24 Ekim 2009

Tuzla da kokmasın

Geçen sene bu zamanlar, rahat batıp Boğaziçi’nde mastıra başlayınca, işimizin ender sevdiğim taraflarından biri olan haftasonu zinhar çalışmama prensibi sekteye uğradı, o zamandan beri hafta içi çimlerde gebeş gebeş yenen hurmaların haftasonu bıldır dırmalaması durumu söz konusu, ve bilhassa güneşten gözünüzün kamaştığı bir havada, hele o hava da mevsimin son ışıltılı günlerinden biriyse, götün götün Allah’ın unuttuğu yere, Gebze’ye gelmenin azabı ve yarattığı histerik hal, ancak daha önce yurtta/askerede önemli bir mahrumiyet yaşayanların empati kurabileceği bir duygu. Ama muzdarip olanlar iyi bilir, ademoğlu bu tip çaresiz durumlardan eğlence çıkarma konusunda mahirdir. Bizim usanmadan tekrarladığımız ritüel ise, Tuzla’da köfte.

Ritüel diyorum, zira bu aktivitemizde yapılanlar standart ötesidir. Fatih’in yolu o cumartesi ofise düşmüşsse, onun dile gelse neler diyeceği meçhul Peugeot 206’sıyla, yanımızda duruma göre diğer kader kurbanı marabalar olduğu halde (ürün geliştirme mühendisinin terminolojimizdeki karşılığı “dijital maraba”dır), yardır Allah düşülür yollara. Tuzla, benim için E-5’ten çıkıp Tuzla Piyade Okulu'nun önüne dönen kavşaktan başlar, 2007 Aralık’ında eşlik ettiğim Hüseyin’in yemin töreni dün gibi hatırımda. Bizi bu zamana kadar müdavimi olduğumuz Filizler Köfte’ye götüren tek şeritli yol boyunca, sahil tarafında gördüğüm yazlık sitelerin mimarisinin bizim yazlığa benzemesi, bende bu muhitin bundan takribi otuz sene önce (zira benim yazlığım o zaman yapılmıştı) zengin İstanbullular’ın sayfiye yeri olduğu intibaı yaratır. Ama o arabesk şarkıda olduğu gibi, o eski halinden eser yoktur şimdi. Bir Bodrum, Marmaris, Çeşme olamamış (örn. Ayvalık) veya eski şaşasını kaybetmiş (Tuzla, Erdek hatta Kuşadası gibi) sahil yerleri, bilhassa boşken, bana tuhaf bir biçimde hüzünlü gelir. Tüm yaldızları dökülmüş, kurtulmak istediği taşranın ta kendisi olduğu gerçekliği tüm çıplaklığıyla oranın sakinlerine sirayet etmiştir. (Yazlıkta kışın nasıl geçtiği de, başka bir yazının konusu, o da sözüm olsun ey blogger)

Köftecide paçangaların pastırması yandan dökülüp 15 TL’den lira şaşmayan hesap ödendiği zaman etkinliğin ikinci etabı başlar: Sahilde yürüyüş. Yandaki fotodan anlaşılacağı üzere, Tuzla sahil şeridi İzmir Kordon’a feci şekilde benzer. (Fark etmişsinizdir, nasıl sevdiklerimizi/sevgililerimizi bir başkasına/kendimize benzeterek seversek, ben de gezdiğim mekanları o şekilde başka sevdiğim/yaşadığım yerlere benzetirim.)


Sahil boyunca, yıllar yılı aradığı kısmeti internetten tanıdığı kişide bulacağı umuduyla öğlenin yarımında Atatürk heykelinin altında elinde çiçekle bekleyen orta yaşlı adamlara, İstanbul’da iğne atsan yere düşmeyen restoranların sinek avlayan şubelerine, sahilde zaman zaman burnunuzun direğini kıran bok kokusuna (kardeşim tuzlar mısınız naparsınız bilmiyorum ama Kordon’un şimdiki haline benzetmek istiyoruz burayı, İzmir Körfezi’nin on beş sene önceki haline değil), veya ancak taşrada görünebilecek manasız afişlere (yandaki fotoda yer alan "fark ücreti" ne demek anlayan varsa beri gelsin) rast gelir, bir an çalıştığınız yerin boktanlığını, size yüz vermediğini düşündüğünüz kızı, atılmanızın çok muhtemel olduğu mastırı, yetiştirilmesi gereken ödevi, hasta yakınlarınızı unutur, hayattan zevk alırsınız. Hayattan zevk almak için sırf o denizin dinginliğine bile bakmak yeter ya, neyse... Gerçeğin dank etmesi için, arabaya atlayıp, Gebze’ye döndüğünüz tüm yol boyunca küfredip ofisin o kısmışlığında meramınızı anlatmaya ihtiyaç duyduğunuz için böyle bir yazı yazmanıza aslında hiç gerek yoktur, bizimkisi dertleşmek sadece...

18 Ekim 2009

Yakup’un takibi

Yakup, Şeyh Galip’in türbesine inen yokuşun ve bir zamanlar Yüksekkaldırım olarak bilinen yerin tam köşesinde iki buçuk saattir ayakta duruyordu. (O Yüksekkaldırım ki, Şeyh Galip’in en parlak temsilcilerinden biri olduğu Divan Edebiyatı’nın antitezini oluşturan Orhan Veli’nin en meşhur şiirinin öznesiydi, Yakup o yorgunlukla bu bağlantıyı tabi ki düşünemedi). Ayaklarındaki takatsizlik, sarhoşluğunun etkisini artırıyor, gözleriyle sağı solu kolaçan ederek oturacak bir yer arıyordu. Ama Karaköy’e inen Tünel’in başladığı yerdeki küçük meydanda, hepsi kapılmış olan çiçekliklerin köşesi hariç oturacak yer bulmak tabi ki mümkün değildi. Yakup, kısa ömründe buranın yaşadığı başkalaşıma tanıktı. Taksim’in tüm özgül ağırlığı buraya kaymıştı, ilk müdavimlerinin barlara giremeyen bekar erkekler, züğürt delikanlılar, bardaki gürültüden kafası şişip çıkanların olduğu bu yer mekansız kalanların uğrak mekanı olmuştu, Tünel’in başındaki küçük meydan bir şehrin eğlenme alışkanlığının bir nevi türevi haline gelmişti. Bu kalabalığın coşkusu, devinimi, örgütsüz buluşma halini Yakup, Sultanahmet’te kurulan ramazan eğlencelerinden hatırlıyordu, iki ayrı kitlenin iki çok yakın mekanda farklı zamanlarda benzer tarzda eğlenmesi Yakup’un garibine gitti. Bütün bu düşünceleri Yakup’a yakın olan çiçekliğin köşesinde oturan çiftin uzaklaşması kesti, Yakup kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle açılan bi götlük yere seğirtti. Çakınca üzerinde flash royal dizilişi beliren çakmağını cebinden çıkardı, paketindeki son sigarasını yakmak için boynunu hafifçe öne ve sola eğdi. Bulunduğu ortamın kalabalıklığına rağmen yanan tütünün çıtırtısını duymasına şaşırdı. Kafasını kaldırdığında hırpani kılıklı birinin kendisine baktığını fark etti.

“Kardeş, bi sigara versene?” diye seslendi yabancı. Dedesi yaşında görünüyordu. Yakup, üstü başı yırtık adamın telaffuzunun düzgünlüğünden tahsilli olduğunu tahmin etti ve cevap verdi: “Maalesef, son sigaramı şu an içiyorum.” “Önemli değil, ben zaten kullanmıyorum sigara” diye yabancı sırıtınca, Yakup, böyle adamların nasıl olup da hep kendisini bulduğuna kızdı. “Kardeşim, niye istiyosun o zaman?” “Ben, seninle tanışmak için geldim, seni yıllardır takip edip kollayan ak sakallı dede, benim” Yakup, son birayı içmemesini söyleyen arkadaşına hak verdi. Artık gerçekle hayali karıştırır hale gelmişti. Yine de kendini toparlayıp gecenin son mantıklı cümlesini kurdu: “Ama, birader, senin sakalın yok be”. “Köseyim, ondandır, adım da Köse Yancı Hüseyin”. Yakup sigarasını yer gibi uzun bir nefes çekerken, Köse Yancı Hüseyin, ağzındaki baklayı çıkarıverdi: AbicimabicimabicimabicimakalımmıabicimalemlerebenialemleresoksanaabicimermişdedikyardımedelimdedikkendimiziunuttukabicimCihangiregidelimmiabicimyenibarlarpavyonlaraçılmışgarıylangızlangezelimgünümüzügünedelimabicim. Yakup, niye arkadaşlarıyla gitmeyip, bir sigara içecek kadar da olsa Tünel’de kaldığına kızdı. Adam, bu lafları hakikaten bir çırpıda söylemişti. Yakup hışımla kalktı, uzaklaşmak için yürümeye başladı. Ama ak sakallı dede, ismiyle müsemma biri olarak hakikaten yancıydı, Yakup’un peşini bırakmıyordu. “Bak Hacı mısın Hoca mısın nesin” dedi, “benim gözlerim iyi görmez. İyi görmediğim için gördüklerim de yer etmez, hafızam da zayıftır, seni tanıyorsam da hatırlamıyorum. Şimdi de evime gidiyorum, sanırım ona da yancı olamazsın herhalde.” Hüseyin, arkasından “abicimabicimozamanbibirasısmarlasanaabicimbibirabibira" diye son bir tırmalamada bulundu. Hakikaten onu tanıyor olabilir miydi? Yakup şansına lanet etti, daha önce hiç alkol alan veya bara girmeye çalışan ak sakallı dede görmemişti, ama ondan kurtulma hissi o kadar ağır basıyordu ki, elini cüzdanını almak için kotunun arka cebine soktuğunda, cüzdanının yerinde olmadığını fark etti. Galatasaray’a kadar gelmişlerdi, gayriihtiyari ağzından, “cüzdanım yok” cümlesi çıktı. Hüseyin sakindi. “Otururken cebinde miydi?” “Evet” diye cevap verdi Yakup. "Kalkarken düşmüştür, gidip oturduğun yere bakacağız.” Tüm yolu Hüseyin önde Yakup bir adım onu takip eder vaziyette geriye doğru hiç konuşmadan yürüdüler. Yakup’un ayağındaki takatsizlik gitmiş, tüm dikkati geri gelmişti. Hüseyin kendinden beklenmedik bir çeviklikle yürüyordu. Cüzdanın unutulduğu meydanda yüzden fazla kişi vardı. On dakikada pekala yok olabilirdi. Aslında o cüzdana bakmak için geri gitmenin bile bir izahının olmadığını biliyordu, ama garip bir biçimde, Tünel’e yaklaştıkça umudu artıyor, umudu arttıkça daha hızlı yürüyordu. Çiçekliğe gelmeden Yakup cüzdanı fark etmiş, hemen öne geçip bir çırpıda bir eksik olup olmadığını kontrol etmişti bile. Yakup, işaret parmağını sevinçle göğe doğru yükseltirken, Hüseyin ayeti anımsayıp gülümsedi: “O gün, gözün keskindir.” Her şey birkaç dakika içinde olup bitmiş, Yakup vücudundaki son adrenalini kullanmıştı, Yakup yine sarhoş haline geri döndü. Hüseyin’in hakikaten o ak sakallı dede olma ihtimali bir şimşek hızıyla zihninden geçse de, bu saçma düşünceden hemen vazgeçti. Yine de ihtiyar yancı, bir birayı hak etmişti, bunu söylemek için arkasına döndüğünde gözleri onu kaybetti. Karanlık, yorgunluk ve astigmat birleşmiş, Yakup’a felek yine oyununu yapmıştı.

Bu hikayede yazmaya değer hiçbir şey yoktu. Bu hikaye, bu şehirde yaşayan herkesin başından her zaman geçebilirdi. Eğer Yakup, eve giderken cüzdanını iki saat sonra bir daha kaybetmeseydi. Eğer bunun bir rüya olması için parmağıyla işaret ettiği yukarıdakinden tekrar yardım istemeseydi. Eğer aynı gün içinde tekrar ayılıp bu sefer minibüs ile evi arasındaki yolu tekrar yürümeseydi. Eğer bu sefer cüzdanı yerde bulamayıp kös kös evine dönerken cüzdanı, her zaman koyduğu kotunun değil, sadece cüzdan değil, hiçbir şey koymadığı ceketinin cebinden çıkmasaydı. Bunlar olduğu için, evinin kapısından girene kadar liseden beri taşıdığı cüzdanı elinde taşımaya karar verdi Yakup. Artık cüzdanla arasındaki ilişki, Frodo’nun yüzüğüyle arasındaki ilişkiye dönmüştü. Apartmanın kapısından girerken son bir kez boş sokağa baktı. Gecenin karanlığında, karanlığın sessizliğinde ne Hüseyin’i, ne de bir başkasını görüyordu.

8 Ekim 2009

Sekizinci Sanat

Siz şimdi yalandan bi blog açtık ya bienal yazarız (büyük Türk siyaset adamı, yedi cedden Ankaragüçlü Melih Gökçek’in buyurduğu üzere “tükürürüm böyle sanatın içine” çok afedersiniz), İstanbul Modern’deki Sarkis sergisinden bahsederiz veya filmekimi için tüyo veririz zannediyorsunuz di mi, onları gidin siz kültür mantarlarından okuyun… Ben başka bir şey yazacağım: Günümün hatrı sayılır bir kısmını VAN’dan bozma camı açılmayan bir Transit’te geçirdiğimden (kim yapıyor kardeşim bu arabaları!) ve sabahları pek uyuyamadığımdan dolayı cep telefonuna sardım, tabi radyo falan bir yere kadar, (sabah zaten bindikten on dakika sonra Kocaeli FM’e falan talim durumu söz konusu) cep telefonuna bilumum oyunları indirdim. Şu kadarıyla söyleyeyim bu biraz araştırmadan ne kadar geliştiğine asla inanmayacağınız bir sektör haline gelmiş. Java tarafından desteklenen .jar uzantılı ve birkaç yüz kilobyte büyüklüğünde olan oyunlar çeşit çeşit: Futbol veya araba yarışı zaten Allah’ın emri de nostalji yaşamak isteyenler için Final Fight veya Street Fighter, telefonda onnumara pike çekerim derseniz bilardo, elim langırt oynarken nasır tuttu, yok mu bunun çaresi derseniz langırt, malım ben sekiz saat öööle parmak kadar ekrana bakarım derseniz menajerlik oyunu bile var! Ama hepsinin içinde favorim, Gladiator.

O filme olan hayranlığımı anlatmam hakikaten zor, küçükken kazandığım film izleme alışkanlığımı ortaokulda kaybetmişken, dokuz sene önce Kemeraltı’nda kocaman ama külüstür bir salonda neredeyse tek başına Gladiator’u izlediğim günü dün gibi hatırlıyorum, Ridley Scott'ın, büyük bütçeli epik tarihi filmleri furya haline getiren başyapıtının (Troy, Kingdom of Heaven gibi filmler bu damarı kullandı) birkaç filmle birlikte bana sinemayı yeniden sevdirdiğini ve bende film izleme alışkanlığı yarattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Filmin tarihsel gerçeklere olan yakınlığı, kalabalık sahnelerin görkemi, politikayla ilgili üstü kapalı göndermeleri, girişteki uzun savaş sahnesi, Maximus’un Roma’da ilk arenaya çıktığı sahne beni hakikaten çok etkilemişti. Film, başladığı sahneyle bitmesi hasebiyle de (Maximus’un kendini evinin tarlasında, ellerini başağa sürerken hayal ettiği sahne) benim için bir klasik… Tüm bunları yazdıkça, DVD’yi takıp filmi yeniden izlemek geliyor içimden, bende çok eski bir DVD kopyası sapasağlam duruyor, filmi genel toplamda altı yedi kere izlemiş olabilirim…

Oyun cep telefonu için Fishlabs firması tarafından Nokia ve Sony Ericsson telefonlar için tasarlanmış, başka makinalar tarafından sanırım desteklenmiyor. Oyunun başındaki Dreamworks logosunu takip eden “At my signal, unleash hell.” yazısını görmek bende yukarıda yazdığım tüm anıların canlanmasına sebep oldu. (Prologue yazıları devamlı değişiyor ve font filmdeki kredilerin fontunda, bu bile oyun için ne kadar özenildiğinin kanıtı) Oyunu detaylandırıp sizi çok sıkmak istemem, klasik bir üç boyutlu dövüş oyunu, ilk başta üç gladiator seçme hakkınız varken, şampiyonluk kazandıkça diğer tüm gladiatörlerle oynama hakkı kazanıyorsunuz, Maximus’la oynamaya hak kazanıp puan rekorunu kırdığım zaman Maximus’u değil de beni azat etmişler gibi sevindim bugün. Tutorial kısmında Proximo size hangi hareketin nasıl yapılacağını uygulamalı olarak anlatıyor. Bu oyunu diğer “mobil oyunlar”dan (ki literatüre kazandırdığımı ümit ettiğim bu kelime vatana millete hayırlı uğurlu olsun) iki temel farklılık var: Görece ehven grafikler ve 3. boyut hissinin kullanıcıya tam olarak geçmesi- Görüntüler hayatını atari köşelerinde zayi etmişler için söylüyorum Tekken’den hallice ve o kadar büyük bir arenada oynuyorsunuz ki götün götün kaçmaktan bir süre sonra oyun sekseğe dönebiliyor. (Ayrıca müsabakalar hem Roma’daki Colloseum hem de Roma’nın eyaletindeki arenada gerçekleşiyor) Bir diğer güzellik oyunun matruşka durumu- Bir süre sonra her şampiyonlukta bir mükafat var, Hagen, Tiger, Maximus derken en sonunda Commodus’la bile oynadım (Marcus Aurelius veya Proximo hortlayacak diye tırsmıyor değilim) bu da sizin oyuna olan bağlılığınızı artırıyor. Adamlar en son bomba olarak da bluetooth’la oynanabilme opsiyonu koymuşlar, elin gavuru yapıyor sayın seyirciler. Oyunun temel kusurlarınıysa çok zor bir oyun olmaması, ve müziklerin o kadar efsane bir soundtracki olan filme kıyasla sıradanlığı olarak belirtebiliriz.

Sakalımızın olmamasından kelli sözüme itibar etmeyenler için oyunu tanıtan videoyu ekliyorum, hadi kolay gelsin, ayrıca http://www.fishlabs.net/en/mobile-games/action-games/gladiatorden de oyun hakkında daha detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz.

4 Ekim 2009

Güneşi Dürdüm

Yılbaşılarını sevmem- her yer pahalı ve kalabalık olur. Elhamdülillah desem yeridir, doğru dürüst kutladığımı hatırlamıyorum. Böle yetmiş yaşındaki Bab-ı Âli emektarları gibi lafa girmiş bulundum, lafı yılbaşı algımın yazdan müteşekkil olduğuna getirmek istiyorum: Benim için iki mevsim vardır- yaz ve diğerleri, dolayısıyla yılın bittiğini ben yazın bitmesiyle anlarım.

Yaz mevsimi, benim için sekmez, haziran ortasında başlar, çünkü ancak o vakit bu yazının yazıldığı yere altı yüz küsur kilometre olan yazlığımız gidilebilir olur. O dönemde, sadece paltolarım, botlarım falan boyanıp/kuru temizlemeye verilip kaldırılmaz, kışlık metus da naftalinlenerek hurcun dibine konur. Tabi onunla birlikte okunan kitapları, takip edilen festivalleri, boğazda yenen balıkları, dört duvar arasında saatlerce yapılan kahvaltıları, her gün yapılan yüz yirmi küsur kilometreyi, o yoldaki uğursuz uykuyu, çalışılmazsa okuldan atılmakla ve askerliğe yatay geçişle sonlanacak dersleri, çoğunlukla biz taraftarını kahırlara gark eden takımın yine de insanı teselli etmekten geri durmayan maçları, sonsuza kadar izleyebileceğim nba maçlarını da kapsayan kışın tüm alışkanlıları/rutinlikleri de… Yazlık metus ise, başka rutinleri olan, abisinden yadigar güneş gözlüğünü nereye takacağını bilemeyen, önüne çıkan her fırsatta kapağı yazlığına atan, orada kışın tam aksi hayat süren bir adamdır- her gün asgari dört saat kağıt oynar, gecenin dördüne kadar oturur, kerhen ve nadiren sitesinden dışarı çıkar, mutlaka ve büyük bir hevesle çift kale maç yapar ve ne kadar yorgun olursa olsun o terle güneş batarken denize atlar. Atlar ve yüzmez. Sadece durur. Durur ve şükreder. Mutlu olmanın ne kadar basit olduğuna hayret eder. Güneş onun durduğu sırada düşer, düşer, tek, koyu, kırmızı bir huzme halinde gözüne daha güzel görünür. Sonra batar. Metus, sayılı günlerin o kadar çabuk nasıl bittiğini bir kere daha anlamaz.
Kelebek etkisi pek yaratmayan ama kelebek kadar ömrü olan yaz tatili bittiğinde, bir yaş daha geçmiştir. Metus yine şarjı tam dolmadan prizden çekilmiştir- bu tabi ki onun pil ömrünün kısalmasına neden olacaktır. İlk birkaç gün işlemci bazen geçişte sorun yaşar, ofiste otururken, saate bakarken, Metus kendini yazlıkta olması halinde o an ne yapıyor olduğunu tahmin ederken bulur. Bu Neo’nun matrix aleminde şimdi anımsayamayarak uyduracağım ve filmin hayranı eyesman’in beni odunla dövmesine yol açacağı bir takım işletim sistemi hatalarına yol açmasına benzer bir durumdur.

Kış, Metus için abisiyle arasında geçen şu diyaloğun yaşandığı ilk gün resmen başlamıştır: “Abi kış geldi kış, uyursun sen artık.” “Valla uyurum ne güzel çıkmam ben evden…” Yazın başlangıcı ne kadar sabitse, sonu da o kadar oynaktır, 2009 yılında ey blogger, o gün, puslu havası, hiç görülmeyen güneşi ile Metus için bomboş geçmiş 4 Ekim’dir…