6 Haziran 2013

Gezi Parkı Direnişi Hakkında Çok Az Şey

"velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim"
Ece Ayhan

Birileri bu ülkede 31 Mayıs 2013te tarih yazmaya başladı, hala yazıyor. Birileri de onları yazsın o zaman…

Önce biraz tarih: Evet bir zamanlar orada hakikaten Topçu Kışlası vardı. Onun yıkılıp Gezi Parkının yapılması cumhuriyetin ilk yıllarına dayanır. (Genelde bu bilgileri kesin ve teyit edilmiş tarihlerle yazarım blogda bahsederken ama, şimdi odağımız bu değil.) Fakat Gezi Parkı yıllar içerisinde parsel parsel iğdiş edilmiş, Divan Otel’e, Hilton’a parktan arazi verilmiş ve o park kuşa çevrilmiş. Tekin olmadığını da bildiğimden olsa gerek Emek’in tam aksine, hiçbir anım yok orayla ilgili, yazarken utanıyorum, hiç gitmedim hatta. Ama ne dedi başbakanımız, “mesele park meselesi değil…” O Hilton Oteli var ya Taksimdeki, daha önceden Ermeni mezarlığıymış, NTV Tarih söylüyor bunu, ben değil, hatta 1915 olayları için bir anıt bile varmış, şaka gibi! Bir güzel istimlak edilmiş Hiltona vermek için, sonra mezar taşları zımparalanıp Eminönü’nde kaldırım taşı olarak kullanılmış. Bu kadar alınan aha devletin bu kadar sorunu, bence az bile.

Şimdi hükümet Zeki Demirkubuz’un enfes tanımıyla, tarihi “ihya” etmek için, Gezi Parkına, o kışlayı tekrar konduracak. Güzel de, herhalde orada asker nöbet tutmayacak, benim kafa burada karışmaya başlıyor. Öncelikle bina yaparak tarih nasıl yaşatılır, onu anlamıyorum mesela. Yani o binanın bir örneğini yapınca tarihi korumuş olmuyorsunuz ki? Emek sineması örneğinde olduğu gibi, onu üst kata taşıyınca da korumuş olmuyorsunuz. Tarihi korumak için koca İstanbulda yer kalmamış gibi Sultanahmetin göbeğine rezidans dikmenin önüne geçmek daha mı akılcı olurdu acaba?

Benim için siyasetin en önemli fonksiyonu insanlarda yurttaşlık bilincini, o devlete ait olduğu bilincini kazandırması. Bunun için siyaset toplumun azınlıklarının da katılımıyla yani çoğulculukla yapılmalı. Bu kelime önemli: Çoğulculukla – çoğunlukla değil. AKP’nin siyasi tarihimizde bir karşılığı, bir hacmi var: Toplumun bir kanadının (ki o kanat yıllar içerisinde partinin artan oyuyla gövdeyi de kapladı) sisteme entegre olmasına vesile olacak bir kaldıraç. Aslında bu bağlamda vatandaşın kendini toplumun bir parçası hissetmesini sağlayan bir parti. İdris Küçükömerin merkez çevre tezi üzerinden yorumlayacak olursak, AKP, ülkeyi kuran bürokrat kadronun (asker olarak okuyunuz) hükmettiği çevrenin, yıllar sonra yeniden gelip merkeze yerleşmesini sağladı. Türkiyede olan, bu bağlamda bir din eksenli mücadele değil, bir iktidar mücadelesi – çevrede olan bir güruhun merkezi işgal etmesinin ve merkezde bunun yarattığı rahatsızlığın gerilimi, bu kaftan zamanında Menderes’in Demokrat Partisi’ne de biçilmişti. (Bunun en veciz örneklerinden biri, sanırım vaktinde Cumhuriyet gazetesinde cumhuriyetin ilk yıllarında çıkmış olan, “Halk plajlara akın etti, vatandaş plaja giremiyor” haberi.) Tayyip Erdoğan da zaten en çok kendi liderliğinin bu yönünü vurgulamaya çalışıyor. (Bunun kadar kritik bir görev de BDP’nin üzerinde var, onlar da Kürtlerin topluma entegrasyonunu sağlamak, ve bunu siyaset üreterek yapmak zorunda) Yıllar içerisindeki başarılı ekonomik politikalar, iktidarın aldığı avansı da artırdı. Zaten bu yüzden iktidardalar, benim etrafımda ekonomiyi kötü yönettiklerini söyleyen yok. Fakat nasıl hiçbirimiz en çok para kazanabileceğimiz işte değil, en çok mutlu olduğumuz işte çalışmak istiyorsak, en huzurlu ve kendimizi ait hissettiğimiz ülkede de yaşamak istiyoruz.  İktidarsa koltuğunu sağlamlaştırdıkça, kendi ideolojisini daha mütehakkim olarak kullanmaya başladı –  kendi ahlakının en üstün ahlak olduğunu düşünen (bu ahlak da Sünni Türk İslam ahlakı) ve topluma da bunu empoze etmeyi görev bilen bir ideoloji… Bu görüşe olan tepki yıllar içerisinde birikti, Emekte patlamadı, İstiklalin ortasına s.k gibi alışveriş merkezi dikerken patlamadı, huzurumuz için var olan polisimiz sağolsun, Gezi Parkı eyleminde patladı. Polis kendi vatandaşına böcek muamelesi uygulayıp sabahın beşinde onlara gaz sıkmazdan önce avmyi yapacak şirketin çalışanların zabıta kılığına girip direnişçilere dalmış, Sırrı Süreyya Önder’in yoğun çabası ve yıkım kararı olmaması sayesinde parkı kurtarmayı başarmıştı. Olaylar devam ederken en vahim olay benim için başbakanın tehditleri dışında, İzmirde dolaşan eli sopalı sivil polislerdi: Bu durum eşi menendi görülmemiş bir pişkinlikle İzmir emniyet müdürünce açıklanırken, Diyarbakırdan yeni atanan İzmir valisi okuduğumuz kadarıyla “yeleksiz sivil polis olmaz” diye küplere biniyordu. Bülent Arınç, başbakanın yapamadığını yapıp özür dilediği konuşmasının bir yerinde “eğer siz devlete karşı gelirseniz, devlet çok güçlüdür, sizi ezer. Bunu biz vaktinde yaşadık” derken herhalde bunu kast ediyordu.

Şanar Yurdatapan ifade özgürlüğüyle ilgili bir konferansta – rahmetli Hrant da vardı katılımcılar arasında- 68’de yaşadığı olaylardan bahsetmişti. Köylüyü “bilinçlendirmek” için kendisinin de bağlı olduğu illegal örgüt köy köy dolaşıp, onları direnişlerine katılmak üzere dağa davet ettiklerinde gittikleri köylerden nasıl kovalandıklarını, dayak yemenin ucundan nasıl döndüklerini anlatıyordu. “Birini” demişti, “bir eyleme ikna etmek, dağa çıkarmak çok zordur.” Sizden ricam şu kadarcık empati: 2013 yılında, herkesin elinde cep telefonu olduğu, takır takır kayıt yaptığı ve bunu anında internete yüklediği bir devirde, bu kadar gaddarca müdahale eden polisin olduğu, ve kitle medyanın üç gün boyunca üç maymunu oynadığı bir ülkede; bundan yirmi sene önce, otuz sene önce, güneydoğunun bir köyünde, asker tarafından kimbilir neler yapılmış, neler örtbas edilmiştir?

Peki kim bu çapulcular? Yaygın olarak hükümete kategorik olarak karşı oldukları muhakkak, ama daha barışçıl, daha zeki ve daha nüktedanlar, her gün attığım üç tivite karşık 7 ritivit yapıyorum herhalde, bu kadar yaratıcı insan normalde napıyor çok merak ediyorum… Yine de daha apolitikler, pozisyonlarını bir tarafgirlik değil, başbakanın dediğim dedikçi politikasına bir karşıtlık belirliyor. Bu bağlamda Çarşı, çok tipik bir nüvesini oluşturuyor diyebiliriz, zaten şiddete de en çok onlar maruz bırakıldı. Durum zaten böyleydi, o taraftar her zaman bu bağlamda hor görüldü. Hal böyleyken, her şey sosyal medyada tüm kamuoyunun gözüönünde dalga dalga büyümüşken, provokatör edebiyatı kadar konuya uzak bir açıklamanın tek manası olabilir, safları sıklaştırmak… Başbakan soğuk savaş döneminden kalma en bayat beyanatları öfkeler saçarak savuradursun, toplum modern toplumlar gibi ciddi manada çeşitleniyor, çevre ve kimlik bilinci artıyor. Toplumu bu bağlamda yönetmek artık çok daha zor: Artık bir sendikalı kadın eylemci hem cinsiyet haklarının peşinde, hem çevreye duyarlı, hem hayatına karışılmasın istiyor, hem 1 Mayısta Taksimde olmak istiyor, hem –belki- Kürt, hem Alevi. Ülkeyi yönetenler tüm bu kimlikleri yönetmek, onu küstürmemek zorunda. Bu konuda Hannah Arendt’in çok şahane bir tesbiti var: Bir Yahudi aynı zamanda hem Yahudidir, hem mesela annedir, daha bir çok şeydir. Ama siz onun Yahudiliğini aşağılarsanız, o diğer tüm kimliklerini bir tarafa bırakıyor ve Yahudi kimliğini öne çıkarıyor, dolayısıyla siz o milliyetçiliği kendi elinizle yaratmış oluyorsunuz, ama bu hassasiyet o kişinin tüm kimlikleri için geçerli. Burada da insanların kendi özgürlükleri ve doğa bilinçleri öne çıktı. Ben şahsen daha önce bu kadar ses getiren bir doğa eylemi bu memlekette yapıldıysa da bilmiyorum, ama bundan sonra daha çok olmasını bekliyorum… 68 kuşağı, yani babamın kuşağı daha idealist ama daha provokasyona açıktı, bu nesil daha nüktedan ve daha barışçıl, inşallah bundan sonraki nesil daha örgütlü olacak… Ülke, demokratik davranışını yıllar içerisinde daha da içselleştirecek.

Herkes şu iki sorunun cevabını bekliyor. Eylem ne zaman ve nasıl bitecek? Ülkece histerik bir biçimde başbakanın geri dönmesini bekliyoruz. Başbakansa sağolsun bizi merakta komadı, tee Afrikadan açıklama yapıp tansiyonu düşürmek için dört gündür –bence samimi bir biçimde- uğraşan cumhurbaşkanını ıskartaya çıkardı. “Kışla yapıla, AKM yıkıla” buyurduğuna göre, güvendiği bir şey olmalı, çünkü mahkeme 31 Mayıs cuma günü yıkımı durdurduğu için aksi bir karar çıkana kadar yıkım hukuksuz. Aynı histerinin bir uzantısı olarak, tüm ülkece başbakana derdimizi anlatmaya, onu yumuşatmaya çalışmamız da zaten düzenin sakilliği konusunda bize bir fikir veriyor. Ama direniş hareketi bu kadar moral ve mevzi kazanmışken, hareket sağduyusunu ve direncini korursa hükümetin işi bence artık çok zor, çünkü Gülçin’in dediği gibi: Biz Taksimi çok sevdik.