git.” Bunun eli falan titremeye
başladı, gidecek gidemiyor, kalakaldık ikimiz de dükkanın ortasında. Gitsin,
onu tıraş etmek, onun parasını almak isteyen yok zaten. Sonra oturdu yok enseyi
şöle kes, yok boğazımda kıl mı kalmış, yok şurayı da al. Ulan on beş senedir
geliyorsun bana, tamam sen büyüdün de, benim yaşım da ufalmadı ki, kırk küsur yaşıma
gelmişim, bırak o kadarını da ben bileyim. (Ben onun sandalyesinde saç tarif
etmeyi, bundan on iki sene önce, takriben üçüncü traşım falandı, bırakmıştım.
Bana Nazilli’deki berberimin tıraşındaki falsoları gösterip, “bu saçı beğenip
kalktıysan, bir daha bana tıraş tarif etme” demişti)
- Bana küfrediyorlar mesela duymazdan geliyorum ben, kafamı
çeviriyorum. Bak eskiden hem konuşup hem tıraş edebilirdim, artık yapamıyorum,
ellerimi falan kontrol edemiyorum. Ben uğraşmak istemiyorum artık, onun
gırtlağına yapışayım, berikini yere yatırayım bi tane asılayım istemiyorum. Bir
şey anlatmak da istemiyorum. Benim evimdeki iki çocuğum olmayacak, sokağın
ortasına yatırır adam keserim, sokağa çıkartmam kimseyi, polis kafayı çevirir,
öyle de deli gücü var bende.. Ama işte, Rabbim biliyor, bağlıyor beni. Kenarda
bir kuruş param, tek bir toplu iğnem yok benim. Bu dükkan işlemezse benim
çocuklarım aç kalır. O yüzden sabrediyorum. Bu benim imtihanım. Çocuklarım için…
Gitti, kapıyı kapattı. Eşşek kadar adam ağlamaya başladı.
Ölümlerde hiç ağlamadığından bahsetti. Bu yanıyla bana benziyordu. Utandım onu
konuşturduğum için, pişman oldum. Adam Zeki Demirkubuz filmlerinden fırlamış
gibiydi hakikaten. Hiç durmaksızın aynadan gözümün içine baka baka, bağıra
çağıra konuşuyor, etrafımda elinde makas dolaşıyor ama hakikaten saçıma
dokunamıyordu. Arada beni taltif ediyordu, ama biliyordum ki bu kadar açık
konuşmasının benle bir alakası yok. Bana anlatıyordu, bana herkes anlatır.
Birçoğunun hayatında hiçkimseyim ben. O insanların etrafından başka tanıdığım
bir insan yok, gidip söylediklerini eşlerine, arkadaşlarına gammazlayamam
istesem de. Göz temasını kaçırmadan, anlattıklarını sessizce
dinliyor, küfrettikçe elimde olmadan gülüyordum, o kadar da akıcı konuşurdu.
(Bütün bunları dinlemek bana acı veriyordu, yazmak da acı veriyor, özelini faş
ederek ona ihanet ediyormuşum gibi hissediyorum)
- Mesela senin fabrikana geleyim ben, yüz kişiyi göster,
hangisi esrarkeş, hangisi akşam ne işler çeviriyor, hangisi namaz kılıyor,
hangisi adi köpek söylerim sana. Burada para verirken, parayı cüzdandan
çıkartışlarından, parayı uzatışlarından, kime bu ücret çok gelir, kim istemeye
istemeye verir, anlarım. İnsanlar işsiz bu ülkede, insanlar hakkını alamıyor.
Birbirlerine sarıyor, birbirlerini gözetliyorlar o yüzden. Her yerde erkekler
birbirlerini çekiştiriyorlar konuşmaya başlar başlamaz, kadınları geçtiler.
Para için, bir lira için, üç lira için “vallahi billahi” diye yemin ediyo
adamlar. “Anam avradım olsun” diyor. “Çocuğumun ölüsü üstüne” diyor. Para için!
- Ama işte benim çocuklara zaafım var… Dün bir çocuk
geldi mesela. Eline beş lira sıkıştırmış annesi yollamış. Girdi içeri, elinde
para, utana sıkıla sığıntı gibi oturdu kenara. Çocuk o yaşında biliyor ki, o
para ile burada tıraş olamaz. Ama annesi çok akıllı, kendisi getirse bana
çocuğu, benim gerçek fiyatı söyleyeceğimi biliyor, o yüzden çocuğu yolluyor.
Ben çocuğu geri çevirsem, gidecek bir kasabın önüne oturacak, onu koyun kırpar
gibi kırpacak o kasap da. Geldi böyle oturdu koltuğuma, başını okşadım onun, bu
sefer aslında ona iyilik yaptığımı hepten anladı ve daha çok utandı çocuk. Ama
çocuk kıt kadar aklıyla bunları düşünüyor, kendi saçına her gün fön çektiren
annesi çocuğun ezileceğini düşünüp eline bir beş lira daha sıkıştıramıyor.
Önleri kesmedim bu sefer çok, iyi mi böyle?
Teşekkür ettim, sandalyeden kalktım. 2001 krizinin hemen
ardından, memleketi yeni yeni kurtarmaya başladığımız zamanlarda matematik
hocam bir sohbet sırasında, -yine gözümün içine bakarak- “hayattaki temel soru
şudur Mehmet" demişti: "Ne pahasına?” O soru, az önce dükkandan çıkarken yine
aklıma teğellendi. Bir gün cevabını bulursam, söz sizle de paylaşırım, başlığa
aldırmayın siz.
Bu ülkede kadınların
gerçek bir zulme maruz kaldığına ilişkin kanaat kafamda ilk oluştuğunda lise
bir falandım- zaten hayatı gerçek anlamda algılamaya başlamam da o zamanlara
rastlar. Buna vesile olan, o sıralarda gazetelerde okuduğumuz birbirini tekrar
eden ufak metinlerdi. Güneydoğu’da ama bilhassa Batman’da gencecik kadınlar, gün
be gün, sapır sapır intihar ediyorlardı. Aynı sınıfta okuduğumuz ve uzun zaman
boyunca sürecek dostluğumuzu henüz tesis etme aşamasında olduğumuz Batmanlı
arkadaşa sorduk durumu, nedenin yörenin genç kızlarının aile baskısı ile
evlendirilmesi olduğunu söyledi, ilginç olan, artık hiçbir hayat hakkı kalmamış
bu kızcağızların intihar eğiliminin bulaşıcılık göstermesiydi. Sonra Hizbullah’la
tanıştık, devlet, PKK’yla mücadele etmesi için bir taşeron örgüt kurmuş (veya kurmasa
da bölgede serpilmesine göz yummuş), ve her zaman olduğu gibi bir süre sonra
örgüt üzerindeki hakimiyetini kaybetmişti, Hizbullah’ın bizatihi varlığı
bölgede baskı ve sindirme unsuruydu. Neyse, ülkenin yakın tarihindeki
sivrizekalıklara belki başka bir yazıda gireriz, biz konumuza dönelim.
Bu ülkede kızlar,
dövülüyor, meta gibi alınıp satılıyor, öldürülüyordu. Okutulmuyordu her şeyden
önce aileleri tarafından. Ailesini ikna edip, veya az örnekte olduğu üzere
ailesi tarafından teşvik edilip üniversiteyi kazanan muhafazakar ailenin kızları
yakın geçmişe kadar başlarına bağladıkları bir bez parçasından ötürü okullara
alınmıyordu. Bir şekilde mezun olsa, değil çalışmak, iş başvurusunda bile
bulunamıyordu, çünkü birçok yarıresmi ve özel kurum başı açık fotoğraf istiyordu. (Tuhaftır, hiç
başörtülü tanıdığım olmadı, ama şu yazı kadar benim canımı sıkan, beni
utandıran az yazı okudum:http://www.yenisafak.com.tr/Yazarlar/?t=07.04.2011&y=YusufZiyaComertSayın
yazara başörtülü milletvekil konusundaki itirazım baki, ben insanların neler
çektiğini görün diye paylaşıyorum bu yazıyı) Bu ülkenin kızları töre baskısı altında inim
inim inliyordu, hala inliyor. Töre, namus, berdel, bu isimle çekirdek
çitleyerek izlediğimiz dizilerimiz, bu dizilere ilham veren rutine bağlamış
üçüncü sayfa haberlerimiz var bizim.
Lafı nereye getirmeye
çalıştığımı tahmin etmişsinizdir. Bu ülkede, adına Hakimler ve Savcılar Yüksek
Kurulu denen kuruluş, birdizi iyileştirme toplantıları düzenledi, Habertürk bu
toplantıdaki önerileri (mesela eski TCK 434. madde uyarınca kızları
tecavüzcüsüyle evlendirme, 15inden küçüklere karşı işlenen cinsel istismar
suçlarında psikolojisi bozulmuştur raporu talep etmeme, geri kalanı için http://www.ntvmsnbc.com/id/25251279)
haberleştirince, HSYK, bir karşı açıklamayla iddiaları yalanladı. (TCK 434’ün
geri gelmesinin hiç önerilmediğini, önerinin sosyal bir yara olan kızların
sahipsiz bırakılmasının önüne geçmek olduğu, ayrıca 15'inden küçük bir kızın psikolojisinin
bir cinsel istismar durumunda mutlaka bozulacağını, dolayısıyla rapor talep
ederek vakit kaybetmenin önlenmeye çalışıldığını vb. içeren bir metin, bu da resmi açıklama, http://www.ntvmsnbc.com/id/25251420/)
Gelgelelim Habertürk’ün son haberi, nasıl bir ülkede yaşadığımızı, adalet
mensuplarının bağlı olduğu yüksek kurulu yönetenlerin kendi internet sitesine
koydukları yazılardan bihaber olduğunu, yapılan toplantılarda TCK 434’ün geri
gelmesinin tam altı defa önerildiğini gözönüne seriyor: http://www.ntvmsnbc.com/id/25251470Haberi
ilk gün manşette görünce avukat olan babama, “bu” dedim “hakikaten gerçek mi?” “Maalesef
böyle bir nesil yetiştirdiler, yetiştirdik” diyebildi babam. Eh erkeklerin
ağlamasına izin verilmeyen bir ülkede, kadınlara reva görülen muamelenin bu
olmasına şaşmamak gerek. Bir gün kısmetse, bu mertebede olmasa da bu ülkede
erkeklere yapılan zulme de değiniriz, size o zamana kadar mühlet, The Cure’dan
Boys Don’t Cry şarkısını bir kere dinleyin, hem fena şarkı da değil.
Ben, Nafi Baba Tekkesi’ni,
okulun (evet, günlük hayatta konuşurken de aksi belirtilmedikçe okul’dan kastım
Boğaziçi’dir. Benzer bir ifade Latince’de var, çok alakalı değil ama sırası
gelmişken yazayım: “urb” şehir demek Latince, -urban da İngilizce’ye oradan
geliyor- ama U’yu büyük yazarsanız (Urb), Roma demiş oluyorsunuz. “The” şehir.
Boğaziçi de benim için tıpkı onun gibi “the” okul. Ukalalık etmeden bunu ifade
etmek isterdim ama, o benim yazı kabiliyetimin ötesinde) arkasında, Hisar
Kampüs’ün o taraflarda, kendilerini dış dünyadan tecrit etmiş sufilerin bir
zamanlar ibadet ettiği, ve tıpkı okulun altında var olduğu iddia edilen tüneller
gibi okulun mitosuna katkıda bulunan yarı efsane bir dergah olarak bilirdim, bu
ayki NTV Tarih’i alana kadar. NTV Tarih’in “evrak-ı metruke” kısmında o tekkede
doğmuş Neşet Eren’in biyografisi ve bu biyografinin Boğaziçi’yle –daha doğrusu
o zamanki adı olan Robert Kolej’le olan- kesişen kısımları anlatılıyor. Benim
yapacağım o cümleleri eğip büküp buradan bir yazı devşirmek olacak, bu hikayenin
adam gibi versiyonu için NTV Tarih Eylül sayısına müracaat etmenizi salık veririm. (Eski bir Robert Kolej fotoğrafı da yazıda mevcut, NTV Tarih tarihi Robert Kolej
fotolarını sıklıkla paylaşarak bu alanda da meraklısının gönlünü okşamaya devam
ediyor.)
Bu Bektaşi tekkesine
adını Abdünnafi Efendi vermiş, onun elli bir senelik şeyhliğini oğlu Mahmud
Cevat Baba kısa bir süreliğine sürdürmüş. Yalnız Mahmud Cevad Baba tipik bir
şeyh değil- Darülfünun’da İngiliz Dili ve Edebiyatı Profesörlüğü sonradan Robert Kolej’de hocalık yapmış. Bektaşi
Tekkesi ilk darbesini, diğer tüm Bektaşi tekkeleri gibi, II. Mahmut’un Yeniçeri
Ocağı’nı kaldırması akabininde 1826’da almış, 1924’te tekkelerin kapatılması kararıyla beraber, tekke sadece o ailenin hayatını sürdürdüğü ev haline gelmiş.
Aynı ailenin bir diğer
kolundan gelen Hüseyin Pektaş, Robert Kolej’in ilk Müslüman mezunuymuş (1903), Mudanya
ve Lozan’da tercüman kadrosunda da hizmet veren Pektaş, aynı zamanda Robert
Kolej’in (RC) ilk Türk müdürü olarak görev yapmış. Kayıtlara tekkenin Hisarüstü’ndeki
kalıntılarını yıktıran kişi olarak geçen ve aile tarafından tepki alan Pektaş’ın kitaplarını eşi ölümünden sonra RC’ye armağan
etmiş.
NTV Tarih’teki yazının
öznesi olan Neşet Erten’se Mahmut Cevat Baba’nın kızı olarak 1915’te dünyaya
gelmiş, eşi Nuri Bey’le olan 62 yıllık evliliklerinde çocukları olmayan bu
çiftin -sıkı durun- 5M € malvarlığını ve 2M $ lık nakit servetini Neşet Hanım, gençlerin
okuması ve Nafi Baba Tekkesi’nin restorasyonu için, yakın geçmişte Boğaziçi
Üniversitesi Vakfı’na bağışlamış, kendisi halen Beşiktaş’ta huzurevinde
kalıyor.
Her zaman
dilegetirdiğim bir laf var, bu hayatı anlamlandırmanın yollarından en dik
patikalısı bir tahayyül, bir rüya, bir tasavvur oluşturmak. İnsanlarda o ateşi
yakmak. Başka bir hayatın, başka, daha adil bir düzenin mümkün olduğuna veya
bunun için mücadele etmeye değeceğine, insanları ikna etmek. Gerçeğe başka bir
perspektiften bakmanın bambaşka sonuçlar doğurabileceğini bilmek, buna cesaret
etmek. Benim elimden gelen konular değil. Hem de hiç. Keşke olsaydı. Ama insanın bu duyguyu
en çok hissettiği yaşlarda, bu konuları en çok düşündüğü zamanlarda bu okulun
rahlei tedrisinden geçmesi bence bir fırsat. Tabi kendisi bunun farkındaysa.
Başka yerde de bu mücadele verilebilir veya bir odunsanız, bu okuldan da odun
olarak çıkabilirsiniz pekala. Bu anlattığım hikayenin sosyolojik analizi beni
aşar, biri aydınlatırsa, nasıl oluyor da bir tekkenin şeyhi aynı zamanda
İngiliz Dil Edebiyatı profesörü olabiliyor memnun olurum. Bir ehliiman arkadaş
da milyon liralaları bir okulun vakfına bağışlayıp bir huzurevinde yaşamaya
razı olmak nasıl bir yücegönüllülüktür, böyle bir Müslüman olmak için hangi
kapıda dua etmek lazım, bunu aydınlatırsa
fena olmaz. Bunlar olmuyorsa da canınız sağolsun- bir daha Robert Kolej/Boğaziçi
ile misyoner lafını aynı cümlede geçiren arkadaşa bu yazıyı yedirebilirseniz benim
için kafi.
Ragıp ikiye iki trampa yaptığında Murat, içine düşmek üzere olduğu masadan doğrularak duruma tekrar baktı: Yedi siyah taşa karşı beş beyaz taş. Oyunu terk ettiğini belirtmek için daha önce aldığı taşları dama masasının üzerine koyunca, kahvehane birden hareketlendi ve daha sonra iki koca oyunla bitecek 0-3’lük setin ilk oyunu böylece sonlanmış oldu. Dönemin en büyük oyuncusu olan nazırı yenmek suretiyle Koca Mustafa’ya, onun da tıpkı şu anki gibi ömrünün sonunda uğradığı mağlubiyetle Murat’ın eline geçen ustalık payesi, bu ilk oyundaki siyahların muhteşem savunmasıyla ağır bir darbe almıştı. Murat, kırlaşmış sakalını sakince kaşıyıp, sigarasına uzanmadan önce kahvesini yudumlarken garip duygular içindeydi. Üzgündü, çünkü kendisinden kaç yaş küçük olduğunu aklına dahi getirmek istemediği çırağını bu sefer alt edemeyeceğini görmüştü. Kesin tahakkümü altında geçen altmış iki senenin ardından oyunu başlatan ilk hamleyi yapmayacağı gün, demek bugündü. Mağrurluğunda en ufak bir eksilme yoktu, çünkü böylece dört saati aşkın bir süredir oturduğu bu tahta sandalyesinde, vaktinde ulemanın bile tasvip etmediği bu tuhaf oyunun en az bir nesil daha emin ellerde olduğuna dair bir şüphesi kalmamıştı, varis, atanmaya gerek kalmaksızın belli olmuştu işte. Yine de ne görevini tamamlamanın verdiği huzur, ne de okeyde, prafada, briçte veya tavlada hala yenilmemiş olması kendisine bir teselli veriyordu, çünkü o bir damacıydı. Namazlarını kaçırmasına sebep olacak o mağlubiyetten sonra herkesin nefesini tutarak oyunlarını izlediğini fark edecek, oyuna karışmamak için kendini zor tutanların ağzından çıkan fısıltıları yenilmesi için edilen dualar zannedecek ve mağlubiyetin utancıyla, Ragıp’ın yalvarmasına ve çevreden gelen ısrarlara dayanamayarak elini öptürdükten sonra hesabı ödeyip, emektar kahveden çıkarken, bir daha oyun oynamamaya kendi kendine yemin edecekti. Bu yemin, ilerlediği yaşından dolayı gözleri sadece siyah taş ile beyaz taşı ayırt edebilecek derecede körleşmiş, saatlerce hareket etmeden oturmaktan prostatı depreşmiş, damayı düşünmekten delirme noktasına gelmiş ve her gün içtiği iki paket sigara sonucu akciğer kanseri olmuş Murat için sadece birkaç gün geçerli oldu. Halefi, o hafta içinde ikinci kez bir cenazeyi omuzlarken, cemaat, uzaktan uzağa saygı duyduğu bu ihtiyarın ölmesi için onca sebep olmasına rağmen onun kederden öldüğü, ama gözü açık gitmediği konusunda hemfikirdi.
“Bak bilader, sen burada iş yapamazsın. Keşke yapabilsen. Seni tanımıyorum, ama delikanlı gibi selam verdin, açıksözlülükle ne düşündüğümü sordun. Sıcak geldin bana, ben de isterim buraya iki esnaf gelsin, seni traş edeyim bana ordan iş çıksın. Ama bence Göztepe tarafına git, balıkçılık yapacak adamın orada daha çok şansı olur.”
Zafer Abi her zamanki belagatiyle ve dobralığıyla dışarıda çayını yudumlayıp tanımadığım adamla sohbet ederken ben selam verip içeri geçtim. Eşime dostuma hikayelerini anlattığım meşhur berber, oydu. İzmir'deki evimize ilk taşındığımız zaman, kekeme olduğu için kelime dağarcığı “ufalcak mı?”dan ibaret olan (fenni sünnetçi sanki mübarek), sağır olduğu için de ne anlatırsam anlatayım beni aynı şekilde traş eden memleketteki berberimi bırakıp, Zafer Abi'nin dükkanına gitmiş, adamcağızı ilk traşımda sinir krizine sokmuştum. Normalde kavga ettiğiniz bir esnafa bir daha niye gidesiniz di mi güntekin. Ama on altı yaşımda ilk kez doğru düzgün saç traşı olunca, nasıl olsa unutmuştur diye, biraz ara verip tekrar gitmiştim, mekanda üç berber vardı o zaman, ona denk gelmeyiz diye umuyordum, şansa yine onun sandalyesine oturmuştuk. Geçen traşımda kendi aramızda laflarken beni ne kadardır tanıdığını sorduğumda, duraksamadan on iki yıl demişti, doğru hatırladığını anlamam için hafızamı zorlamam beş dakikamı almıştı, o derece keskin bir zekası vardı. Resim yaptığını söylemişti bir keresinde bana. Bu profil, bu ülkenin esnaf profilinde tabi ki iğreti duruyordu. Bütün bunları düşünüp Zafer Abi'nin bir an önce içeri girmesini beklerken, Zafer Abi tekrar konuşmaya başladı.
“Belki Fikri şimdi bana kızacak, Fikri benim yakın arkadaşım, onun da emlakçı olarak iş yapması için sana burayı methetmem lazım, ama ben de aslında gitmek istiyorum buradan. (Gitmek istediğini hakikaten bana da daha önce söylemişti) Bak kafanı kaldır, bir sürü kiralık ilanı göreceksin, esnafa burada hayat yok bilader. Neyse karar senin tabi, hadi eyvallah, müşterim geldi.”
Bu kadar dobra, karşısındakiyle bir anda samimi olan, samimi olunca da o kadar iyi niyetli bir insandı. Bir esnafın, aynı zümreye ait olduğu bir başkasının mutsuz olmasına gönlü elvermezdi. İçeri girer girmez, ben sormadan anlatmaya ve ben tarif etmeden traş etmeye başladı.
“Hay sokacam bilader ya, bi balıkçımız eksikti. Yana açacak sinek dolduracak dükkanımı. Ya kardeşim ne kadar bahtsız adamım ben ya.”
Ben zaten Zafer Abi ağzını açar açmaz, onun agresifliğinden, konuşmasının akıcılığından, Kenan Kalavvari tipinden kelli gülmeye şartlanmıştım. Ben güldükçe o sinirleniyor, sinirlendikçe saydırma hızı artıyordu.
“Ulan geçen dönerci tuttu, yağ kokusu direk dükkandaydı ya. Balıkçı açarsa var ya, balık kokusu tüm mekanı boyar. Hayır şans yok ki ak, bi kere de bi muhasabeci tutsun dört kişi gelsinler, ayda traştan yüz kağıt kaldıralım. Hep Fikri'nin itliğinden bunlar, bu herif yakacak bizi. Pezevenk geçenki hatun mevzusundan yapıyo hep bunları. Napiim ak hatun bize kesikse, tövbe… Neyse işledik adamı iş yapamazsın bilader diye, takıldı oltaya, gelip tutmaz artık herhalde.”
Film adamdı. Her ziyaretimde bir başka bombası vardı. Bu yeteneğinin harcandığını sahneye çıkıp stand-up yapması gerektiğini önerecektim, emlakçı sahtekar Fikri’nin içeri girdiğini görünce vazgeçtim.