17 Haziran 2011

Erken, Ama Ne İçin?

Elveda İstanbul. Hiçbir yazım bu kadar erken olmamıştı.

Elveda okulum. Orada bulunduğum zaman boyunca, Boğaziçi’nin birikimine, çoğulculuğuna, yetiştirdiği enteljensiyaya olan hayranlığım sürdü. O güruhun bu ülkede egemen olmasını istedim, bu hayranlık, benim gibi taşralılarda biraz kıskançlık da barındırır, kendi kaderinize, bu havayı bu kadar geç soluduğunuza isyan edersiniz. Okulu ve tayfasını biraz gaddarca eleştirdiysem bundan ve insanların umursamazlığına duyduğum tepkidendir, affola.

Elveda tuttuğum takım. Şehrin merkezinde, şehrin taşrası: Beşiktaş. Sadece taraftarının gürültücülüğü ve nüktedanlığıyla değil, maç olmayan günlerde çarşıda meydanda gördüğünüz formalı adam sayısının fazlalığıyla da diğer takımlardan ayrılır. Blog yazarken ne zaman konuya sıkışsam bu takım üzerine ahkam kesmenin ekmeğini çok yedim, ama hepsi boşuna, hiçbiri o stadda o taraftarla nefes nefese verip bu mütevazı takımı izlemenin yerini tutamaz. Tuttuğum takımın gözümün önünde şampiyon olmasını görmek nasip olduğu için, gittiğim tek Fener maçı 3-0 bittiği için, sırf o efsanevi Liverpool maçında o kalabalıkla beraber olduğum, her bir kritik golde kendimi tanımadığım adamlara sarılmış bulduğum için gözüm açık gitmeyecek. O takımın cam ekrandan izlediğim her iç saha maçında içim cız edecek.

Elveda şehrin bana içirememiş meyhaneleri, balıkçıları, elveda meyhaneci. İçkinizi bilmem, ama mezelerinizi unutamam. Bazen sevdiğiniz bir şairin anısı vardır orada, bazen esnafa aşinalıktır sizi çeken. Sebebi nolursa olsun fark etmez, boğazı gören bir yerde balık yiyebildiğiniz sürece mutlu olabilirsiniz bu şehirde. Elinizi boğaza uzatıp gözünüzü kapattığınızda sanki görünmez bir el sizi elinden tutar, havalandırır. Martılarla beraber uçarsınız. Martı demişken, elveda şehrin martıları. Merak etmeyin, bu şehrin kıymetini bilenler sizi simitsiz bırakmayacaktır, bana ihtiyacınız yok.

Elveda ömrümden ömür çalan trafik. Şehrin çirkin yüzü. Şehrin sinir katsayısının yüksek olmasının müessibi faktörlerinin önde gideni. Keşke bu kadar imkansız kılmasaydın burada yaşamayı…

Elveda Galata Kulesi. O kuleden birinin bundan dört yüz küsür sene önce uçmak için atladığına ve hayalini başarıp karşı yakaya indiğine inanmak zor. Keza o daracık sokakların birden o devasa yapıya çıktığına inanmak da. Bir keresinde Deniz’le Karaköy’den çıkarken karşımıza dikilivermiş kuleyi görünce, Deniz bana dönüp, “dur abi geri dönüp tekrar gelelim, bakalım yine görecez mi” demişti. Galata’ya hiç çıkmadım. Galata’yı kafamda hep o sözle yaşattım. Hezarfen rüyasının peşinden gitti. Ben neyin peşinden gidiyorum acaba…

Elveda şehrin sarayları. Elveda o sarayların önünden geçen kimsenin bilmediği asude sokakları. Süleyman muhteşem, Osmanlı masum değildir. Süleyman “Kanuni”dir, Osmanlı kalıplarını zorlayan, önce düşmana sonra zamana direnen bir imparatorluk. Padişahım sen çok yaşa!

Elveda yağmur. İstanbul’da dört mevsim de hakkıyla yaşanır, ama en belirgin olan, şehre en çok damgasını vuran yağmurdur. Altında şemsiyesiz gezdim sekiz sene, tavsiye ederim.

Elveda şehrin camileri. Elveda o camilerin hiç tanımadığım cemaatleri. Bir an İstanbul’da olduğunuzu unutursunuz kubbenin altına geldiğinizde, eğer caminizden şehrin silueti görünmüyorsa. Zaman sizin için çok yavaşlar. Sırf o anı durdurmanın hazzı, verdiği başka bir yerdeymiş hissi için, eyvallah.

Elveda dostlarım. Bana bu anıları siz yaşattınız. Beni siz tamamladınız.

Elveda aşklarım.

Elveda İstanbul, tekrar görüşeceğimiz güne kadar.

9 Haziran 2011

İstanbul'a Dair Turist(l)ik bir Soru

Mezun olurken, bir korkum vardı, iş bulamayıp İstanbul'dan dönmek zorunda kalmak, şehirden kopmak... İş aradığım zamanlardı, hani şu meşhur telefonun çalmasını beklediğiniz ama tek arayanın aileniz olduğu, mesaj için davrandığınızda operatörünüze yakası açılmadık küfürler ettiğiniz zamanlardan biri. O zamanlarda Deniz bu korkumun üstüne bana bir yıllık yazısı yazmıştı. Kardeşim kadar seviyorum diye söylemiyorum, çok kabiliyetlidir, (ama bir o kadar tembel...) bir A4 sayfası etmeyen yazıyı okuyana kadar iki kere ağlamıştım. (Bu sır aramızda kalsın okuyucu, fazla dillendirmeyin, ağlak biri olarak tanımayı pek istemem. Zaten ondan önce de sonra da okuduğum herhangi bir metin beni ağlatmadı.)

O yıllık yazısının üzerinden dört sene geçti. Deniz'in o zamanki öngörüsü tuttu, şehirden ayrılmadım. Bugün yine iş arıyorum. On iki saat sonra İstanbul'a uçağım var, pazartesi görüşmem. Sekiz buçuk sene yaşadığım şehirden ikinci ve en uzak ayrı kalışım yarın sonlanacak kısmetse. Rekor, beş ayla 2006'daki Danimarka seferime aitti. Ona da çok ani karar vermiştim, tatile giderken bile daha çok düşünüyorum... Sıkılmıştım, çıkış arıyordum... Değişiklik fırsatını kaçırmadım. Tıpkı askerlik gibi.

Tuhaf, içimde bir duygu İstanbul'dan ayrılma vaktimin geldiğini söylüyor, günlerdir o duygunun yükselttiği itirazlardan yorgun bedenim. O sesin meşru dayanağıysa, benim yaşadığım başarısızlık hissi, madden, manen. İstanbul'dan ayrılmak benim için kabus senaryosu değil, almam gereken rasyonel bir kararmış. Gidip başka bir yerde sıfırdan başlamam gerekmiş, geçmişte yaşamaktan bu sayede kurtulabilirmişim. Hem alışıkmışım belli periyotla çevremin değişmesine. İyi de daha karpuz kesçeedik. Size İstanbul'a dair görmediğim yerleri söylesem bi tarafınızla gülersiniz.

İstanbul'a bir tanıdığınız geldiyse, İstanbul'un suretini onun suratından izleyin: Etrafına yabancı baktığını göreceksiniz. Bu duyguyu ben biliyorum, yaşadım. Bir arkadaşım Karaköy'deki tramvayın korkuluğuna bir ay tutunamadığından bahsetmişti, böyle de yabancılığınızı yüzüne vurur bu şehir. Fatih Özgüven'in şahane bir tespiti var bu minvalde: İstanbul'a yanınıza gelen misafiri gezdirirken kendinizi mihmandarlık yaparken bulursunuz der. Bu şehirde herkes yabancı, herkes rehber belki de. Şehrin hem mukimisiniz, hem turisti. Bir kızın peşinden şehri gezmediniz mi, onun anlattıklarıyla şehre dair bir şey öğrendiğiniz olmadı mı hiç?

Milliyetçilik nereye?

(Altta okuyacağınız metin Can Dündar'ın NTV'de milliyetçiliğin tartışıldığı bir programda Tanıl Bora'yla yaptığı bir mülakatın deşifresidir. Vurgular bana ait. Bayram değil seyran değil nereden esti derseniz, bilmem valla içimden geldi derim, saçmalarım.)

Can Dündar: Tanıl Bora ile sohbet edeceğiz. Tanıl diyeceğim izin verirsem.

Tanıl Bora: Eyvallah.

Can Dündar: Medeniyet kaygısı olmuş kitabının adını ve milliyetçilik hareketleri inceliyorsun. Orada diyorsun ki; 2005’te ileri vitese takan bir milliyetçilik faşizan kabarış yaşanıyor. Neden böyle bir kabarış var?

Tanıl Bora: Aslında ben şöyle başlayayım; ben yaklaşık 20 yıldır Türkiye’de milliyetçilik hareket sadece MHP değil, genel olarak milliyetçilik hareket üzerine çalışıyorum ve 20 yıldır belirli aralıklarla yani en az 2-3 yılda bir neden kabarıyor sorusuyla karşılaşıyorum ve bu tür söyleşilere katılıyorum ya da işte mülakatlar söz konusu oluyor. Bu şunu gösteriyor; evet belirli aralıklarla şimdi bir kabarış var ama bu sadece şimdi değil. Milliyetçilik Türkiye’de bir 15-20 yıldır sürekli kabarıyor. Bunun daha da gerisine gidelim aslında. Milliyetçilik, milliyetçi tepkiler biz bunları çok doğal, belirli bir olaya gösterilen çok doğal bir tepki ve milliyetçiler zaten refleks terimini çok severler.

Can Dündar: Milli refleks, milli refleks denir.

Tanıl Bora: Evet refleks. Bunu çok doğal kabul ediyoruz. Yani insanın eli ateşe değerse irkilir, çeker. Tıpkı bunun gibi doğal, başka bir şey yapılamaz. Tabi ki milliyetçi tepki olacak gibi düşünüyoruz. Öyle mi? Ben öyle düşünmüyorum. Bence bir yatak var zaten. Bir nehir yatağı var, hazırlanmış bir nehir yatağı var. İşte bizim gördüğümüz milli eğitimle ilkokuldan itibaren işte çocukluğumuzdan beri seyrettiğimiz milli maçlarda yanlış kalkan her ofsayt bayrağında, Türk'ün Türk'ten başka dostu yok, zaten Avusturyalı hakem diye yapılan izahatlarla, zaten hazır bir oluk var ve her türlü toplumsal tepki, her toplumsal problem sanki mecburi tek istikamet gibi oraya akıyor, akıtılıyor. Bu özellikle 12 Eylül’den sonra, 12 Eylül çok önemli bir dönüm noktası. 12 Eylül’den sonra iyice böyle oldu. Çünkü malum 12 Eylül anayasasıyla, rejimiyle, siyasetin alanını, politikanın alanını alabildiğine daralttı ve herhangi bir şeyi söylemenin, söylediğinizin meşru sayılmasının, kamusal zeminde sanki tek meşru dayanağı, tek yolu milliyetçilik gibi oldu. Hani şu Ali Desidero reklamındaki gibi hani bir laf hani yüksekçe bir yere çıkıp bir şey söylediğinizde, o ne olursa olsun bir şey söylediğiniz zaman, hani bir de Türk bayrağı gösteriyorsanız ha bu değerli bir şey, bu dinleniyor gibi oluyor. Başka türlü laf anlatmak giderek daha zor hale geldi.

Can Dündar: Örneğin şey diyorsunuz, bir milli hale adeta üstüne konmadan hiçbir şey anlatılamıyor, konuşulamıyor ..... var kitabınızda.

Tanıl Bora: Evet. Yani uzun bir zamandır, yani sadece son 3-5 yılda değil nispeten sakin zamanlarda bu durum biraz daha yumuşuyor kuşkusuz ama herhangi bir siyasal gerilim devreye girdiğinde akan mecra bu. Çünkü orada dediğim gibi orada hazır bir ırmak yatağı var.

Can Dündar: Ama neden insanlar o ırmağa girmeye bu kadar meyilli? Yani bunun nedeni nedir?

Tanıl Bora: Tabi ki bunun tek nedeni, ben burada şimdiye kadar bir tür ideolojik doktrinasyondan söz ettim. Yani insanlar zihniyet yapıları itibariyle buna hazırlanıyorlar, böyle bir teşvik ya da bunu teşvik eden bir yapı var. Tamam ama sadece bu değil kuşkusuz. Bunun kuşkusuz objektif nedenleri de var. Bu objektif nedenlerle de sadece işte bu Avrupa Birliği meselesi, Kürt meselesi gibi dev sorunları kastetmiyorum, bunların da kuşkusuz etkisi var objektif nedenler olarak. Daha genel olarak daha temelde bir sosyal nedenleri de olduğunu düşünüyorum ben bunun. Şöyle ki; şimdi dünyanın iyi bir zamanında yaşamıyoruz. Yani karanlık bir zamanda yaşıyoruz. Yani şu Irak işgalinden söz etmek yeter. Yani kaba gücün uluslararası hukuka damgasını vurduğu, onun ötesinde bu neoliberal iktisat politikalarının toplumda yoksullaşmayı, yarılmaları, eşitsizlikleri alabildiğine derinleştirdiği, Türkiye’de de bu özellikle ağır yaşanıyor. Mevcut bütün sosyal güvenlik ağları, sosyal dayanışma ilişkilerinin hızla çözüldüğünü görüyoruz. Bunun da getirdiği büyük bir sosyal güvensizlik duygusu var, ciddi bir tehdit algısı var. Dediğim gibi yani savaş olmasa, Avrupa Birliği meselesi olmasa, Kürt meselesi olmasa bile bu var. Ciddi bir sosyal tehdit algısı var. Ben bu tehdit algısının, insanların bu yalnızlaşmadan, tutamaksız kalmadan duydukları tedirginliğinde bu büyük siyasi milliyetçilik söylemiyle ve onun tehdit algısıyla bir titreşime girdiğini düşünüyorum. O nedenle bu kadar yaygınlaşıyor, kitleselleşiyor, o nedenle bu kadar güçlü bir taban ve rezorans buluyor. Bu kendiliğinden mi oluyor? Tabi ki değil. Bu da sonuçta bir politik ve ideolojik ortamın koşulladığı bir şey. Özellikle Türkiye’de yerleşik siyasal elit özellikle Avrupa Birliği süreci ve ona bağlı reformlar nedeniyle toplumu çekip çevirmeye ilişkin alıştığı mekanizmaların elinden gittiğine dair bir kaygı duyuyor. Onun yani siyasal elitin en geniş anlamıyla bir yani bu milliyetçi dalgayı körükleyen, teşvik eden, en azından hoşgören bir tutumu var ve bu çok yaygın olduğunu düşündüğüm, bu genel sosyal tehdit algısıyla da birleşiyor, bir şekilde onunla titreşime giriyor. Çünkü alternatif bir öneri yok şu anda. Alternatif bir politik öneri yok.

Can Dündar: Peki milliyetçilik ne getiriyor ki bu kadar iltifat görüyor? Yani ne öneriyor böyle işte çaresiz kalmış insanlara milliyetçiliğin ne tür bir deva önerdiğini düşünüyorsunuz?

Tanıl Bora: Vallahi hiçbir şey önermese istim boşaltmayı sağlıyor. Galiba da en iyi yaptığı şey o. Yani insanların o içinde tedirdiğinliği, tepkiyi, o tepki her neye olursa olsun meşru, hoşgörülür bir şekilde üstelikte bu hoşgörünün sınırları giderek daha tehditkar hallarde alabiliyor, boşaltmalarına imkan sağlıyor, onlara bir kimlik sağlıyor, bir tutunum sağlıyor. Yani politik bir şekil, politik bağlarla ya da başka bağlarla kendinizi bu dünyada bir yere bağlayamadığınız, ayağınızın altındaki zeminin kaydığını gördüğünüz, yaşadığınız bir durumda bir kimlik sahibi olarak....

Can Dündar:
Biz duygusu yaratıyor?

Tanıl Bora: Evet sadece biz olmaktan, yani sadece Türk olmaktan, sadece biz olmaktan dolayı iyi, güçlü, gururlu hissetmeyi sağlıyor. Böyle bir dayanışmayı hissetmeyi, paylaşmayı sağlıyor ve buna bence daha önemlisi ama ilk söylediğim olduğunu düşünüyorum. En çok da istim boşaltmayı sağlıyor.

Can Dündar: Ama her biz yaratan duygunun bir de öteki vardır. Bir düşman yaratmayı da beraberinde getiriyor.

Tanıl Bora: Kuşkusuz. Çünkü yani istim boşaltmak için o tepkiyi, o hıncı ortaya koymak için bir düşman imgesine ihtiyacınız var. O düşman imgesini bol bol sağlıyor. Burada hınç terimini özellikle kullanmak istiyorum. Şimdi hınç duygusu acz duygusuyla çok yakından ilişkili. Müdahele edemediğiniz ve sürekli kendinizi mağduru hissettiğiniz bir süreç karşısında aciz hissedersiniz. Mesela işte bu globalleşme dediğiniz olay ve onun mevcut açıklama biçimleri, dünyanın genel gidişi hakikaten kendimizi aciz hissediyoruz. Yani bir şey yapılamıyor. O acz bir şey yapamadığınız şey karşısında da bir hınç duyarsınız. O hıncı doğru bir hedefe mi yöneltiyorsunuz? O hırç duygusu doğduktan sonra artık onu kontrol etmek de o kadar kolay değil. Milliyetçi ideoloji o hıncı bol bol, rahat rahat akıtmayı sağlıyor ve muhtelif düşman imgeleri sağlıyor.

Can Dündar: Evet onu soracaktım. Yani muhtelif düşman imgeleri deyince mesela son dönemde diyelim işte Türkiye’nin Sabetaycılar tarafından ele geçirildiği gibi bir şey çok duyuyoruz. İşte bir film geliyor, Kurtlar Vadisi. Çok büyük bir ilgi görüyor, oraya dönük bir şey görüyoruz. Anti batı eğilimin çok yükseldiğini görüyoruz. Yani bu hınç yükselmesi de kontrollü bir şey mi? Yoksa bütün bunlar dediğiniz gibi milli bir refleks olarak mı ortaya çıkıyor?

Tanıl Bora: Yok yani kontrolllü olduğunu düşünmüyorum. Zaten hani milliyetçiliğin bir komplo olduğunu düşünmüyorum ama milliyetçi ideolojinin çok temel bir unsuru her şeyi komplo ile açıklaması. Milliyetçi ideolojinin özellikle bugün gördüğümüz yürürlükteki milliyetçi söylemlerin en geniş yelpazesiyle temel dünyaya açıklama şablonu komplo teorisi. Yani kuşkusuz dünyada komplololar da var. Yani komplolar da yok değil, oluyor. Meşhur söz vardır ya; paranoyak olmamanız takip edilmediğiniz anlamına gelmez, eyvallah ama komplo teorisiyle her şeyi açıklamak, her şeyi komplolara bağlamak bir zihniyet yapısı olarak yerleştiği zaman bunun aklı dumura uğratan bir yanı var. Çünkü komplo tasarladığınız zaman mutlaka her şeyin arkasında bir gizli saik ararsınız. Hiçbir şeyi açık, mantiki biçimde tartışamazsınız artık. Birisi bir argüman söylediğinde, bir söz söylediğinde siz burada ne diyor, bu sözü kendi içinde nasıl tartışabilirimi değil, kim buna böyle söyletiyor? Bu adam işte Yahudi olduğu için mi öyle söylüyor? Aslında soyunda bir şey mi var? Dış mihraklarla mı bağlantılı? Hep orada artık söylenen şey doğru, yanlış, eksik ona yer kalmaz artık. Onu tartışmaya imkan kalmaz. Bütün aklınızı buna yoruyor olursunuz artık ve son dönemde bu milliyetçi söylemlere özgü değil ama milliyetçi söylemde çok rahat, çok iyi uzlaşan, çok iyi oturan, birbirine oturan bir özellik bu.

Can Dündar:
Pardon. Türkiye’ye özgü bir şey değil sadece değil mi? Yani dünyada da çok yaygın. Yani 11 Eylül sonrası Amerika’da bir sürü komplo teorileri vs. ya da işte Müslümanlara karşı ciddi bir şey.

Tanıl Bora: Tabi. Ben zaten bütün bu konuştuklarımızın yani Türkiye’de bunların özel bir ağırlığı var. Yani iyice uçlaşan süreçler bunlar ama bunların böyle sadece Türkiye’ye özgü süreçler, problemler olduğunu zaten düşünmüyorum. Ben dediğim gibi yani dünyanın kötü bir zamanında yaşıyoruz ve bu problemler bütün dünya için geçerli ama tabi Türkiye’de bizim özel ağırlıklarımız var. Özel bir sancılarımız var.

Can Dündar: Tabi dünyanın iyi zamanları oldu mu bilmiyorum ama daha önceleri de incelediniz siz. 70’lerin milliyetçiliğini, 90’ların milliyetçiliğini de incelediğinde ona kıyasla bugün Türkiye’de milliyetçiliğin geldiği noktayı nasıl görüyorsun 70’lere ve 90’lara göre?

Tanıl Bora: Vallahi yani milliyetçilik ideolojisinin kendini ifade etme biçimi, ideolojik donanımı elbette döneme göre değişiyor. Yekpare bir milliyetçilik yok. Zaten farklı milliyetçi akımlar da var ama mesela 60’lı yılları düşünüyorum. 60’lı yıllarda uç sağa gitmeyelim de, merkez sağ olarak düşündüğümüzde örneğin 60’lı yılların ortalarında bu mesela Süleyman Demirel’in bir liberal anıydı o dönem. Orada Urfa’da bir baraj açılışında yaptığı bir konuşma vardır, örneğin. Der ki; milliyetçilik Urfa’da susuzluk çeken, açlık susuzluk çeken insanı doyurmak, ona su sağlamaktır ve bunu radikal milliyetçilere karşı söyler. Yani milliyetçilik o değildir bu’dur diye. Mesela bu liberal bir milliyetçilik söylemi. Bugün böyle bir sözü pek duyamıyoruz. Merkez sağdan dahi duyamıyoruz. Bir mukayese açısından bir bunu söylemek isterim. Bir de şu var; o konunun çok derinliklerine girmeyelim ama mesela MHP’yi düşündüğümüzde hem MHP içinde hem de sadece MHP ile sınırlı kalmayarak MHP dışında da Türkçülük yani soy Türkçülüğün son 10 yıldır çok yükseldiğini görüyoruz. Oysa mesela 70’lerde ve 80’lerde MHP’nin ve halefi partilerin yine çok radikal dönemlerinde de dahi mesela Türkçü ideoloji biraz marjinalize olmuştu, MHP içinde dahi marjinalize olmuştu. Bu son 10 yıldır, son 15 yıldır Türkçü ideolojinin yani ırkçılığın çok ayan beyan hale geldiğini gözlüyoruz örneğin, bu yeni bir eğilim. Yani çok da yeni değil işte 10-15 yıldır sürmekte olan bir eğilim.

Can Dündar: Peki daha kentleşme, biraz daha sokaktan çekilme ya da kırdaki etkisini kentlere taşıma gibi şeyler, milliyetçilik ideoloji açısından.

Tanıl Bora: Şöyle bir şey var. Yani milliyetçi ideolojinin özellikle radikal kesimiyle daha taşralı kırsal tabana oturduğunu hep söylerdi bütün bu konuları, bu alanı izleyen insanlar. Son 10-15 yılda da bu yönde de bir değişme var, daha şehirli bir hareket haline geliyor ama bu şehirli bir hareket haline gelmesi onun temel karekterini çok değiştirmiyor.

Can Dündar: Peki AB süreci değiştirdi mi temel karakterinde bir değişiklik yarattı mı? Çünkü bir sürece girdik ve milliyetçilik onunla birlikte tırmanmaya başladı gibi bir gözlem var.

Tanıl Bora: AB sürecinin hani bu düşman imgesi sağlamak bakımından çok büyük bir etkisi var. Çünkü bu kompaze bir düşman imgesi, her şey var içinde. Dinsel motif de var, Batı imgesi var, sonra bütün bu dediğim gibi sadece Kürt meselesiyle filan ilintili olmayan bir sosyal güvenlik erezyonuyla da, sosyal tutunum erezyonuyla da ilgili olan o tehdit algısının o Osmanlı'nın çöküş dönemiyle mukayese ederek, o dönemin koşullarıyla bugüne göndermeler yaparak düşünmeye çok elverişli kılan bir yapısı var. Yani Osmanlı'nın çöküş, dikkat ediniz zaten Osmanlı'nın çöküş dönemine ilişkin motiflerin şimdi hep yeniden canlandığını, hep ona benzetmeler yapıldığını görüyoruz ama bu gerçek bir tartışma süreci de olmuyor. Sadece işte o metaforlar kullanılıyor hep. Yani hıyanet metaforları, işte milli mücadeleyle ilgili metaforlar, hiç üzerine eğilmeden, düşünmeden, etmeden böyle bir kolaylık sağlıyor.

Can Dündar: Son birkaç şey daha soracağım. Solda bir milliyetçilik, ulusalcılık akımı giderek kök salmaya başladı. Sanki 70’lerde çok da rastlamadığımız şekilde. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Tanıl Bora: Şimdi aslında solun en geniş dünya görüşü anlamıyla sol diyorum, belirli bir spesifik ideolojiyi hareketi kastetmeden yani. Radikal veya ılımlı, her nasılsa olursa yani dünya görüşü olarak sol’un milliyetçilik ile aslında temelden bir problemi vardır. Çünkü milliyetçi ideolojiler nasıl olursa olsun bunlar liberal solsa nasıl olursa olsun, milliyetçi ideolojilerin malum birlik beraberlik söylemidir bunlar. Yani toplumun içindeki çelişkileri, problemleri örtmek isteyen biraz, onları çok tartışmayan, yani onun üstüne bayrak örten bir ideolojidir milliyetçilik ve sol ise sosyal problemleri etnikleştirmeye, millileştirmeye çalışan ideolojilere karşı bütün problemleri sosyal cephesiyle görmeye çalışır. Yani o bayrağı bir kaldıralım altında ne var bunun. Ona bakmaya çalışır. Yani sosyal çelişkileri, sosyal problemleri gündeme getirmeye çalışır. Onun için her zaman yani milliyetçilik ile görece barışık bir sol olsa bile bir kaydı var, en azından bir kaydı vardır. Bu kaydın tamamen kalktığını gözlüyoruz. Yani ben işte Türkiye’de kendisini solda konumlandıran, sol olduğunu, şu veya bu şekilde sol olduğunu söyleyen partilerin özellikle CHP’nin herhangi bir sosyal sorunu bir kaç yılda gündeme getirdiğini görmedim. Mesela bu yurtseverlik meselesi de...

Can Dündar: Nedir aslında, biraz sona geldik. Senin bakış açından nedir milliyetçilik, yurtseverlik gerçek anlamıyla?

Tanıl Bora: Yurtseverlik hani biz milliyetçi değiliz yurtseveriz ya da biz işte kafatasçı değil yurtseveriz dendiği zaman ha oldu o zaman tabi o tamam gibi bir kabul var. Yurtseverlik nedir aslında? Yani yurtseverlik her şeyden önce yurttaş temelli bir toplum ülküsüne dayanır. Yani yurttaşın yurtseverliğin milleti yurttaş toplumudur bir. İkincisi, yurtseverliğin sevdiği yurt, benimsediği yurt kavramı sadece biz olduğumuz için, sadece işte burası olduğu için değil, oraya belirli bir değer yüklendiği için, bir cumhuriyetçi erdemlerle bağlantılı düşünüldüğü için, bir iyi toplum tasarımıyla birlikte düşünüldüğü için. Nasıl bir toplum tasarlıyoruz? İyi toplum nasıldır? ona bağlı bir değer dizgisi, değer sistemini sahiplenerek tanımlanan bir anlamı vardır yurtseverliğin ve bu nedenle de milliyetçi ideolojinin hamasetinden uzak durur, onun her türlü etnoki kültürel çağrışımından uzak durur, farkı oradadır. Bugün ben bu farkı da çok göremiyorum Türkiye’de. Hani yurtsever olduğunu söyleyerek kendini ayırt edenlerin çok böyle bir ayrım koyduklarını da hiç gözlemiyorum.

Can Dündar: Peki biz tırmanıyor diyoruz ama bir yandan da mesela son Fransa olayında biraz önce izledik İtalya’daki tepkilere kıyasla daha dozu düşük kaldı gibi geliyor bana. Ticaret hacminde ciddi bir düşme olmuyor, daha önceki tasarıda da ortaya çıktı. İşte Ağar gibi milliyetçi bir lider PKK konusunda son derece kendi açısından radikal bir söyleme girebiliyor. Dolayısıyla acaba biraz abartılıyor mu? Belki de hani böyle bir tırmanış yok ya da abartıldığı kadar fazla değil mi?

Tanıl Bora: Yani emin olun bende bu konuda böyle spekülatif ve şöyle olacak, bu iş şuraya gidiyor diyemem ve azalıyor mu, çoğalıyor mu? Mesela İtalya olayındaki 99 İtalya olayındaki tepkilere göre evet daha düşük dozlu bir çalkalanma var ortalıkta ama beni daha şu ilgilendiriyor; yani yükseliyor, alçalıyor ya da şu doz, bu dozdan öte baştan söylediğim gibi yerleşik bir zihniyet yapısı var. Sakin zamanlarda, büyük bir olayın olmadığı zamanlarda dahi Türkiye’de herhangi bir kamusal önem taşıyan, herhangi bir ciddi meselenin konuşulmasında hakim bir dil var ve bu milliyetçi söylemin büyük ölçüde belirlediği bir dil. İşte komplo teorisiyle, başlı başına bir argüman olarak, başlı başına bir gerekçe olarak hani bir tür dış bağlantı, dış mihrak göstererek sanki bir şeyi kanıtlamış olduğunu düşünen, başka herhangi bir akıl yürütmeye ihtiyaç duymadan. Yüksek dozda hamasetle her şeyi halleden ve güzel eski Osmanlıca ifadeyle ufunet dolu ya da işte yeni tabirle olumsuz enerji, müthiş bir olumsuz enerji üreten yani müthiş bir garez, müthiş bir hınç, dizi dizi hain tanımları, herhangi bir konuyu suhuretle, akıl mantık zinciri içerisinde konuşmayı neredeyse imkansızlaştıran bir dil var. Hani çok kabarmasa da çok vahim yerlere gitmese de yani bu kamusal dilimiz bu olduğu sürece Türkiye’de herhangi bir şeyi sağ salim konuşmak mümkün değil.

Can Dündar: Son bir şey soracağım. Başladığımız noktaya gelelim. Bu nehir nereye akar? Yani böyle bir nehir var, bir dolduruştan söz ediyorsunuz. Bir yandan hani diyorsun ki insanların bir tutamağa ihtiyacı var. Zemin altından kayıyor, küreselleşmenin getirdiği sorunlar vs. Dolayısıyla bir yandan aslında hayırlı bir iş yapıyor belki, insanlara tutunacak bir dal veriyor ve insanlar orada ülkesine sahip çıkma duygusu, belki yurttaş olma bilinci, bir yandan da bir şeye aidiyet bağı duyuyor ama öte yandan da bir şeyde var mı hani faşizan bir yönelim, daha fanatizme yönelmesi, linçlerin gündeme gelmesi gibi bir tehlikeye mi gider? Yani o nehir nereye götürür bizi?

Tanıl Bora: Dediğim gibi ben böyle büyük makro analizci değilim. Yani büyük teoriler kurma, büyük spekülasyonlar yapma şeyinde değilim.

Can Dündar: Gündelik hayat üzerinden düşünelim.

Tanıl Bora: Ama şu açık, yani bu çok kötü bir yere gidebilir elbette. Yani hakikaten faşizan dediğimiz bir takım oluşumlar basbayağı hani faşist bir rejim olmasa da faşist unsurların bayağı güçlü olduğu bir rejime pekala dönüşebilir ama bu bir olağanlık halinde bu şekilde sürebilir. İlanihayet sürebilir, zaman zaman kabarmalar olur, işte 20 sene sonra tekrar kabarıyor mu, yükseliyor mu diye yine programlar yapılır. Benim sezgim bu şekilde hep böyle devam edeceği doğrultusunda ama etmemesi gerektiğini düşünüyorum.

Can Dündar:
Ne olmalı kısaca? Böyle 20 yıl sonra tekrar bu programı yapmamak için.

Tanıl Bora: Bence ısrarla biraz belki takıntı halinde ısrarla üstünde durduğum şey bu hamasete, komplo teorisine, dış mihrak dışında hiçbir argüman ve mantık aramayan ve bu ufunet dolu dediğim müthiş negatif enerji üreten bir toplum tasarımı, nasıl bir toplum olmak istiyoruz biz? Hani iyi toplum nedir? Bu tür bir tasarımı olmayan bu dilin öncelikle değişmesi, bu dilin terk edilmesi, bu dili kimse terketmez. Başka bir dilin meseleleri ele almanın, meseleleri konuşmanın başka dilin hakim olması gerekir.

Can Dündar: Daha ....... yapıcı, daha olumlu anlamda?

Tanıl Bora: Ben izin verirseniz bununla ilgili dün kaybettiğimiz bugün cenazesi olan Türk Tabipleri Birliği Eski Başkanı Doktor Füsun Sayek’in çok güzel bir sözü var, son tabipler birliği kongresine mesaj olarak gönderdiği. Gözümüz başkasını görmeyecek kadar kararmış, ruhumuz başkasını hissetmeyecek kadar yıpranmış, vicdanımız hiçbir şeyden incinmeyecek kadar körelmiş değil diyor kendi meslektaşlarına. Bu bir temenni. Aramamız gereken yani ihtiyacımız olan temel şey bu bence, ruhu şad olsun Füsun ablanın