Oku!
Allah bellatrixten razı olsun.
"Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız." Oğuz Atay - Günlük
19 Ocak 2012
18 Ocak 2012
Belki Bir Gün
O günü hatırlıyorum. Notlarımın açıklandığı
gündü. 2007 senesi olduğuna göre sondan bir önceki dönemim okuldaki. Cuma öğlen
üç gibi abimin kira evine geldim uyumaya, akşam dışarı çıkacaktım kafa
dağıtmaya, senede iki kere yaptığım şeyi yapıp Deniz’le Taksim’de bara
gidecektik. Eve girince bir alışkanlıkla ve bütün bitkinliğimle televizyonu
açtım. CNN Türk’te eşşek kadar puntolarla Hrant’ın vurulduğu yazılıyordu.
Pardon vurulduğu değil, öldürüldüğü.
Belki ölmemiştir diyordum içimden, hani o
meşhur inkar aşaması vardır ya gerçekle karşılaştığınızda, o refleksle. Ama
ölmüştü. Hrant’ı bir kere Boğaziçi’nde görmüştüm, Edhem Eldem’in yönettiği
ifade özgürlüğüyle ilgili bir panelde konuşmuştu. Tanımıyordum yani aslında.
Ama çok etkilenmiştim ölümünden. Bir kere yabancıydı. Bu toprakların en kadim
geleneği gayrimüslime dokunmamaktı Osmanlı zamanında, demek bunu bile
kaybetmiştik. Ben ne kadar saf bir insanım, AB yasaları, yeni dönem falan,
artık bir daha hiç faili meçhuller olmayacak zannediyordum. 90lar geride kaldı
sanıyordum. Meğer bu ülkede hiçbir şey hakikaten değişmezmiş, Hrant’ın delik ayakkabısıyla yüzükoyun uzandığı kaldırımın bir sokak paralelinde, bir başka gazeteci Abdi İpekçi otuz sene önce bir başka 17 yaşındaki milliyetçi çocuk tarafından öldürülmüştü. Gazeteci olduğu için. Solcu olduğu için. Yok, aslında bunların hiçbiri için değil. Bazılarınız bilmeyebilir, ama öldürenler biliyordu: Yahudi dönmesi, çok satan kitabın günlük hayatınıza soktuğu terimle Sabetayist olduğu için. Eksik olmasın devlet o zaman da hiçbir şey değişmediğini
göstermişti, kararın ilk açıklandığı bugün de bu kararını onadı.
Akşam Deniz’le buluştum, Taksim’e gitmeyi istemediğimi
söyledim, ama eve de girmek istemiyordum. Zağar gibi dolaştık. Okan’a gittik,
onun da evine ilk gidişimdi. Kürşat Bumin NTV’de çok akıcı ve etkileyici bir
konuşmayla çok ağır hakaretler ediyordu önüne gelene. (Kürşat Bumin’i o gün
bugün severim.) Çıktık. Bayram’a gittik. Deniz’in çok yakın arkadaşından, benim
çok kadim, çok yakın arkadaşıma. Hani eskiden çok sık gördüğünüz, ama şartların
değişmesiyle o kadar görüşemediğiniz ama hukukunuzdan hiçbir şey
kaybetmediğiniz adamlar vardır, sizin için her şeyi yapacağınızdan eminsinizdir.
Sizin yoksa bilmiyorum, neyse ki benim için Bayram var. Gittik biraz, orada
lafladık, sakinleştim biraz. Oradan da çıktık Deniz’le Nispetiye’de yürüyoruz.
Bolulu Hasan Usta’ya oturduk, tatlı bir şeyler yedik kalktık, polis çevirdi.
GBT sordu. Bize. Napıyorduk Hrant’ın vurulduğu günün gecesi? Türkiye teyakkuzda
katilleri arıyordu. (Mesela İzmir’deki berberim, eski ülkücü tüm arkadaşlarının
sorgulandığını, dükkanının karşısında iki hafta boyunca bir simitçinin
dolandığını söyleyecekti) Veya biz ona inanmak istiyorduk. Abime döndüm akşam
yatmaya. Sabah Ogün Samast teşhis edilmişti. Polis büyük bir risk almış ve
resimleri basına dağıtmıştı. Ben çocuğun vurulacağını düşünüyordum ama, babası
oğlunu ihbar etti. Polisin kumarı tutmuştu. Abim bana yakalanmadan önce, “ya
katili bulurlar, katili bulmak ne ki” demişti. “Mehmet Ali Ağca mesela, kim
ki?” Onun bile ilk etapta gördüğü bu gerçeği görmem için beş sene geçmesi
gerekmiş.
Ertesi gün babam aradı, yalvar yakar benim cenazeye
gitmememi istedi. Bir provokasyon olabileceğinden endişe ediyordu. 77 1
Mayıs’ını kast ediyor olmalıydı. Ağzımdan bir söz aldı. Gitmedim. Deniz gitti.
Hayatımda utandığım şeylerden birisi de, o törene katılamamış olmaktır. (Bir
sene sonra, Agos’un önünde o kalabalıkla Hrant’ın anmasına gittim, ama geçen
senenin vicdan azabı ve törenin anmadan çok bir eyleme konu olması yüzünden çok
durmadan ayrıldım. Ölümüzü anmayı bile beceremiyorduk, hala beceremiyoruz)
Sonra çok ilginç bir şey oldu. Anamuhalefet partisi, Atatürk’ün partisinin
başkanı olacak Deniz Baykal, kalkıp törende atılan “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz
Ermeni’yiz” sloganını eleştiren bir konuşma yaptı. Yaşlılık ne zor diye
düşünmüştüm. Etrafımdakilerin ekseriyetinin de böyle düşündüğünü görünce,
hayrete düştüm. Mesela abim bile, "şehitler için de inşallah büyük kalabalıklar
yürür" dedi. Sanki yürüyeni tutan varmış gibi… Abime dair büyük
hayalkırıklıklarımdandır… Neyse. Bazı gerizekalılar “hepimiz Mehmet’iz” diye
karşı slogan bile geliştirmişti. Onlar değil, bendim Mehmet olan. Babam dedemin
adını vermiş. Ben seçmedim. Tıpkı Ermeni olanların Ermeniliği seçmediği gibi.
Ama hepimiz Mehmet’im demekle Mehmet olunmadığı gibi, tabi ki Ermeni’yim
demekle de Ermeni olunmuyordu. Orada söylenmek istenen, “senin acını anlıyorum,
seni kendimin yerine koyuyorum, senin başına geleni kendi başıma gelmiş
addediyorum” demekti. Peki bu slogan bu açıklamaya muhtaç mıydı? Bu ülkenin o
zaman için kayıtlı beş seçmeninden birini almış partinin kırk senedir siyasetin
içinde olan genel başkanının kafası buna basmıyor olabilir miydi? Hadi onu
geçtim, etrafımda okumuş etmiş onca adam? Bu soruları kendime hala soruyorum.
(Deniz Baykal, taziye ziyaretine neyse ki, haftalar sonra gitti. Beklemiyordum.
Mesela Ahmet Necdet Sezer, buna gerek duymamıştı. Bu kadarcık bir ziyarete bile
tenezzül etmemişti. Tıpkı Orhan Pamuk Nobel aldığında, bir cümlelik bir tebriki
ondan esirgemesi gibi. Aynı tebriki Deniz Baykal da esirgedi, bunlar kayda bir
de burada geçsin)
O zamanki AKP, kilisedeki törene Başbakan seviyesinde
katılmıştı. Taziye evine de o gün gittiler, hatta eve girerken o zamanki
İçişleri Bakanı M.Ali Şahin’in alkışlandığını hatırlıyorum. Şu an, öyle bir
teveccüh görmeleri imkansız… Zaten ailenin şimdiki şaşkınlığı en çok buna diye
düşünüyorum. Hrant’ın kardeşi Asrof Dink’in bundan birkaç sene önce
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün talebiyle cumhurbaşkanlığında bir görüşme yaptığını da hatırlıyorum.
Fehriye Çetin “Bu devletin katil, halkını bombalayan, imhacı, suikastçı,
kundakçı gibi sıfatlarla yan yana anılmasından çok rahatsız olanlar devleti
bundan arındırmak için hiçbir çaba sarf etmediler.” derken belki bu hayal kırıklığını
ifade ediyordu.
O zamanki gazeteler içinde görebildiğim kadarıyla haberi
en adamakıllı veren, İsmet Berkan’ın Radikal’iydi. “Eserinle gurur duy Türkiye”
diyordu başlıkta. Türkiye’nin bir kısmının bu eserle gurur duyduğunu,
ekseriyetininse bu cinayetin abartıldığı kanaati taşıdığını hissedecek kadar bu
ülkede yaşadım ben. İsmet Berkan “Hrant’ı
hep beraber öldürdük" diyordu. "Ermeni olduğu için.” (İki cümleye de kesinkes katılıyorum,
yakında bu minvalde bir yazı daha yazacaktır zaten, orada kendisi daha iyi
ifade eder muhtemelen.)
Tabi sonra olayın perde arkasını öğrenmeye başladık.
Soruşturma benzer konudaki tüm soruşturmalardan farklı başlamıştı. Devlet,
tetikçiyle birlikte, onu azmettireni ve de onunla irtibata geçen Jandarma
muhbirini de buldu. (Abdi İpekçi’de mesela, M. Ali Ağca’nın yukarısına
çıkamamıştı, Dink davasındaysa, iki
basamak yukarı çıktı) Derken tuhaf şeyler olmaya başladı. Bıyıklarıyla ünlü
dönemin İstanbul Emniyet Müdürü, olay için “milliyetçi duygularla işlenmiş bir
cinayet, örgüt işi değil” dedi. (Keza mahkeme de aynı hükmü verdi. Yalnız
Celalettin Cerrah, hükmünü mahkemeden beş sene önce, olayın ikinci gününde
vermişti. Böyle devlet adamı kolay kolay bulunmaz. Hal böyleyken ben mi olacam
Osmaniye Valisi, tabi o olacak) Hrant’ın vurulacağından bir biz garibanların,
bir de Hrant’ın haberi yoktu. Bir polisin, başka bir polise, “bunu sizin
adamlarınız mı yaptı” diye sorduğu, öbürünün “yok bizimkiler değil, aslında
planlandığı gibi olmuş, tek fark bizimki kaçmayacaktı, bu kaçmış” diye mukabele
ettiği telefon dinlemelerine takıldı, bunlar basına yansıdı. Tiksindiniz di mi.
Okuyun okuyun daha bitmedi. Kendi pisliğiniz, kendi pisliğimiz bunlar. Bütün
bunlar olup biterken sesimizi yükselteceğimize FB küme düşsün mü düşmesin mi,
hassiktir 19 Mayıs stad dışında kutlanacak, gitti güzelim rejim, Kıvanç’ın
baklavası, Hürrem’in götü bunlarla uğraşıyorduk biz. Bize az bile bunlar.
Askeri personelinin çokluğundan şikayet edilen ülkenin halihazırdaki asker
kaçağı sayısı silah altındaki asker sayısından fazla. Allahtan asker milletiz
yani yoksa beşle falan katlanacaktı herhalde. Her Türk Mehmet doğar. Her asker
Türk Mehmet. Bizim ikiyüzlülüğümüz burdan değil köye Fizan’a yol olur. Balya
balya adam tutuklanıyor aylardır KCK diye aslı astarı nedir bu işin diye
soruyorsunuz ben mi görmüyorum? Ama onlar kara kafalı di mi, bizden değil
onlar. Hem onlar da bizim askerlerimizi öldürdü. Onlar olmasın canım,
destekçileri. İkiyüzlülük milli hasletimizdir, linçle birlikte.
Erkan Goloğlu, Hrant İçin isimli yazısında “Bir ülke,
53 yıl boyunca bir evladını yok etmeye çalışır mı? Önce yetimevine bırakır,
baktı olmadı gözaltına alır, cezaevine atar, dava açar, adliyenin önünde
tükrükletir, yumurta attırır, yumruklatır.” demişti. Ona reva görülen muamele
buydu. Hala bu. Öldürdüğü Hrant’tan hıncını hala alamıyor devlet. Ama
devletimiz yıpratmayalım, devletimiz payidar kalsın yeter ki. Devlete bir şey
olmasın, geri kalanın ak ben.
Bugün bunu yazıyorum, belki yarın Cemil Çiçek’in
açıklamaları okuyacaksınız. Cemil Çiçek var ya Cemil Çiçek O 301’in meşhur
savunucusu, hani Boğaziçi’nde birkaç kendi halinde akademisyen topluluğu bir konferans
düzenleyecek diye en pespaye 60lardan kalma "Boğaziçi’nde viski içenler" edebiyatı yapan her devrin büyük devlet adamı, kendisi malumunuz ustalık
döneminde Meclis başkanlığına seçildi, hem de ittifakla. (Bu dönemde CHP’yle
AKP’nin ittifak yaptığı iki şeyden biri kendisi, diğeri şike yasası.) Sükunet
diyecek, yargıtay diyecek, adalete güvenin diyecek. Dalga geçer gibi.
Belki de açıklama yapmaz bilmiyorum. Çünkü yeni anayasa onun
koordinasyonunda yürüyor, yasamanın başı kendisi olduğu için. İşi çok.
Mesela Emin Çölaşan ne yazacak bilmiyorum. Kendisinin daha
önce Hrant için yazdıklarına bakabilirsiniz. Yine de zannetmiyorum, oh oldu
demez herhalde. Oha falan oldum diyebilir. Yeni bir tarz deneyebilir.
Mesela Ertuğrul Özkök var ya, Hrant’ı hedef gösteren
türkiyetürklerindirgaztesinin o zamanki patronu, o şimdi empati falan diyecek.
Bir Kenan Evren yıkama yağlaması yapacak. Belki tornistan da yapabilir, belli
olmaz. Ertuğrul Özkök bu. Fener yazısı da yazabilir mesela. Görüyorsunuz
Türkiye’nin önemli ve her daim kaim figürlerinin çizeceği yollar belirsiz. Ama
bizimki belli. En fazla, bir Gökhan Özgün yazısı daha okumak. (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=216410) Bir de, hiçkimsenin okumadığı
bloglara, eş dosttan başka kimsenin takip etmediği hesaplara sinirimizi
boşaltıp, tuttuğumuz tarafın belli olmasıyla avunmak. Belki günlerden bir gün,
bu ülke de başkası olarak gördüğüne tahammül eder, özeleştiriye açık, şeffaf ve
adil olur. O günlerde Ogünler, bebekken katil olmaz belki diye.
1 Ocak 2012
Kimisi İçin
Yeni yıl yazısı yazmamak için uzun süre
direndim, illa ki geçen yeni yılda ne yaptığımdan bahsetmem gerekecek. Akşam
piyade istihkakında kuruyemiş verileceğini söyleyen kantinciye, “ya abi bizi
yeme şimdi” diye sitem etmemden, sonra bu müjdenin gerçek çıkmasından, akşam sekiz buçukta arkadaşın gelip koğuşun
ortasına bir koli kolayı fırlatınca çocuklar gibi sevinmemizden bahsetmem
gerekecek. (Tüm acemiliğimiz boyunca içtiğimiz tek soğuk meşrubattı o. Düzenli
olarak malzeme gelmezdi bizim kantine.)
Akşam dokuz buçukta tüm koğuş uyumamızdan, uyandığımızda etrafın
bembeyaza kesilmiş olmasından, o karın Kars’a geldiğimizden beri düşen ilk kar
olmasından da söz etmem icap edecek. Şahnalar Köyü değil, New York mübarek… Böylece
askerlikle ilgili yazmayacağım, konuşmayacağım dememden sonra yazacağım
dördüncü yazımı yazmış olacağım. Olmasın diye direndim.
2011, benim için de çok kötü bir yıldı. Bir
insanın sağlık problemi yaşamadığı, hiçbir sevdiğini kaybetmediği bir yıl ne
kadar kötü olabilir sorusunun cevabıydı sanki. Neden olduğundan bahsetmem
gerekecek. Aynı hikayeler, başka anılar, cevapsız sorular, karşılıksız
duygular, başkalarının ergen sorunları diye dalga geçmeyi, at oynatmayı sevdiği
bahisler. Bunu da geçiniz bir kalemde, şairin deyimiyle.
Bunları dedim yazacağıma, hiç yazmam daha iyi,
bloga yazmadığım diğer bir sürü konu gibi. Engin Ardıç’ın klasikleşmiş depresif
yılbaşı yazılarının 2012 için olanını okumasaydım yazmayacaktım da zaten…
Özledim
Sıkıldım... Hiçkimsenin içmeyeceği içkilerin ve
hiçkimsenin yemeyeceği yemeklerin tariflerinden, Noel ile yılbaşını ayırt edemeyen
geyiklerin Noel Baba geyiklerinden,"çam ağaçları kesiliyor" sızlanmasından
vazgeçmeyen entel mızmızlığından, "milli piyango size de
çıkabilir" basitliğinden, "sarhoşum gel
servisi" zevzekliğinden, "herkese sevgi, dünyaya
barış" saftirikliğinden sıkıldım...
Yılın olayından, yılın fotoğrafından, yılın erkeğinden
yılın kadınından, yılın bilmemnesinden, burcunuz ne diyor zırvasından, "karşı
cinsten bir sarışın size ilgi gösteriyor" şeklinde enayi
tuzaklarından, Eurovision, Oscar, lig şampiyonluğu teranelerinden, akşamdan
kalmalığın dayanılmaz biteviyeliğinden, ziyan olmasın diye yeni yılın ilk üç
günü bayat yemeğe talim etmenin kaderinden, tombaladan, birinci çinkodan,
ikinci çinkodan sıkıldım...
Televizyonun varoş eğlencelerinden, geceyarısı
dansözünden, on dokuz sekiz yedi altı beş dört üç iki bir geri sayımlardan,
uyku akan gözlerle sevinir gibi yapmaktan, sabahlama zorunluluğundan sıkıldım.
İnsanlara bugün ille Talcid ya da Kompensan tavsiye etmekten de (bu sene
hayatınızda bir değişiklik yapın, Rennie kullanın!)
Belki günler uzamıştır umuduyla bekleyip gene erkenden
hava kararınca hafif tertip bozulmanın her sene yinelenen iç burukluğundan
da... İşin kötüsü, her sene dön dolaş bunları yazmaktan da. Ne de olsa yaş
altmış.
İsmet Paşa, kendisini devirmek üzere toplanan Ecevit
ile onu destekleyen Mülkiye cuntasına, "sizin için istikbal olan şeyler
benim için mazidir" demişti.
Sizin için yeni bir yıl demek, bizim için ölüme bir adım daha yaklaşmak demek.
(Hemen belirteyim, "yok canım, daha dur bakalım" geyiğinden de sıkıldım, lütfen bana söylemeyiniz, daha saf tanıdıklarınıza saklayınız.)
Sizin için yeni bir yıl demek, bizim için ölüme bir adım daha yaklaşmak demek.
(Hemen belirteyim, "yok canım, daha dur bakalım" geyiğinden de sıkıldım, lütfen bana söylemeyiniz, daha saf tanıdıklarınıza saklayınız.)
Ama bazı şeyleri özledim... Hayır, tramvay biletinin
on kuruş olduğu günleri değil. Artık var olmayan koşulları değil, kişileri
özledim. Bir ciğerinin alınmasından sonra hırıltılı sesiyle Kemal Tahir'in
öfkelerini ve bana çıkışmasını özledim... Haldun Taner'in, kaldırımdan
geçerken, Divan Pastanesi'nden bana seslenip çağırmasını özledim. Demirtaş
Ceyhun'un saf, temiz, çocuk kahkahalarını özledim. Oğuz Atay'ın genizden gelen
kısık sesini özledim.
Edip Cansever'in Arnavutköy'de Kaptan Meyhanesi'nde kafayı bulup denize tabak çanak ve de çatal bıçak atmasını, garson Rafet'in de büyük bir titizlikle bunları hesaba eklemesini özledim. İsmet Ay'ın böbrek taşı düşürüp iç çamaşırında kan lekesi görünce, Ertuğrul'un Papirüs Bar'ına "çatlayın da patlayın, regl bile oldum sonunda" diye kahkahalar atarak girmesini özledim. Attila İlhan'la Maçka'dan Elmadağ'a kadar yürümeyi özledim. "1944 yılında şurada Altınbakkal tramvay durağı vardı" diye anlatırdı, şaşardım...
Hilmi Yavuz'un beni dumanlı kafayla Bebek'ten Beşiktaş'a kadar zorla yürütmesini özledim. İdman oluyormuş. Yaman Okay'ı, Yavuzer Çetinkaya'yı, Tuğrul Şavkay'ı özledim, tıpkı Rutkay Aziz'i, Cezmi Baskın'ı özlediğim gibi. Kimisi ölü, kimisi benim için ölü. Gençliğimin insanlarını özledim, o gençlik epey zor geçmiş olsa bile. Siz bana aldırmayınız, iyi seneler efendim...
Edip Cansever'in Arnavutköy'de Kaptan Meyhanesi'nde kafayı bulup denize tabak çanak ve de çatal bıçak atmasını, garson Rafet'in de büyük bir titizlikle bunları hesaba eklemesini özledim. İsmet Ay'ın böbrek taşı düşürüp iç çamaşırında kan lekesi görünce, Ertuğrul'un Papirüs Bar'ına "çatlayın da patlayın, regl bile oldum sonunda" diye kahkahalar atarak girmesini özledim. Attila İlhan'la Maçka'dan Elmadağ'a kadar yürümeyi özledim. "1944 yılında şurada Altınbakkal tramvay durağı vardı" diye anlatırdı, şaşardım...
Hilmi Yavuz'un beni dumanlı kafayla Bebek'ten Beşiktaş'a kadar zorla yürütmesini özledim. İdman oluyormuş. Yaman Okay'ı, Yavuzer Çetinkaya'yı, Tuğrul Şavkay'ı özledim, tıpkı Rutkay Aziz'i, Cezmi Baskın'ı özlediğim gibi. Kimisi ölü, kimisi benim için ölü. Gençliğimin insanlarını özledim, o gençlik epey zor geçmiş olsa bile. Siz bana aldırmayınız, iyi seneler efendim...
Eskiden öyleymiş,
anlatanların yalancısıyım. Egosu yüksek yazarlar ve müritleri varmış. (Sadık
okuyucuları için Engin Ardıç’ın Kemal Tahir’in ve Oğuz Atay’ın bir müridi
olduğunu çıkarsamak zor değil.) Ben, bunu çoook ucundan yakaladım. Yurtta
kaldığımda Fethullahçı çocukların bahsinden kulak misafiri olmuştum, Hilmi
Yavuz, bizim okulda cumartesileri felsefe dersi veriyordu. Zaman yazarı,
Boğaziçi’nde, felsefe anlatıyor. Gittim. (Audit etmek denir Boğaziçi jargonunda,
dışarıdan yancı yazılırsınız derse, kaparsınız bir sandalye, dersin
hayaletisinizdir, kayıtlı değilsinizdir, sadece dinlersiniz). Hilmi Yavuz’u
orada tanıdım, çok yaşlı bir adam, hatrı sayılır bir cemaatçi nüfusunun da
bulunduğu amfide, hayatımda hiç duymadığım şeylerden bahsediyordu. Birtakım
isimler havada uçuşuyordu, -adı geçenlerin hepsinin şeyh olmalarından
mütevellit, uçmaları normaldi de, ne de olsa, şeyh uçmaz, mürit uçurur!- Gazali,
Mutezile, Eşari, İbn-i Arabi, sonra oryantalistler, Renan, Hobsbawm, onların
tekerine çomak sokanlar, E. Said, Namık Kemal vs. vs. Bu adamların derdinin ne
olduğunu dili döndüğünce anlatmaya çalışıyordu Hilmi Yavuz, İslam dogmasının
esasları nedir, nasıl bir çatışma sonucu kurulmuştur, ondan bahsediyordu. (Ki
buna İslam ilminde, kelam denir.) Çok basitçe söylemek gerekirse, vahdeti
vurgulayan Gazali’nin, ve takipçisi Eşari’nin argümanları zaman içinde,
sorgulamacı, insan özgürlüğüne önem veren Mutezile akımına galip gelmişti
İslam’da. Bu Sünni İslam’ın bir süreliğine en kuvvetli temsilcisi Osmanlı
ideolojisi için de bulunmaz bir nimetti. Çünkü tek bir Allah’ın gücünü
vurgulamak, onun yeryüzündeki temsilcisinin de gücünü vurgulamak oluyordu, bir
sorumda bu yorumumu kabul etmişti Hilmi Yavuz. Tabi bütün bunlar benim ilgimi
feci cezbediyordu, dogma diye küçümsenen, birilerinin tartışılmasını yobazlık
bileceği teferruatlara bir başkalarının ömürlerini vakfettiğini bu sayede fark
ediyordum.
Neyse, bunlar konumuz dışında aslında, Hilmi
Yavuz’u ben bu vesileyle tanıdım. Tanır tanımaz fark ettim ki, cemaatten bir
halka oluşturmuştu etrafına. Said-i Nursi’ye (ve dolayısıyla Fethullah Gülen’e)
intisap etmişti sanki, bendeki intibaı oydu. Eski dostlarını bir kalemde çizip
atmış gibiydi, mesela, yine tahminim bir zamanlar müridi olduğu Attila İlhan
için, çok ağır bir yazı kaleme aldı, öldükten sonra. İlk eserlerinde öve öve
bitiremediği Orhan Pamuk’a da seneler sonra açıktan cephe aldı. Biraz acıdım. Çünkü
şairliğine aklım ermez, ama iyi bir yazar, çok iyi bir entellektüeldi Hilmi
Yavuz. Kıymetinin bilinmemesinin hüznü var gibiydi üzerinde. Belki de o değeri
kendisine cemaat vermiş, o da cemaate olan minnet borcunu ödüyordu. Bilemem,
günahına girmek de istemem. Geçen yıl İstanbul’un en havalı otellerinin
birinde, davetli olduğum bir kahvaltıda yan masada gördüm kendisini.
Dayanamadım yanına gidip, halini hatrını sordum, doğal olarak tanımadığı halde
nezaketle mukabele etti.
Ne yapacağımı bilmediğim
bir yeni yıl ilk gününde eski defterleri açtıran da Hilmi Yavuz’la benzer bir
hayat eğrisini takip ettiğini düşündüğüm Engin Ardıç oldu. Kendisinin son bir
senedir iyice şirazesinden çıkmış yazılarına bu sebepten kızmıyorum. Benim için
özeldi bu adamlar bir zamanlar. Keşke Engin Ardıç da bu kadar kabiliyetliyken,
başka başka yazılar yazsaydı diyorum sadece. Bu kadar öfkeli ve geçmişine hınç
dolu olmasaydı.
Diyorum ama kendim için
aynısını yapamıyorum.“Kimisi ölü, kimisi
benim için ölü.” demiş Engin Ardıç. Allah’ıma bu yaşıma kadar
hiçbir arkadaşımın acısını göstermediği için şükrediyorum. Ama doğrudur, kimisi
artık benim için de ölü. Kalan kimi sağlara iyi 2012’ler olsun.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)