18 Eylül 2010

Turistik Bir Barselona Gezisi için 'n' Aktivite Önerisi (Hürriyet Kafası)

Mayıs ayında yaptığımız Barselona seferinden tembelliğimden ötürü gecikmiş bir yazı, ağır derecede spoiler içerdiğini yazmama bilmem gerek var mı? (Peki bu malumun ilamı yan cümleyi silmemem için bir neden var mı?) Gezmemiz gereken yerlerin bazılarını vakit kıtlığı vesair sebeplerden gezemediğimizden mütevellit natamam bir Barselona yazısıdır, kusurumuz affola...

“Mes que un club” ve Messi'yi dünya gözüyle gör: İlla bizim gibi şampiyonluk maçına gitmek zorunda değilsiniz canım :) futbol dininin kutsallarından Camp Nou'da Barcelona'yı yerinde izlemek de bir futbol fanatiğini tatmin etmek için yeterli olmalı. Yiğiter Uluğ bir yazısında Barcelona'dan şöyle bahseder: “Bir kulüpten daha fazlası olmak FC Barcelona’nın düsturudur ve Barça ile kıyaslanacak olursa, Manchester United, bir 3.Lig Kulübü gibi görünür. United’ın her hafta BBC ekranlarında yayımlanan ve kendisine adanmış bir hiciv programı yoktur, Salvador Dali’nin bile girmek için başvuracağı kadar prestijli bir resim yarışması düzenlemezler ve Papa’nın 108000 seri nolu sezonluk biletin sahibi olduklarını söyleyerek övünmeleri olası değildir. Kentin en çok ziyaret edilen yerlerinden biri de kulübün müzesi değildir. (Barça Müzesi’ne gidenlerin sayısı, Picasso Müzesi’ne gidenlerden bile fazladır)” Ben kendimi bildim bileli ofansif futbolu oynamış, Katalan kimliğinin bizatihi bayrak taşıyıcısı olmuş bu kulübü formunun zirvesindeyken şampiyonluğu, Messi'nin biri önümüzde iki gol attığı maçta kazanması, sonrasında yapılan havaifişek şovları, şehrin o karnaval haline tanıklık etmemiz, Barselona gezisini bizim için unutulmaz kılmaya yeter artardı bile. Bu arada, adam harbiden pırpır, stad da harbiden devasa kardeşim, yükseklik korkusu olan biri olarak stada tepeden bakan fotoyu çekerken başım dönüyordu!
Barselonata Plajında Volta At: Barselona'nın en meşhur caddesi La Rambla, önce Americo Vespucci heykeline, o da devamında Barselonata sahiline çıkar, bunu İstanbul ölçeğinde İstiklal'i yürüyüp, Karaköy'den denize girilmesi olarak tahayyül edebiliriz. Kilometrelerce uzanan bir plaj hem şehrin göbeğinde, hem şehrin dışındadır... Huzurun vücud bulmuş hali o sahilde, güneşin altında dakikalarca sahil boyunca yürüyüp terlememek olsa gerek. Biz bi bok yedik denize girmedik, biz ettik, giderseniz siz etmeyin...



Museu d'Historia de Catalunia'nın üst katına çık: ...ve hem sahile, hem marinaya bakan eşsiz manzarayı gör...
La Fonda'da akşam yemeği ye: Plaça Reial'in arkasında, bizim de tavsiye üzerine gittiğimiz bir lokanta, İspanyollar bildiğiniz üzere siesta kafasıyla iki saat ötelenmiş olarak yaşıyor bizlerden, yani mekan on gibi full çekiyor, on iki bire kadar açık kalıyor... Ben kendi çapımda radikal bir karar alıp ördek yedim, ama siz bunu yemediniz değil mi. Vallahi yedim, tavsiye ederim.

La Boqueria'da deniz kabuklusu ye: Ben yemem, sen istiyosan ye :) La Rambla üzerinde atıştırmalık uğrayabileceğiniz, manavlardan ve deniz ürünü satan yerlerden müteşekkil bir pazar burası. Şehrin tamamında, tapas tarzı atıştırmalıklarla beslenme alışkanlığı var, tapasların içinde kalamar da bir seçenek. Kalamar zaten şehirde son derece mebzul ve ekonomik, benim gibi her gün kalamar yese canı sıkılmayacak biri için de bu durum bulunmaz nimet. Az sayıda Avrupa şehri arşınlamış biri olarak, Barselona'nın tüm Avrupa içinde damak tadını en beğendiğim şehir olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. (Paella'yı beğenmedim yalnız, fakat onun da hastası çok, benim deniz kabuklularıyla aram genel olarak iyi değildir, o yüzden sizi yanıltmayayım...)

Avrupalı gibi sokak sanatçılarını izle, Türk gibi para verme: Bence şehrin sokak sanatçılarının performanslarının varlığı, çeşitliliği ve bunların kaliteleri, bizatihi şehrin modernliğinin/gelişmişliğinin kıstası, La Rambla'nın iki tarafına dizilmiş sokak sanatçılarına bakarak, Barselona'nın durumunun hiç de fena olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim...

Faşizmin kurşunlarını gör: Şehrin beni en çok etkileyen özelliklerinden biri, bir soğanın halkaları gibi çok katmanlı yapısı, her bir halkada tarihin farklı zamanındaki halini aynen muhafaza ettiğini şaşırarak görüyorsunuz. Yani bu şehirde tarihi binalar sadece aynen korunmamış, bundanayrı olarak, onların bulunduğu çevre, mahalle, sokaklar, şehir yapısı da günümüze aktarılmış. Soğanın halkalarından biri (cücüğü değil!) Jewish Quarter ismiyle müsemma, Ortaçağ'daki Yahudi gettosunu barındıran, dar sokaklı, halen faal sinagogları bulunduran mahalle. Bunun yanında, Roma surlarını içeren başka bir halka, daha farklı bir mimariyle karşımıza çıkıyor. İşte bu kesişimlerin birinde, Franco'nun muhaliflerini kurşuna dizdiği meydanı ve adını anımsayamadığım kilisenin duvarındaki kurşun izlerini görmeniz mümkün.

Catedral de Barselona'da bir mozayiğe sessizce bak: Şehrin bu en büyük katedrali, klasik Ortaçağ katedrallerinin izlerini taşıyor, şapellerdeki detaylar, camlardaki işlemeler, hepsi yerli yerinde...

Sagra da Familia'nın azametine bakarken bitmiş halini hayal et: Meraklısı olan bilir, Gaudi, şehrin en önemli sembollerinden, son derece mütevazı, derbeder ve üretken geçen sanatçılık yaşamı boyunca, bir Barselona meftunu olarak, sadece şehre hizmet etmiş, haklı ününü bu uğurda kazanmış birisi. “Ustalık eseri” olarak adlandırdığım Sagra da Familia, devasa ölçekte natamam bir yapı, ardılları, öğrencileri tarafından bitirilmeye çalışılmış, hala çoğu Barselonalı yerel sanatçı tarafından kollektif bir eforla üzerinde hummalı bir çalışma yürütülüyor. Dış yüzündeki her bir Gotik heykel, figür Hristiyan tarihindeki bir olayı anlatıyor, detaylarına bakmaktan ve gezmekten yorulduğunuz bir yapı bu. Benim önünde durduğum bir fotoyu seçmemin sebebi size ölçekleme imkanı vermek ki binanın azameti hakkında bir fikriniz olsun.
Casa Mila'nın tepesinde fotoğraf çek: Üstadın kalfalık eseri, yine o farklı tarzı, yaratıcılığı, kullandığı malzemeler, yapılarındaki çizgilerle Gaudi'nin imzası olduğu her halinden belli bir eser...
Park Guell'deki satıcılardan bir hediye al: Şehrin görece dışında yine Gaudi'nin birkaç -zannımca çıraklık!- eserini barındıran büyük bir park burası da, iki adet evi Hansel ve Gratel'deki çikolatadan evlere benzetmiştim. Gaudi'nin yapıları için laf edersem çarpılırım, fakat parkın kendisi için beklentiyi fazla yükseltmemekte fayda var, yine de Park Guell, Sagra da Familia'ya birlikte şehrin en meşhur iki sembolüdür diyebiliriz...
Universitat de Barcelona'nın kampüsüne gir: Şehrin merkezinde, yeşillikler içinde çok uzun cepheye sahip bir kampüs, bunun da fotosunu çekemedim, gugıldan yardım aldım.

Palau de la Musica'da performans izle: Biz buranın ne kadar muhteşem bir bina olduğunu öngöremediğimiz için yapamadık, siz mutlaka yapın. İçinde fotoğraf çekilmesine izin verilmeyen, saat başı yapılan rehberli turlarla gezebileceğiniz, UNESCO kültür mirasın içinde yer alan bu yapı için internetten bir fotoğraf koyuyorum, kısmetse bir sonraki Barselona gezimde yapılacak işlerin başında orada bir performans izlemek var.


Catwalk'a damsız gir: İkiden önce gitmeyin diyeceğim, sakalımız yok sözümüzü dinleyen olmaz, şehrin en büyük bu ikinci pavyonu, gece iki ila dört arasında daha faal. Gerçi dörtte çıktığımızda sıra vardı, Allah akıl fikir versin, ne diyelim. Ben genel olarak ne Catwalk'u ne de yanındaki Opium'u İstanbul'daki barlarla yarışacak kalitede buldum, ama eksik kalmayın, burayı da görün. Şehrin en büyük diskosu Razz Mataz'sa şehir dışındaymış, orası da artık bi dahaki sefere kısfmetse (Saint-Gut Free bu paragraf benden sana gelsin)


15 Eylül 2010

Havaalanları Şehre Dahil

Çarpacaz'ı ilk açtığımızda, Sinan'a ilk yazımın havaalanlarına dair olacağını taahhüt etmiştim, kısmet bugüneymiş. Niyetim, yurtdışına çıkınca, medeniyetle tanışma fırsatının bahşedilmesinin sorumluluğuyla didaktik yazılar yazan Tanzimat yazarları gibi bilgilendirici bir yazı yazmak değil elbet, kısa uçuş tecrübemde uğradığım durakları yad etmek, hatta bir adım ileri gidersek onu unutmamın önüne geçmek. Aç parantez: Hatırla(n)mak üzerine şunu diyebilirim, yazmamın bir sebebi de evet itiraf ediyorum, yazmanın unut(ul)mamanın en kestirme yolu olduğunu bilmem, ama çiziktirdiğimi dönüp okuduğum zaman sadece yazılanı hatırlayıp geri kalanını unutmaktan da korkuyorum... Ya yazdıklarım da beni takip edenlerde öyle bir etki yaratıyorsa, ileride sadece yazdığım kadarıyla hatırlanacak olursam? Kapa parantez...

Bagajımı yanına alan biri olarak sadece uçağa binerken havaalanında bekler, inişte direk evime koyulurum. İstanbul ölçeğinde bunun anlamı, bu şehirden (genelde tatil gibi hayırlı bir iş için) uzaklaştığım için, bir teneffüs vaadidir. Yani ben İstanbul Atatürk Havaalanı'nda geçirdiğim vaktin çoğunda bu şehirden uzaklaşmayı beklediğim için şehrin keşmekeşini, düzensizliğini, altyapı eksikliğini şaşırtıcı biçimde yansıtan bu havalaanını severim, çünkü burada geçirdiğim her dakikada bu hayatımdan bir süreliğine kurtulmaya daha da yaklaşıyorumdur. İzmir'e indiğimdeyse derhal gideceğim yere (Kuşadası veya İzmir'deki evim) yollandığım için, orada geçirdiğim vaktin çoğu dönüş yolu içindir, yani tatilim bitmiş, elimde bir kitap, bayram veya tatil dönüşü olduğu için kös kös rötar üstüne rötar yiyen uçağı beklerken, takriben on iki saat sonra işte olacağımı düşünür, hat safhada bir asap bozukluğu yaşarım (Alışmak için tatilin son gününü İstanbul'da geçirmek mi, sağolun ben almayayım). Bu sırada havaalanının geri kalmışlığı, köhneliği ve ufaklığı gözüme bir daha çarpar, havaalanının büyüklüğüyle şehrin gelişmişliği arasında kendi kafamda kurduğum tezi bir kez daha hatırlar, kendi kafamda bir İstanbul İzmir kıyasına daha girerim... (Paradoksu fark etmişsinizdir, aslında İzmir Havaalanı'nın tek kabahati beni çok sevdiğimi yerli yersiz zikrettiğim İstanbul'a götürmektir)

İlk yurtdışı uçuşum, kardan uçakların kalkmadığı iki günün akabininde 2006 kışında Kopenhag'a olmuştu. Şu an Migros'larda bile mevcut olan içe doğru açılan sensörlü kapıları ilk kez orada görüp kendimi Magneto zannetmiştim. Bir de adamların tren istasyonu İstanbul metrosu gibi falan değil, harbiden bir alt kattaydı (İstanbul'daki havaalanı metrosu zaten sanırım o zaman faal değildi veya yeni faaliyete geçmişti), onu da oryantalist bir takdirle karşıladığımı anımsıyorum. Onun dışında gördüğüm havaalanları bir elin parmağını geçmez: Manchester'da boydan boya THY reklamının olduğu bir yürüyen merdiveni ışıklandıran mavinin gözümü aldığını, Londra'nın Stansted ve Heathrow Havaalanları'nın sıradanlığını, Köln Havaalanı'na check-in masası açılmadan gittiğimi anımsıyorum. Ha bir de Barselona Havaalanı'ndaki saçmalığı, ki Barselona gezimizin tek falsosudur: Pasaporttan geçtikten sonra, üst kattan alt kata indirmeyen gerizekalı havaalanında üst katta iki buçuk saat mal mal beklemiş ve bana üst kattan bir futbol sahası ebatında gelen alt kattaki alış veriş mağazalarına kurufasulyecinin camına yapışmış bebeler gibi baktıydım.

Lafı çok dolaştırdım, niye bu yazıyı bu vakitte yazdığımı hala merak eden kalmış mıdır? Bir tesadüf... Daha önce yazlıktan arkadaşlarımla aynı uçağı birbirimizden habersiz seçtiğimiz birden çok kez vakiydi, hadi onlar neyse de, biriyle rastlaşmanın gerçeküstü bir hali, ilahi bir takdir olduğuna mutaassıp bir biçimde inanan biri olarak, benle bir daha görüşmeyeceğine yemin billah etmiş birini bunun üstünden 24 saat geçmeden, check-in'den geçtikten sonra yüzünde hınzır bir gülümsemeyle bana doğru gelirken görmem bunlardan daha aşkın bir durumdu... Eh bu da İstanbul Atatürk Havaalanı'ndan başka yerde olmazdı, o şahane dizeden apartacak olursak, havaalanları da şehre dahil zira.

13 Eylül 2010

Şehir Kıyaslaması İçin Bir Girizgah

Murat Belge: Sana soru soracağım tabii, ama önce ben bir girizgahla başlayayım. Moda'da büyüdüm ben, ama ilkokulu bitirince High School'a verdiler.
Orhan Pamuk: Ömer Seyfettin'in "Ben Gönen'de doğdum" demesi gibi. Sen de "Ben Moda'da doğdum" diyorsun. Biliyorsun edebiyatımızda böyle cümleler var.
MB: Moda'da doğdum demiyorum. Moda'da büyüdüm diyorum dikkat edersen, çünkü doğum yerim öyle çok şey değil.
OP: Ankara'da mı doğdun yoksa?
MB: Evet.
OP: Bunu söylemeseydin daha iyi olurdu be Murat!
MB: Zorunlu olmadıkça söylemiyorum zaten.
(Murat Belge ile Nişantaşı Üzerine Sohbet, Manzaradan Parçalar-Hayat, Sokaklar, Edebiyat)

7 Eylül 2010

Uçar gider

Spoiler: Mevzubahis fotolar Çırağan'ın garajından çekilmiştir, foto kaliteleri için kusura kalmayın...




















Yukarıdaki foto götün götün yanaşılmış bir Mercedes Maybach'ın arkadan görünümü, plakadaki CPK, Çırağan Palace Kempinski'nin kısaltması olsa gerek, zira araç Kempinski Otel'in özel aracıymış... 0-100'e programında araç incelenmiş ve fiyatı 1M € olarak belirtilmişti, "çak Celal" diyorum sadece. Meraklısına birkaç not: 62s modelinde Max tork 1000 Nm, motor 12 silindir, motor hacmi altı litre olarak belirtilmiş, site için: http://www.maybach-manufaktur.com





















Bu da onun birkaç metre arkasına park etmiş Ford'un C sınıfı bir aracı (C-max veya S-max olabilir), hasbelkader Ford'un Avrupa'daki iki ürün geliştirme merkezinde bulunmuş bir Ford'çu olarak böyle bi plakayı ne gördüğümü ne duyduğumu belirteyim, Avusturya plakanın sahibi arkadaş, sen nasıl bi kodamanmışın öle...

5 Eylül 2010

Bir Kebapçı Hikayesi

Halil İbrahim Sofrası'na ilk kez gittiğimde üniversite bir olmalıyım, yani yedi sene önce. Lisede beri en çok iftar yaptığım arkadaşım olan Bayram'la bir ramazan günü yine iftar yapmak üzere Yusufpaşa'da dolaşırken rastgele bir yere oturmak istemiştik, adamların verdiği fiks menü fiyatı bize pahalı gelmişti. (Şu anda aynı menü 30 TL) Murat Belge'nin şahane bir lafını okumuştum bir röportajında, öğrenci, tanımı gereği fakir bir varlıktır, diyordu. Yani alım gücünden bağımsız olarak, pahalı gördüğümüz bir şeyi o zaman da satın almazdık (hala almıyorum o ayrı, sadece belki pahalı algım değişmiştir). O kısıtlanmışlık hissi, cebimizde o yemeği alacak kadar paramız olmasına rağmen fiks menüyü seçmemize mani oluyordu. Başka bir yerde oturup oturamayacağımızı sorunca zaten salaş olan mekanın daha izbe, basık üst katına davet edildik, orada yediğimizi ödermişiz. Bayram, canım sıkkınken bana neyimin olduğunu sormayacak kadar yakın bir arkadaşımdı, o gün de yemeğimiz bitip çaylarımız gelene kadar konuşmadık Mekanın acı arap çaylarını içerken, karnımızı afiyetle doğurmanın verdiği neşeyle iyi eğlendiğimizi hatırlıyorum. Adamlar o gün orada birkaç lira kaybettiler ama, biz oraya kah eş dostla kah Bayram'la gitmeyi o zamandan beri bir ritüel haline getirdik.

Bir kere toplu taşımayla gelinmesi kolay bir yer, metronun ve tramvayın Yusufpaşa ayağında yüz metre mesafesinde, tipik bir Urfa kebapçısı burası. Kız arkadaşlarımızı götürdüğümüz vakidir, bununla birlikte, tahta sandalyelerde alçak masalarda oturduğunuz, içerde devamlı Kazancı Bedih veya İbo'nun türkü kasetlerinin döndüğü salaş bir mekan aslında. İkramlarının bolluğu, künefesinin kıvamı, servisin hızı, hepsi yerli yerinde (bir kebap seç deseniz patlıcanlı kebap derim), İstanbul'da en iyi servis aldığım yerler arasında açık ara kafaya oynayacağını defalarca gitmiş biri olarak söyleyebilirim, ve işin en güzel tarafı, ben orada tanınan bir müşteri olmadığım halde alıyorum bu hizmeti. Mesela geçen hafta masada ne var ne yok silip süpürdükten sonra, biz istemediğimiz halde önümüze bir porsiyonluk daha karışık kebap koyan garson çocuk, “abi sen naptın yaa” bakışlarımıza, “sizinki biraz azdı” diye cevap vermişti, bu lafı duyunca dedim “ben burayı yazarım”. Dediğim gibi, bizimkisi amme hizmeti...

http://www.halilibrahimsarksofrasi.com.tr (Kitch mi diyosunuz ne diyosunuz, site tasarımı öyle biraz)
Adres: Sofular Mah. Sofular Cad. Aksaray/İST
Tel: (212) 621 77 32 - 33

1 Eylül 2010

Bir Niyetlinin İftar Anındaki Endişesi

Başlık bir futbol teriminden arak, sanırım "bir kalecinin penaltı anındaki endişesi" diye bir kitap olması lazım, teyit edemedim ama, kısıtlı futbol edebiyatından aklımda kalmış böyle bir terim... (Başlık seçimiyle ilgili bir munkabızlık söz konusu olduğu çok mu belli oluyor, neyse o da ayrı bi yazının konusu oluversin canım, aaa.)

Çok insani bir duygudan bahsediyorum aslında, tek bir soruya indirgenebilecek felsefi bir problemden: Ezan okundu mu acaba, tıkınmaya başlayabilir miyiz? Aslında ne kadar pozitif ilmin ilgi alanında olan bir soru değil mi, halbüse oruç kafasına haiz birisi için bu soruya olumlu cevap verilse de bir tereddütün akıldan geçmesi mukadderdir. Emin olmanın yolu tabi ki ezanı bilfiil duymak, veya ramazanda şerefelerde yanan kandilleri görmektir, eh İstanbul gibi görüş alanınızda cami olması muhtemel bir şehirde bu tatbiki çok da zor olmayan bir eylemdir. Gün içinde birkaç kere telefonu çalmış olabileceği zannıyla beyhude yere telefonunu kontrol eden benim gibi biçareler içinse artık algının ve dış dünyayla iletişimin iyice yavaşladığı bir an olan iftar vaktinde, beş duyuya (bile) itimat olmaz, hissiyat çok bariz değilse sağlama metoduna gidilir: Televizyon takip edilir (TRT'nin iftar programına bağnaz bir itikadım olduğunu itiraf edeyim, sanki sorsalar öbür tarafta “kardeşim ben devleti tanırım” deyince akan sular duracak), dışarıda iftar açılıyorsa mutlaka mekanın ekserisinin ağza hurmayı attığından emin olunur (ama o başlattı kafası), baktık iftar için seçilen mekan fazla seküler, pimpirikliğinden sual olunmayan bir arkadaşın arandığı da vakidir. Hepsi bu kadar saatlik emek mundar olmasın, iki dakika daha bekleyelim, garanti olsun şüpheciliğidir.

Kontrol listesindeki bir maddeyi sona sakladım: Saate bakmak. Kontrolü en kolay, fakat mühendislik deyimiyle güvenilirliği (“confidence level”ı) görece düşük bir seçenek. İftar vakti akıldaysa birkaç dakika avansla iftar açılır, yoksa, zaten günlerin gittikçe kısaldığından bahisle saatin yelkovanı akılda kalan son dakikayı vurduğu zaman, hadi Allah kabul etsin. Burada Türk edebiyatının okuduğum en parlak eserlerinden Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü yad etmenin vaktidir, Tanpınar bu kitabı, Beşiktaş'ta bir vapuru kendi saatinin saat kulesindeki saatten farklı olmasından mütevellit kaçırmasından ilham alarak yazmıştır. Kitapta, Nuri Efendi bu durumun sakıncasını şöyle anlatır: İyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Kitabın ana kahramanı, bu “tehlike”nin farkına varınca, bu uğurda kafayı sıyırıp, bir enstitü kurmaya kalkışır. Ben de, Einstein'ın görelilik kuramına kafamın basmamasının da etkisiyle, oruçken değil ama, biraz kafam normale döndükten sonra, bazen bu şahane eseri tebessümle hatırlar, kendime şu soruyu sorarım: Ya saatim doğruyu göstermiyorsa? Yine de, Mihrimah Sultan'ın avlusundan çektiğim bu fotoğraf, yaşadığım dönem itibarıyla şanslı olduğumun ispatıdır, eski zamanlarda yaşasaymışız, gölge peşinde koşmak zorunda da kalabilirmişiz.