18 Eylül 2013

Tutunamayanların Adaleti

"Ben hep kendimi onlarla yakın ilişkiler kurmuş biri olarak düşünürüm. Sonra arkamdan olmadık düşmanca, hissiz soğuk ve kötüleyici sözler edildiğini duyarım. Bu birliği -bana karşı davranış birliğini- nasıl kurarlar acaba? Hangi noktada birleşirler? Aralarında iyi bir izlenim edinmiş olanlar yok mudur? Nasıl başlarlar insanın arkasından çekiştirmeye sonra? Nasıl cesaret ederler?"

Oğuz Atay, Günlük

Dalgalı bir denizde takatimin tükendiğini hissedince çırpına çırpına kendimi karaya atmaya çalışır, bu esnada suyun genzime kaçmaması ve bacağıma kramp girmemesi için dua ederim. Su boy hizasına gelir gelmez karaya basmaya çalışır, bir süre nefeslenirim: Gittiğim yola, etrafımda sanki yüzme bilmiyorlarmış gibi birirlerinden ellerinden tutarak yüzmeye çalışan çiftlere bakar, yalnız olduğum için, küçüklükten beri yüzmeme rağmen bu kadar kötü yüzdüğüm için, sigara ve alkol kulllanmamama rağmen kondüsyonum en hovarda yaşayan akranımdan bile kötü olduğum için kendimden utanırım.  Oğuz Atay okumanın bünyemde yarattığı etkiyi buna benzetiyorum: Okuduğum metnin ufuneti arttıkça sayfaları hızla çevirmeye çalışıyor, çarpıcı bir pasaja denk geldikten sonra sonra kitabı elimden bir süre bırakıp evde tavana boş boş bakıyor, hikaye bittiğinde bu kadar yazı üzerine kafa yorup bu metinlerin zekatı kadar rağbet görmemiş yazıları kaleme almış olmaktan, kendi yalnızlığımı bu kadar içselleştirip durumu kabullenmekten, kıymeti öldükten seneler sonra anlaşılmış bazı yazarlarımızın da benzer duygular hissettiklerini fark edince yaşadığım bencil teselli duygusundan nefret ediyorum. 

Dışarıdan bakınca çok belli olmuyor ama deniyorum: Yeni insanlarla tanışmayı, onların ilgisini hiçbir şekilde çekmediği halde, kendi iyi bildiğimi sandığım şeylerden bahsederek onları etkilemeye çalışmayı, onların düşüncesizliklerine ve ilgisizliklerine gerekçe bulup göz yummayı, sinirimi belli etmemeyi, ilk mesaj atan olmayı, (ne ilki, bazen ikinci ve üçüncü bile olmayı!), kadirşinas davranmayı, uluorta küfretmemeyi, özensiz davranışları önemsememeyi, kozamdan çıkmayı, mail atmadan önce iyice düşünmeyi, dua ederken konsantre olmayı deniyorum. Yine de biliyorum, benim de arkamdan konuşuyorlar, görülmemiş bir ittifakla. Birçokları bana sadece nezaketen gülümsüyor, benle konuşurken başka şeyler düşünüyorlar. Sinanın söylediği gibi "beni sadece arkadaş olarak seviyorlar, o kadar", o da zaten konjonktürel bir hukuk: ya bir tanıdıklarının tanıdığıyım, ya da belirli bir süre sonra bir hükmü kalmayacak totaliter bir çarkın (mesela askerlik, mesela iş arkadaşlığı) birörnek dişlileriyiz. Fakat kırılma noktasını bir türlü bulamıyorum, eksik olan ne? Çok mu alttan alıyorum, çok mu suratsızım, çok mu soğuğum? Nerde nasıl davranılacağını herkes biliyor, bir tek ben mi bilmiyorum? Niye 29 yaşıma geldiğim halde samimiyetim olmayan insanlarla konuşurken ses tonumu ayarlayamıyorum, bunun espri konusu yapılmasını engelleyemiyorum?

Oğuz Atay günlüğünün sonlarında, hastalığının son evresinde Londraya tedaviye gittiği zaman kendisine şefkatle yazılan dost mektuplarından (biri Engin Ardıçındır!) kendisinden beklenmeyecek bir iyimserlik ve mutlulukla bahseder. Kendisiyle özdeşlik hisseden okumuş neslin ne kadar kitleselliğini görmeyeyse ömrü vefa etmez. Ben, düzenin adalet üzerine kurulduğuna, tek mücadelenin o adaleti tesis etmek üzerine olması gerektiğine inanırım. Kısa çöp, uzun çöpten mutlaka hakkını alacak. Her başarısız denemenin ardından cesaretimi toplayacak takati bulmamda bu itikadın da etkisi var. Oğuz Atay büyük yazar, büyük entellektüeldi, mutlaka keşfedilecekti. Öyle oldu. Ben eğer bir gün yalnızlık hissimi sonlandıramaz, insanların arkamdan konuşmadığından emin olamazsam, bilin ki ey blogger, onu hak etmediğimdendir, kondüsyonumdan değil.