29 Ağustos 2010

Birinci Yazı

Ne var bunda metus, iki sene geçti üstünden, ben sen daha o zaman unuttun sanmıştım...

Ben iki buçuk yaşımda konuşmaya başlamışım, yani nerdeyse yürümeye başladığım zaman, o zamana kadar ağzımdan çıkan anlamlı sözcükler bir iki kelimeden ibaretmiş. Annemler doktora falan götürmüşler hatta korkup, aah beni yirmi altı yaşımdayken bile İstanbul'a yollarken gözleri dolan annem... Sanırım ifademizin kıtlığı oradan mütevellettir. Yukarıdaki lafı duyup, bir mahcubiyet, acziyet ve eziklikle onun suratına bakamadığım her anda, kafamı kaşıyıp, gözümü ondan kaçırıp iki kelimeyi bir araya getiremedikçe çok aşina olduğum bir mizanseni anımsadım: Çocukken oyuncağım elimden alındığında, bir oyunda kaybettiğimde, ne bileyim aile bireylerine laf geçiremediğimde veya Beşiktaş yenildiğinde, derdimi anlatamamanın, kendimi ifade edememenin azabıyla ve asabıyla, bir sinir krizine girip, boğazımı tırnaklarımla çizdiğim, suratımın kıpkırmızı olduğu, bas bas bağrınıp iki dudağımın arasından anlamsız lafların çıktığı zamanlar gözümün önüne geldi. Haklıyken basiretimin bağlanıp o vurucu lafı bir türlü edememin yarattığı hayal kırıklığı öfkemi kendime döndürürdü, o meşum her derde deva laf nasıl oluyordu da olay tamamen soğuduktan, aradaki tüm diyaloglar, tüm detaylar benim beynimde tekrar tekrar vücut bulduktan sonra aklıma geliyor, beni tüm bu yenilmişlik duygusu yetmezmiş gibi bir de “ah kafama sıçayım, keşke şunu deseydim” duygusuyla baş başa bırakıyordu? “Demek ki, onca yıl boyunca okuduğun kitaplar, aldığın notlar, izlediğin altı yüz küsur film, sağa sola çiziktirdiklerin falan hepsi hikayeymiş metus.” Sen kimsin? “Sağduyun” Reklam değil miydi o? “Vicdanınım o zaman, yeteri kadar vurucu oldu mu?” Bir içimizde konuşan adam eksikti ak.

Bak o da Boğaziçili, o tanışmak istedi seninle.

Aman ne güzel, Boğaziçili olduğunu baştan söyleseydin keşke. Sanki birinci yurdu ben restore ettim anasını satiim. Şimdi bu durumun o çocukla değil, benimle ilgili olduğunu nasıl anlatsam, gözümün önüne ikinizin yan yana geldiği bir sahne gelince, o ekranı tuz buz etme ihtiyacının peydah olduğundan nasıl bahsetsem, benim ne kadar fesat, kendini düşünen bir adam olduğunu anlayamayacak kadar iyi niyetli birine. “Hiç aranmasan, hiç haber almasan daha mı iyi metus? Eğer öyleyse, buluşmamanı telkin edenleri dinleseydin” Bunu yapamam. Maalesef. Ona ben bile hak etmediği şekilde davranamam.

Yani n'olacak, aynı durumda ben olsam, hiç rahatsız olmam, senin hayatında da bundan sonra bir kız olacak elbette...

Vay babayn kemii sayın seyirciler, bu ihtimal bizim için tuttuğumuz takımın Avrupa şampiyonu olması gibi, bir gün olmaması için bir sebep olmayan, fakat fakir taraftarının ömrü boyunca hayal etmesi gereken yarı ütopik bir durum demek ki. “Sen nası bir malsın olm? Noldu senin kaderciliğin? Hm, bu kadar mı zor başına gelenle yaşamak?” “Hem bak unutma, seni öldürmeyen her şey, şaapar. Güçlendirir.” Abi ben o lafı öldürmeyen Allah öldürmez diye biliyodum... “Kendi yabaniliğini ona fatura etme istersen.” “Hem... biraz ayıp olmuyor mu aranızda olan biteni buraya dökmek, nerde kaldı senin ketumluğun?"

İşte o kendini ifade edememenin verdiği öfke yine içimi kapladı. Kendime bile laf anlatamıyorum, kaldı ki ona anlatayım. Ne diyebilirim, Hasan Cemal'in dediği gibi Kimse Kızmasın, Kendimi Yazdım. En iyisi biraz kafayı dağıtmak, aa bak A Takımı da varmış, iftara kadar vakit geçer... Peki niye kendimi eskiden Kuşadası'nda kışın yapacak bir şey kalmadığı için günübirlik İzmir'e gidip, üç film izleyip dönen arkadaşlarım gibi hissediyorum? “Salak vaadin bir hafta bile sürmedi metus, o eski karanlık, uğursuz yazılarına bir yenisini eklemekten kendini alamadın yine.” Napalım, yazmazsam olmazdı, hoşbulduk tekrardan...

24 Ağustos 2010

Fırtına, İhtilal, Efsane: Trabzonspor

Başlık, Hakan Kulaçoğlu tarafından Trabzonspor'la ilgili derlenmiş yazıları içeren ve İletişim Yayınları'ndan yayımlanmış kitabın adı, açıklamasında kulüp için “fırtına olarak başladı, sahici bir ihtilâle dönüştü, uzun zamandır sadece bir efsane...” olarak bahsediyor. Bir Beşiktaş fanatiği olarak en ağırıma giden şey, takımımla ilgili uzaktan ahkam kesilmesi, ben de bunu şimdi bordo maviler için yapacağım, takip edebildiğim kadarıyla Trabzonspor'un bana nasıl göründüğünü (bu ibareyi “medya tarafından nasıl gösterildiğini” olarak okuyun lütfen) dilim döndüğünce anlatmaya çalışacağım.

Trabzonspor ben ortaokuldayken, Şenol Güneş antrenörlüğünde, Karadeniz'in diğer yakası Gürcistan'dan aldığı ikiz Arçil Şota'sı ve altyapıdan çıkardığı, Hami, Lemi, Abdullah, Ogün, Orhan Kaynak gibi topçularuyla bildiğiniz taş gibi takımdı, o zamanlar Aston Villa'yı elediklerini bir rüya gibi anımsıyorum. Kulüp bize hep anlatılan (en son dün Rıdvan, oyunculuğunda fırtına gibi olan Boluspor'la dokuz hafta gol yemeden Trabzon deplasmanına çıktıkları ve maçın birinci dakikasında mağlup duruma düştüklerinden, orada bir zamanlar üç büyüklerin bile korner atmasının başarı sayıldığından bahsediyordu) o seri şampiyonlukları kazandığı zamanki havaya girmişti, şampiyonluk adım adım geliyor derken, Fener'in geçen sene yaşadığı dramı romantik komedi gibi gösterecek bir trajedi yaşadılar: Tüm sene boyunca deplasmanda hiç maç kazanamamış Vanspor'a evlerinde 1-2 yenildikten birkaç hafta sonra beraberliğin yettiği ve ligin bitmesine bir hafta kala evlerinde oynadıkları Fenerbahçe maçına çıktılar (lüzumsuz bilgiler için bkz. erkeklerin futbol hafızası). İlk yarıyı 19'da Abdullah'ın attığı golle 1-0 geçmelerine rağmen Oğuz'un ikinci yarının başında ve Aykut'un yamulmuyorsam 84'te attığı golle 1-2 kaybettiler.

...ve bu trajediyi kaldıramadılar. Bu maçtan sonra iki kişinin intihar ettiğini, 2006'da Danimarka'da tesadüfen öğrendiğimde, maç sonrası taraftar forumlarında yazılanları o zaman okuduğumda ekran başında nasıl kalakaldığımı, içimde bir isyan duygusunun nasıl kabardığını bugün bile hatırlıyorum. Benim fanatikliğim bile bunu algılayamıyordu, “bu şehirde yaşayanlar için hiçbir başka konu, eğlence, aktivite yok, sadece Trabzonspor var” lafının ne demek olduğunu o zaman anlamıştım. O olaydan sonra, şehir içine kapandı, her mağlubiyette kelle isteyen ve takım üstünde nüfuzu olan yerel basın; her büyük maçta olay çıkaran, cenaze töreninde kaptanlarını linç etmeye kalkan taraftarlar; beceriksiz, futbolcu döven hocalar; kendi aldığı oyuncuya “yamyamın birini aldık, gol makinası dediler bulaşık makinası çıktı” diyebilen, kerameti kendinden menkul, bu ülkede spor bakanlığı yaptığı için utandığım mafyavari başkanlar altında kulüp deyim yerindeyse inim inim inledi, dönem dönem gelen ufak başarılar- Türkiye Kupası, galibiyet serileri gibi- günü kurtarmaktan öteye gidemedi.

Derken, üçüncü kez, takımın başına Şenol Güneş getirildi, kendisinin kulübün şu an kazandığı saygınlıkta, Beşiktaş'a duruşunu, vakurluğuyla, sakinliğiyle tekrar hatırlatan Mustafa Denizli'vari bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Kulübün başkanı Sadri Şener, son derece nüktedan, çelebi bir profil çiziyor. Takım, başarı yakaladığı zamanlardaki kadrosunun aksine, bu sefer altyapıdan yetiştirdiği topçulardan ziyade, daha toplama bir takım hüviyeti çizse de, şimdilik her şey yolunda görünüyor. Takım sadece futbol karakteri olarak değil, mental olarak da güçlendiğini ezeli rakibi Fenerbahçe'ye karşı verdiği son iki mücadelede istediğini alarak ispatladı.

Bütün bu yazıyı yazmamın sebebiyse, artık hangi cenabetten kaynaklandı bilmiyorum, ama gidip UEFA elemsinde bizim sekiz yediğimiz Liverpool'u çekmiş olmaları, o Liverpool ki, liman takımı olarak Trabzonspor'un eşleniği gibi düşünebilirsiniz, taraftarının fanatikliğiyle, muhalif futbolcularına (Fowler!) duydukları derin sevgiyle, parlak geçmişlerine özlemleriyle. (Yerli yersiz belirtirim, Liverpool'un İstanbul'da oynadığı Şampiyonlar Ligi finalinde, taraftarlarının “Form is temporary, class is permanent” diye pankart açtığını okumuştum bir yerde. Benim için futbolun özeti, işte bu cümledir.)

1-0 yenilidikleri ilk maç da kendi içinde epik hikayeler taşıyordu, takımın sanki zevkine oynuyormuş gibi duran Gineli'si Yattara ilk maçtan önce fıkra gibi bir açıklamayla “Gerrard'a çalım atmak çok zevkli olacak” demişti. Genç kalecileri Onur Kıvrak geçen sene bu zamanlar takımın üçüncü kalecisydi, artık her maç akıllara seza bir performans çıkartıyor, Liverpool'da herkesin yere göğe koyamadığı Joe Cole'un penaltısını çıkardı. Şenol Güneş'se takımdan emin olduğunu deplasmanda sergilediği pozitif futbolla ispatlamış, Liverpool'daki maçtan sonra skordan memnuniyetsizliğini dile getirmişti, en başından beri iddialı konuşuyor. Fakat Tanıl Bora'nın dediği gibi: Şenol Güneş'i efsane takımın kaptanı olarak, koca bir sezonda yediği on iki golle veya Dünya üçüncüsü Milli takımın hocası olarak değil, Hrant Dink katledildiği zaman onun ailesine yaptığı taziye ziyaretiyle hatırlayacağız. Bence şansları çok az, ama taraftara, şehre o heyecan yetecektir, hakikaten yerinde izleyemeyeceğime üzüldüğüm bir maç, şansları bol olsun.

23 Ağustos 2010

Lig Özetini İzleyebilen Var mı?

Digiturk bildiğiniz üzere bol sıfırlı bir meblağ karşılığında bilmem kaç yıllığına yayın ihalesini aldı, buraya kadar alan razı satan razı. Fakat kardeşim lig başladı, bir de baktık ki, TRT dışında hiçbir yerde maç görüntüsü namına bir şey yok, tüm futbol programlarında kuru kuru konuşuyor insanlar. TRT bile görüntüyü sadece o gece veriyor, geçen haftaki maçı izlemek için pazar günü hayatımda izlemediğim kadar TRT'nin haber bültenlerini takip ettim. Sonra bir yerden şöyle bir şey duydum: Diğer kanallar, o haftaya ait olan görüntüyü, haftanın maçları bittikten 48 saat sonra (yani çarşamba akşam!) verebiliyormuş. TRT de mal ama o kadar mal değildir, herhalde onların da ara bültenlerde özet yayımlamasına mani bir madde olsa gerek diye düşünüyorum. Sonuç itibarıyla iki haftadır takımımın maç özetini izleyemiyorum. Kardeşim hani halkın haber alma özgürlüğü? Benim ne mecburiyetim var cumartesi akşamı televizyon başına çakılı kalmaya, veya pazar gecesi uykusuz kalıp pazartesi işe sürünerek kalkmaya? Sağda solda bununla ilgili bir itiraz duyduğumu da hatırlamıyorum, yani para verdi diye koskoca lig yayının bir kanalın tekeline bırakılmasına ses çıkaracak adam yok mu, iki dakikalık özet bu kadar mı milletten esirgenir, yazıklar olsun...

22 Ağustos 2010

Rüya veyahut Yönetmen Meselesi

Inception'ı oruç kafayla (bu son zamanlarda hepten popüler ve dilime pelesenk olan “... kafası/kafayla” deyimi de en çok oruca yakışır ya) olmama rağmen pürdikkat ve tamamen kendimi kaptırmış bir halde izledim. Bu tarz filmler çok da ilgimi çekmese de hikayesi, oyuncu(luk)lar (Kadrolu Christopher Nolan oyuncuları “the” Michael Caine ve Last Samurai'deki karizmatik samuray Ken Watanabe'e ilaveten, Platoon'un unutulmaz kötü adamı Tom Berenger, 500 Days of Summer'ın esas oğlanı Joseph Gordon-Levitt ve “Juno” Ellen Page), çekimler vs. laf eden çarpılır kendi kişisel kanaatime göre. Yine de bunun bir Matrix etkisi yaratması zor görünüyor, bakacağız (fakat siz bunu gelin imdb'nin yaş ortalaması on altı civarında veya eski filmlerden bihaber olduğunu tahmin ettiğim kullanıcılarına anlatın, film tüm zamanlar içinde dört numaraya çıkmış durumda...)

Filmin üzerinden bir süre geçti malum, meraklısı sözlükten/sağdan soldan yeteri kadar okumuştur, ben filmden çıktıkan sonra aklıma takılan bir gözlemimi belirtmek istiyorum: Leonardo Di Caprio'nun ve Christopher Nolan'ın nasıl seviye atladığına hep beraber tanık oluyoruz gibime geliyor. Di Caprio, salt Holywood starı mertebesinden, senenin filminin oyuncusu başrol oyuncusu klasmanına Scorsese'nin de el vermesiyle çıkmıştı, kaç filmdir (Departed, Blood Diamond, Body of Lies, Shutter Island) döktürmediğini hatırlamıyorum... Benim için, Edward Norton, Johnny Depp, Jim Carrey kalibresinde ve döneminin en parlak oyuncularından biri kendisi, Al Pacino'lar, Jack Nicholson'lar mertebesine çıkıp çıkamayacağınıysa göreceğiz...

70/80'ler nasıl “üç sakallı”nın (Spielberg, Coppola, Lucas) domine ettiği, bundan ayrı olarak Scorsese/Milos Forman/Oliver Stone'un kendi dillerini geliştirdiği ve Holywood sinemasını dönüştürdüğü ve bu sinemaya saygınlık kazandırdığı bir dönemse, benim için 90/2000'lerin de bir çırpıda sayabileceğim büyük prodüksiyon çeken büyük yönetmenleri de Ridley Scott, David Fincher ve Christopher Nolan gibiler. (Daha kişisel, bağımsız ve az gişe getiren filmler yapan Coen'lere ve Paul Thomas Anderson gibilere de saygım sonsuz, ama bu kıyası film bütçelerine veya başrol oyuncularının yıldızlığına bakarak yapıyorum) Christopher Nolan, iç içe geçmiş hikayeleri, kronolojiyi ters yüz ederek, merkeze zaman zaman bir karı-koca ilişkisi koyarak ve seyirciyi anlattığı hikayenin gerçekliği/doğruluğu hakkında şüpheye düşürerek anlatmayı seven, ve tıpkı Scorsese gibi, bazı oyuncuları filminde inatla oynatan bir yönetmen olarak karşımıza çıkıyor, kendisi için Inception'dan çıktıktan sonra duvar çekse izlerim demişliğim vakidir...

Bu tarz bilimkurgu filmleriyle aram maalesef diğer arkadaşlarım kadar sıkıfıkı değildir, ama filmin merkezine rüyanın konması, benim de ilgimi bir kat daha cezbetmişti, hala pozitif bilimin gizemini tam olarak çözemediği, karşısında çaresiz kaldığı alanlardan biri rüyalar, bir konunun pozitif ilimce tam olarak açıklanamaması demek, konu hakkında mistik/dini referanslara hala başvuruluyor olması demek malum... Hal böyleyken, rüyanın Arapça "görmek" demek olduğunu da not düşeyim, ihtimal ki konuya bir de böyle bakmakta fayda olabilir...

21 Ağustos 2010

On Bir Ayın Sultanı, On Bir Topçunun Hayranı

Uğur aradı, akşam BJK maçını nort şiıltz'da izler miyiz diye sordu. Maçı akşam yediye koyan UEFA'ya oruç kafayla bir kez daha küfrettim (Taraftarın, takımın kabızlığı doruk yaptığı zaman başvurduğu tezahüratı değiştirip "haydi imam haydi haydi/tam zamanı tam zamanı şimdi" diye bağırdığını ertesi gün gazeteden okuyup UEFA'ya küfredenin tek ben olmadığını öğrenince içime bir rahatlama gelecekti, benzer bir küfürlü tezahüratı da yazardım, şimdi benim ağzıma da yakışır fakat, sizin ahlakınızı bozmayayım). O kadar kıt bir vakitti ki, bize maç izlenecek yer bakma fırsatı bile vermiyordu, zaten ben mekana girdiğimde her yer tutulmuş, millet ellerinde biralar pürdikkat maça kilitlenmiş, Bobo kafayı direğe nişanlamıştı bile.

Hafiften huzursuzdum, ramazan akşamı dışarı çıkıp bara pavyona gittiğim vakiydi, fakat daha oruç açılmadan etrafımdakilerin alkol aldığı bir yerde daha önce bulunmamıştım, mekan bildiğin birahane olduğu için adamların haklı olarak iftara has bir organizasyonu yoktu (Uğur'a e tabi şimdi burda heriflerin hurma verecek hali yok diye espri yapmıştım). Servisin gecikeceğini öngörerek, servisi hızlı olur, beni de tok tutar diye bi çorba söyledim, yine de beş dakika kadar rötarlı geldi. Uğur kahkayı basınca önümdekilere bir kere daha baktım, Bobo karşı karşıyada topu Dolmabahçe'ye yolladığında, dört tarafımdaki masalarda bira, benim masamdaysa, bir çorba bir su ve dört adet hurma bulunuyordu. Ben kan şekeri düştüğünden hayal görüyor olsam, Uğur benim dumur halimi çekmek için cep telefonuna davranmazdı diye düşündüm. Adamlar büyük ihtimalle yüz metre ötedeki Migros'tan gidip hurma alıp gelmişler, benim servisteki ufak gecikme ondan kelli olmuştu. Hurmam masamdaydı, henüz bir tarafımın falan dırmalandığı yoktu, karnım toktu, Q7 biz dokuz aylık oynarken atamadığımız bir golü atıp taraftarı çıldırtıyor, takım bildiğin bol paslı göze hoş gelen bir top oynuyordu. İki gün sonra, bir başka UEFA maçı arefesinde ama yine bir iftar sofrasında, her haliyle İstanbullu bir arkadaşım ve onun kız arkadaşı, daha önce hiç hurma yemediklerini söyleyip, beni başka bir dumura gark edecekti. Hayır bir de adama İstanbul'un nesini seviyosun diye sormuyorlar mı, gel de atar yapma!

Sana bir sır verecem ama rica edicem aramızda kalsın, ben blogu yeniden açmaya, işte bu olaydan sonra karar verdim.

Sıfırıncı Yazı

Termodinamik okumaktan muzdarip olanlar hemen anımsayacaktır, termodinamik yasalarını saymaya sıfırdan başlarlar, bizimkisi de o hesap, durup durup baştan başlıyoruz, Aziz Nesin'in hikayesine (biz bu boku niye yedik?) çarpacaz'ın ilk yazısında gönderme yapmıştım, bu da herhalde dejavu oldu, iyi de ben bu dejavu'yu daha önce yaşamıştım! Bellatrix'in şahane tesbitiyle yazmayı bırakınca takipçisi artan yegane blog olan çarpacaz'dan (carpacaz.blogspot.com) daha özerk bir alana geçmiş bulunuyoruz, bundan sonra arzu edenlerin kafası buradan itinayla ütülenecek, vatana millete hayırlı olsun.

Bir önceki blogumun son (yani alttaki!) yazısında çektiğim fotoğrafın bendeki çağrışımı, Dersaadet'i Güneş'ten gözünüzün kamaştığı dingin bir havada terk etme duygusuydu (hatta Yahya Kemal'in Sessiz Gemi şiirini de anımsatır bana o fotoğraf, demir alma vakti gelmişse zamandan, meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan), o an için hakikaten buradan uzaklaşmak istiyordum... Moda (ve benim için semtin alametifarikası olan iskelesi) da hem İstanbul'a aittir, iskelenin kendisi gibi şehrin bir uzantısı, yansımasıdır, hem de aynı zamanda, müstakilliğiyle, asudeliğiyle, karadan neredeyse kopmuş haliyle bir açıdan da İstanbul'un dışındadır benim için, bu fotoğrafın oradan çekilmesi de ayrıca manidardı...

O zamandan bu zamana bu yakada değişen pek bir şey yok, dolayısıyla benim de ekstra bi vaadim yok kardeşim, hayatın sırrını kim kaybetmiş ben bulayım, daha önce yapmaya teşebbüs ettiğim gibi okuduğumu/izlediğimi/şahit olduğumu başka işlerden kafayı kaldırabildikçe ve fazla ukalalık etmeden yazacağım, eh beraber eğlenebilirsek, siz sağ ben selamet. En son blogu bırakırken, ruh halimin etkisiyle yazılar boka sarmıştı, mümkün mertebe karamsar yazmaktan imtina etmeye gayret edeceğimi de söyleyebilirim bu sefer, ha bir de bir gün gitme/pes etme hakkım yine mahfuz, sonra bozuşma olmasın, yazmanın sonu yok... Hoşbulduk cümleten.