1 Aralık 2013

Minyatür Meraklar Peşinde

Metropolitan müzesi, New York 83. sokakla 5. caddenin kesiştiği yerde bulunur.  Müzeyi gezmek için abimlerden ayrıldığım günlük güneşlik bir New York sonbaharında, müzenin yakınındaki metro durağının hemen karşısındaki Starbucksta içtiğim kahvenin verdiği hazzı, -aha da iki ay sonra otuz olacam-  bu yaşıma geldim hiçbir yerde tatmadım. Manhattan’ın bir tık dışına çıktığınız için şehrin o gürültüsünün, göğe giden binalarının yarattığı sersemliğin tesirinin azaldığı, yıllar yılı maruz kaldığımız Amerikan fimlerinden/dizilerinden (bana niyeyse hep Baba 2 filminde Robert De Niro’nun Don Vito Carleone’nin gençliğini oynadığı sahnelerini çağrıştırır) aşina olduğumuz apartmanlara, onların zikzaklı yangın merdivenlerine, kapı önlerindeki geniş ve yapıştırma falan durmayan, basbayağı ağaçlı kaldırımlara bakarken, birazdan dünyanın bu en meşhur müzesine gitmek için güç topluyordum. Kesif bir özgürlük hissi duyuyordum, belki de bu yüzden bu kadar mutluydum.


Üç buçuk saat süren turun sonunda, artık dizlerimin dermanı kesildikten sonra, Japonya haricindeki en büyük Japon silah sergisini gezmenin bahtiyarlığı ve eskiçağ kısmında bir Hatay mozağiyle karşılaşmanın şaşkınlığıyla klasik İslam sanatları kısmına yollandım. Tüm yorgunluğuma rağmen bir rahatlık da vardı üzerimde, çalıştığın yerden sorulunca duymaya alışık olduğunuz bir rahatlık. Yine de bir dalına merak salmış olduğum İslam sanatlarının yaban ellerde nasıl algılandığını görecek olmaktan ötürü heyecan duyuyordum. İslama mal olmuş masalların, kıssaların (Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Hz. Yunus’un balıkça yutulması vb.) birçoğunun minyatürüne ilgiyle baktıktan sonra, müzenin benim için en müstesna eserini görmekten dolayı şok oldum: 15. yüzyılda Timur’un sarayında yaşamış İranlı nakkaş Ebu Hafız’ın Tarih Mecmuası olarak tercüme edebileceğimiz yazmasından bir minyatürde, Hz. Peygambere Cebrail (a.s) tarafından getirilen ilk vahiy resmedilmişti. Farklılıksa, Hz. Peygamberin yüz hatlarının belirginliğiydi. Hz. Peygamerin suretini çizmenin İslamda niye bu kadar büyük bir tabu olduğunu hiçbir zaman anlayamamıştım. Sırf bu yüzden onun suretinin ve bazı kişilik özelliklerinin tasvir edildiği metinler (bunlara hilye deniyordu) İslam sanatında bir kilit rol oynuyordu. Bir müzehhebin (tezhip sanatçısının), icazet alma beratıydı hilye tezhiplemek… Ama işte o kutsal kuralın çiğnendiği beş asırlık bir minyatür kanlı canlı karşımda duruyordu. Doğrusu bu minyatürü daha önce yine Metropolitan müzesinin bir eğitim kataloğunda görmüştüm. Yani ufkum daha o müzeye gitmeden genişlemiş, ezberim (sadece benim değil, o resmi gösterdiğim tezhip konusunda doktora yapan hocamın da) tersyüz olmuştu bile. Yine de bu minyatürü gördüğüm andaki heyecanımı azaltmıyordu. Zaten büyük şehirler taşradan o yönüyle ayrılır: Bir şekilde öğrenip içselleştirmeye çalıştığınız bir bilginin tanığı oluverirsiniz, minyatüre bakarken bunu da düşündüm. (Bu haliyle bende yarattığı duygu, hep televizyondan izlediğim Beşiktaşın maçlarını İstanbulda staddan izlemeye başlayınca duyduğum hissiyat gibiydi.) Yine de müze dediğin biraz da mağazasından ucuz hediye almak için gezilen bir şeydir. Gördüğüm en devasa müze mağazasında da bir saatimi zebil ettikten sonra, üzerinde New York fotoğraflarının olduğu 2014 masa takvimimi ve bir balya magneti alıp çıktım (Aldığım magnetler dolabı, masa takvimiyse işteki masamı süslüyor, o güne dair hatıramı daim kılmak için) Müzeden çıktıktan sonra biraz müzenin merdivenlerinde oturup bir daha burayı ne zaman görebileceğimi düşündüm. Bununla ilgili üzülmek kendime haksızlık olurdu: Dünyanın bir ucunda, amatör merakımı okşayan bir sanatın - ki bu aynı zamanda inancıma, kimliğime dair bir parçayı da oluşturuyordu- sıradışı örneklerinin de yer aldığı bir sergiyi barındıran dünyanın en meşhur müzesini  tek başıma gezmiştim. Hem de, hedefimdeki gibi, otuzuma gelmeden…

PS: Minyatürü buraya kopyalayıp kopyalamamayı çok düşündüm ama otosansür galip geldi. (Sanırım özgürlüğe düşkün olduğum konusunda biraz ikiyüzlüyüm). Her neyse -konu minyatüre buradan, İslam sanatlarıyla ilgili giriş seviyesinde bilgilerin olduğu kitabın .pdf dosyalarına da buradan erişebilirsiniz.

21 Ekim 2013

Resimdeki Gözyaşları

Yakınlarım şaşıracak ama - sulugözümdür. Histerik olarak, sessizce ve evet basbayağı durup dururken ağlarım. Heyecanlanınca, bazen annemle telefonda konuşurken, (ki sanırım ağlama alışkanlığımla ona çekmişim), haksızlığa hakkınca cevap veremediğimi hissettiğimde, ve en çok ağlamamak için kendimi tuttuğumda ağlarım. Kısa, kesik kesik, konuşmamı daha da zorlaştıracak şekilde, ama nadiren hıçkıra hıçkıra... Çok yakın arkadaşlarım ağladığımı görmedi, ama yakalanmak istemediklerime yakalandım, bazılarından hala çok utanıyorum. Ne zaman yolda yanımdan ağlayarak geçen birini görsem aklıma kendi nöbetlerimin yersizliği gelir, hazır ağlamışken kendime hakim olamama da kızar, biraz da onlar için gözyaşı dökerim. Hep imrendiklerimse  ibadet ederken kendimden geçip ağlayanlardır: Hangi tarikattan olurlarsa olsunlar, onların bu hasletleri ne kadar gayrisamimi bulunup nasıl alaya alınırsa alınsın (şimdi aklıma There Will Be Blood'daki kutsanma sahneleri geldi ve ürperdim, o ayrı) kendim hiçbir zaman o şekilde vecde gelemedim, ve sanırım öyle bir hidayetten de mahrum bırakılacağım, bu tip durumlardaysa ağlamadığım için kendimi suçlu hissederim. 10 Kasımdaki anma törenlerinde ağlamayan ilkokul öğrencisinin duyduğuna benzer bir suçluluk duygusu...

Dünyalar tatlısı yeğenimse on beş aylıkken bile ağlama konusunda benden daha tutarlı - en azından açken, bir tarafını bir yere vurduğunda (yeni yeni yürümeye başladığı için çok oluyor!) veya uykusu geldiğinde ağlıyor. Matrak olan kısımsa onun da ağlamaya başlarken yüz ifadesinin bana benzemesi :) Bunu ilk farkettiğimde dehşete düştüğümü yadsıyamam - sonra bunun bir şema benzerliği olmasını, bir huy benzerliği olmamasını ümit ettiğimi hatırlıyorum.

Bir gün bu yazıyı okursa biliyorum ki çok kızacak, bir arkadaşımla onun da öğrencisi olduğu dünyanın en iyi okullarından birinin kampüsünün civarındaki kahvecide (otantik hava katmayacağım, Starbucksta) oturur ve yalnız ve güzel ülkemizin aldığı boktan halden bahsederken, birden ¨gidebileceğim hiçbir yer yok¨ deyip sessizce ağladığında, onu kendime çok yakın hissetmiş ve her ağladığımda bana yapılmasını isteneni yapmıştım: Ağladığını görmezden gelmiştim. Gurbetlik biraz da gözyaşı dökmektir zaten...

Ha bu arada new york da güzel memleket. Onun hakkında yazdığım gezi yazısı da bu kadar oldu, idare ediverin bu seferlik...

18 Eylül 2013

Tutunamayanların Adaleti

"Ben hep kendimi onlarla yakın ilişkiler kurmuş biri olarak düşünürüm. Sonra arkamdan olmadık düşmanca, hissiz soğuk ve kötüleyici sözler edildiğini duyarım. Bu birliği -bana karşı davranış birliğini- nasıl kurarlar acaba? Hangi noktada birleşirler? Aralarında iyi bir izlenim edinmiş olanlar yok mudur? Nasıl başlarlar insanın arkasından çekiştirmeye sonra? Nasıl cesaret ederler?"

Oğuz Atay, Günlük

Dalgalı bir denizde takatimin tükendiğini hissedince çırpına çırpına kendimi karaya atmaya çalışır, bu esnada suyun genzime kaçmaması ve bacağıma kramp girmemesi için dua ederim. Su boy hizasına gelir gelmez karaya basmaya çalışır, bir süre nefeslenirim: Gittiğim yola, etrafımda sanki yüzme bilmiyorlarmış gibi birirlerinden ellerinden tutarak yüzmeye çalışan çiftlere bakar, yalnız olduğum için, küçüklükten beri yüzmeme rağmen bu kadar kötü yüzdüğüm için, sigara ve alkol kulllanmamama rağmen kondüsyonum en hovarda yaşayan akranımdan bile kötü olduğum için kendimden utanırım.  Oğuz Atay okumanın bünyemde yarattığı etkiyi buna benzetiyorum: Okuduğum metnin ufuneti arttıkça sayfaları hızla çevirmeye çalışıyor, çarpıcı bir pasaja denk geldikten sonra sonra kitabı elimden bir süre bırakıp evde tavana boş boş bakıyor, hikaye bittiğinde bu kadar yazı üzerine kafa yorup bu metinlerin zekatı kadar rağbet görmemiş yazıları kaleme almış olmaktan, kendi yalnızlığımı bu kadar içselleştirip durumu kabullenmekten, kıymeti öldükten seneler sonra anlaşılmış bazı yazarlarımızın da benzer duygular hissettiklerini fark edince yaşadığım bencil teselli duygusundan nefret ediyorum. 

Dışarıdan bakınca çok belli olmuyor ama deniyorum: Yeni insanlarla tanışmayı, onların ilgisini hiçbir şekilde çekmediği halde, kendi iyi bildiğimi sandığım şeylerden bahsederek onları etkilemeye çalışmayı, onların düşüncesizliklerine ve ilgisizliklerine gerekçe bulup göz yummayı, sinirimi belli etmemeyi, ilk mesaj atan olmayı, (ne ilki, bazen ikinci ve üçüncü bile olmayı!), kadirşinas davranmayı, uluorta küfretmemeyi, özensiz davranışları önemsememeyi, kozamdan çıkmayı, mail atmadan önce iyice düşünmeyi, dua ederken konsantre olmayı deniyorum. Yine de biliyorum, benim de arkamdan konuşuyorlar, görülmemiş bir ittifakla. Birçokları bana sadece nezaketen gülümsüyor, benle konuşurken başka şeyler düşünüyorlar. Sinanın söylediği gibi "beni sadece arkadaş olarak seviyorlar, o kadar", o da zaten konjonktürel bir hukuk: ya bir tanıdıklarının tanıdığıyım, ya da belirli bir süre sonra bir hükmü kalmayacak totaliter bir çarkın (mesela askerlik, mesela iş arkadaşlığı) birörnek dişlileriyiz. Fakat kırılma noktasını bir türlü bulamıyorum, eksik olan ne? Çok mu alttan alıyorum, çok mu suratsızım, çok mu soğuğum? Nerde nasıl davranılacağını herkes biliyor, bir tek ben mi bilmiyorum? Niye 29 yaşıma geldiğim halde samimiyetim olmayan insanlarla konuşurken ses tonumu ayarlayamıyorum, bunun espri konusu yapılmasını engelleyemiyorum?

Oğuz Atay günlüğünün sonlarında, hastalığının son evresinde Londraya tedaviye gittiği zaman kendisine şefkatle yazılan dost mektuplarından (biri Engin Ardıçındır!) kendisinden beklenmeyecek bir iyimserlik ve mutlulukla bahseder. Kendisiyle özdeşlik hisseden okumuş neslin ne kadar kitleselliğini görmeyeyse ömrü vefa etmez. Ben, düzenin adalet üzerine kurulduğuna, tek mücadelenin o adaleti tesis etmek üzerine olması gerektiğine inanırım. Kısa çöp, uzun çöpten mutlaka hakkını alacak. Her başarısız denemenin ardından cesaretimi toplayacak takati bulmamda bu itikadın da etkisi var. Oğuz Atay büyük yazar, büyük entellektüeldi, mutlaka keşfedilecekti. Öyle oldu. Ben eğer bir gün yalnızlık hissimi sonlandıramaz, insanların arkamdan konuşmadığından emin olamazsam, bilin ki ey blogger, onu hak etmediğimdendir, kondüsyonumdan değil. 

28 Ağustos 2013

Eski saç modellerinden ne kaldı?

Eski kafalıyım, bilmeyeneniz yok değil mi? Güzel. Söylemek kolay, olmak daha kolay: Dediğinizi diyeceksiniz, burnunuzun dikine gideceksiniz - burnunuz benim gibi yamuk olsa bile- muteber olana rağbet etmeden önce iki kere düşüneceksiniz, eski zamanların insanlarını ve o zamanki hayatı merak ve ona gıpta edeceksiniz, bellediğiniz insanları onlar sizi bırakana kadar bırakmayacaksınız. Sadece sonuncusu biraz zor olabiliyor. Siz endişeli modernler nasıl diyordunuz, travmatik. Hele benim gibi, bellediğiniz insan sınıfı esnaflara kadar genişliyorsa. Değiştirmek zorunda kalınca, bocalıyorsunuz. 

Evin alt katındaki berbere girince o zorluğun ne menem bir şey olduğunu tekrar anımsadım. Öncelikle sıra vardı, Zafer abide pek alışık olmadığım bir durum. Sonra çok düzenliydi her şey: klima içeriyi buz gibi yapmıştı, duvara monte lcd açıktı (en bayağısından türkçe dizi vardı ama olsundu), iki tane çırak sadece kaşla gözle idare edilecek kadar iyi eğitilmişti, iki berber de güleryüzlü ve az konuşuyordu. Sıramı beklerken kasanın arkasındaki siyah duvar kağıtlarının figürünü çözümleyecek ve saçımı tarif etmeye başlarken sesimin çatlamasını nasıl yöneteceğimi düşünecek kadar vaktim olmuştu. Yine de ağzımı açına bocaladım: çok açık bir tarif verememiştim, zaten eski berberime o kadar uzun süredir gidiyordum ki, saç tarif etmeyi de bırakalı çok olmuştu. Kendi sakal traşından berberlikten anladığı konusunda bende şüphe uyandıran gençten berber bana aynadan bakıp, "Zafer abiye mi traş oluyordun?" diye sordu. Dumur vaziyette kafamı evet anlamında başımı salladım. Neden sonra, o çocuğu Zafer abinin cenazesinde gördüğümü anımsadım, sanırım selamlaşmıştık da.

Zafer abi, benim bunu yazmamdan yaklaşık dört ay önce vefat etti. Tesadüfen cenazesinden haberim oldu, böylece Hatayın dar yokuşlarından birine konuşlanmış ve mimari olarak insanda zerre ibadet etme hevesi uyandırmayan bir camide cenaze namazını kılabildim. Ölümünden bir ay önce son kez traş olmuştum, kansızlığı o kadar artmıştı ki İzmirde nisan ayında elektrikli soba yakıyor, metastas yapan kanserinin kemiklerinde yarattığı ağrıdan durduk yere bağırıyor, ve beni her gördüğünde daha çok konuşmak istiyordu. Hastalığı bu derece ilerlemiş bir kanser vakasının insan içine çıkıp para kazanmaya çalıştığına daha önce tanık olmamıştım. Pankreas kanseri olduğunu ilk öğrendiğinde kötü sonu hissetmek zor olmamıştı, yine de ara ara iki haftada bir dükkanını açmaya gelirdi, ben de hep onu kolladım traş olmak için. Hatta ilk açık gördüğümde inanamamıştım, o hiçbir şey yokmuş gibi, "evde oturup napıcam?" demişti bana. İşini hakikaten severdi... Son görüşmemizde çenesinin iyice düşmesinden sıkılmıştım ama buna ihtiyacı vardı çünkü hal hatır soranlar ziyaretine gelenler zaman geçtikçe azalmıştı. Hastalık ve yalnızlık kimyasını bozmuştu, normalden de asabi ve isyankardı. Hastalığının ilk evresinde şifa dağıtan kerameti kendinden menkul sahtekarlarla beraber dalga geçmemize rağmen, sonra insanları madden ve manen sömüren bu adamlardan medet umar hale gelmişti. (Böylece bu sahtekarlara teveccühün cahillikle değil çaresizlikle ilgili olduğunu fark edecektim.) Dükkanı taşımaktan bahsediyordu ama kendisinin yürümeye mecali yoktu. Ona masrafını kısması için dükkanı kapatması gerektiğini söyleyemedim, işi onu hayata bağlayan tek şeydi. Zaferin tuhaf bir müşteri profili vardı, hep borç harç içinde yaşamasına rağmen müşteri seçerdi, ve tek sadık müşterisi ben değildim: Bir müşterisi onun tedavisini ayarlamış, bir diğeri on milyarlar değerindeki ssk borcunu ona haber vermeden kapatmıştı, o bunu ağlayarak anlatırken kendini hayırsever bilen ben hayatımın en büyük utançlarımdan birini yaşıyordum. Zeki Demirkubuzun dediği gibi memleketteki yerleşik kurgu, kendi hikayesini kendi yaratıyordu. Dayanamadım, onu son kez göreceğimden bihaber, bir bahane uydurarak çıktım. Onu en son o çaresiz takatten düşmüş halde muhtaçlığına ağlarken gördüm, ama öyle hatırlamayacağım. Rahmetli bundan daha fazlasını hak edecek kadar nevişahsına münhasırdı. Benim gibi eski kafalı birini sevecek, dost edinecek kadar hem de.

6 Haziran 2013

Gezi Parkı Direnişi Hakkında Çok Az Şey

"velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim"
Ece Ayhan

Birileri bu ülkede 31 Mayıs 2013te tarih yazmaya başladı, hala yazıyor. Birileri de onları yazsın o zaman…

Önce biraz tarih: Evet bir zamanlar orada hakikaten Topçu Kışlası vardı. Onun yıkılıp Gezi Parkının yapılması cumhuriyetin ilk yıllarına dayanır. (Genelde bu bilgileri kesin ve teyit edilmiş tarihlerle yazarım blogda bahsederken ama, şimdi odağımız bu değil.) Fakat Gezi Parkı yıllar içerisinde parsel parsel iğdiş edilmiş, Divan Otel’e, Hilton’a parktan arazi verilmiş ve o park kuşa çevrilmiş. Tekin olmadığını da bildiğimden olsa gerek Emek’in tam aksine, hiçbir anım yok orayla ilgili, yazarken utanıyorum, hiç gitmedim hatta. Ama ne dedi başbakanımız, “mesele park meselesi değil…” O Hilton Oteli var ya Taksimdeki, daha önceden Ermeni mezarlığıymış, NTV Tarih söylüyor bunu, ben değil, hatta 1915 olayları için bir anıt bile varmış, şaka gibi! Bir güzel istimlak edilmiş Hiltona vermek için, sonra mezar taşları zımparalanıp Eminönü’nde kaldırım taşı olarak kullanılmış. Bu kadar alınan aha devletin bu kadar sorunu, bence az bile.

Şimdi hükümet Zeki Demirkubuz’un enfes tanımıyla, tarihi “ihya” etmek için, Gezi Parkına, o kışlayı tekrar konduracak. Güzel de, herhalde orada asker nöbet tutmayacak, benim kafa burada karışmaya başlıyor. Öncelikle bina yaparak tarih nasıl yaşatılır, onu anlamıyorum mesela. Yani o binanın bir örneğini yapınca tarihi korumuş olmuyorsunuz ki? Emek sineması örneğinde olduğu gibi, onu üst kata taşıyınca da korumuş olmuyorsunuz. Tarihi korumak için koca İstanbulda yer kalmamış gibi Sultanahmetin göbeğine rezidans dikmenin önüne geçmek daha mı akılcı olurdu acaba?

Benim için siyasetin en önemli fonksiyonu insanlarda yurttaşlık bilincini, o devlete ait olduğu bilincini kazandırması. Bunun için siyaset toplumun azınlıklarının da katılımıyla yani çoğulculukla yapılmalı. Bu kelime önemli: Çoğulculukla – çoğunlukla değil. AKP’nin siyasi tarihimizde bir karşılığı, bir hacmi var: Toplumun bir kanadının (ki o kanat yıllar içerisinde partinin artan oyuyla gövdeyi de kapladı) sisteme entegre olmasına vesile olacak bir kaldıraç. Aslında bu bağlamda vatandaşın kendini toplumun bir parçası hissetmesini sağlayan bir parti. İdris Küçükömerin merkez çevre tezi üzerinden yorumlayacak olursak, AKP, ülkeyi kuran bürokrat kadronun (asker olarak okuyunuz) hükmettiği çevrenin, yıllar sonra yeniden gelip merkeze yerleşmesini sağladı. Türkiyede olan, bu bağlamda bir din eksenli mücadele değil, bir iktidar mücadelesi – çevrede olan bir güruhun merkezi işgal etmesinin ve merkezde bunun yarattığı rahatsızlığın gerilimi, bu kaftan zamanında Menderes’in Demokrat Partisi’ne de biçilmişti. (Bunun en veciz örneklerinden biri, sanırım vaktinde Cumhuriyet gazetesinde cumhuriyetin ilk yıllarında çıkmış olan, “Halk plajlara akın etti, vatandaş plaja giremiyor” haberi.) Tayyip Erdoğan da zaten en çok kendi liderliğinin bu yönünü vurgulamaya çalışıyor. (Bunun kadar kritik bir görev de BDP’nin üzerinde var, onlar da Kürtlerin topluma entegrasyonunu sağlamak, ve bunu siyaset üreterek yapmak zorunda) Yıllar içerisindeki başarılı ekonomik politikalar, iktidarın aldığı avansı da artırdı. Zaten bu yüzden iktidardalar, benim etrafımda ekonomiyi kötü yönettiklerini söyleyen yok. Fakat nasıl hiçbirimiz en çok para kazanabileceğimiz işte değil, en çok mutlu olduğumuz işte çalışmak istiyorsak, en huzurlu ve kendimizi ait hissettiğimiz ülkede de yaşamak istiyoruz.  İktidarsa koltuğunu sağlamlaştırdıkça, kendi ideolojisini daha mütehakkim olarak kullanmaya başladı –  kendi ahlakının en üstün ahlak olduğunu düşünen (bu ahlak da Sünni Türk İslam ahlakı) ve topluma da bunu empoze etmeyi görev bilen bir ideoloji… Bu görüşe olan tepki yıllar içerisinde birikti, Emekte patlamadı, İstiklalin ortasına s.k gibi alışveriş merkezi dikerken patlamadı, huzurumuz için var olan polisimiz sağolsun, Gezi Parkı eyleminde patladı. Polis kendi vatandaşına böcek muamelesi uygulayıp sabahın beşinde onlara gaz sıkmazdan önce avmyi yapacak şirketin çalışanların zabıta kılığına girip direnişçilere dalmış, Sırrı Süreyya Önder’in yoğun çabası ve yıkım kararı olmaması sayesinde parkı kurtarmayı başarmıştı. Olaylar devam ederken en vahim olay benim için başbakanın tehditleri dışında, İzmirde dolaşan eli sopalı sivil polislerdi: Bu durum eşi menendi görülmemiş bir pişkinlikle İzmir emniyet müdürünce açıklanırken, Diyarbakırdan yeni atanan İzmir valisi okuduğumuz kadarıyla “yeleksiz sivil polis olmaz” diye küplere biniyordu. Bülent Arınç, başbakanın yapamadığını yapıp özür dilediği konuşmasının bir yerinde “eğer siz devlete karşı gelirseniz, devlet çok güçlüdür, sizi ezer. Bunu biz vaktinde yaşadık” derken herhalde bunu kast ediyordu.

Şanar Yurdatapan ifade özgürlüğüyle ilgili bir konferansta – rahmetli Hrant da vardı katılımcılar arasında- 68’de yaşadığı olaylardan bahsetmişti. Köylüyü “bilinçlendirmek” için kendisinin de bağlı olduğu illegal örgüt köy köy dolaşıp, onları direnişlerine katılmak üzere dağa davet ettiklerinde gittikleri köylerden nasıl kovalandıklarını, dayak yemenin ucundan nasıl döndüklerini anlatıyordu. “Birini” demişti, “bir eyleme ikna etmek, dağa çıkarmak çok zordur.” Sizden ricam şu kadarcık empati: 2013 yılında, herkesin elinde cep telefonu olduğu, takır takır kayıt yaptığı ve bunu anında internete yüklediği bir devirde, bu kadar gaddarca müdahale eden polisin olduğu, ve kitle medyanın üç gün boyunca üç maymunu oynadığı bir ülkede; bundan yirmi sene önce, otuz sene önce, güneydoğunun bir köyünde, asker tarafından kimbilir neler yapılmış, neler örtbas edilmiştir?

Peki kim bu çapulcular? Yaygın olarak hükümete kategorik olarak karşı oldukları muhakkak, ama daha barışçıl, daha zeki ve daha nüktedanlar, her gün attığım üç tivite karşık 7 ritivit yapıyorum herhalde, bu kadar yaratıcı insan normalde napıyor çok merak ediyorum… Yine de daha apolitikler, pozisyonlarını bir tarafgirlik değil, başbakanın dediğim dedikçi politikasına bir karşıtlık belirliyor. Bu bağlamda Çarşı, çok tipik bir nüvesini oluşturuyor diyebiliriz, zaten şiddete de en çok onlar maruz bırakıldı. Durum zaten böyleydi, o taraftar her zaman bu bağlamda hor görüldü. Hal böyleyken, her şey sosyal medyada tüm kamuoyunun gözüönünde dalga dalga büyümüşken, provokatör edebiyatı kadar konuya uzak bir açıklamanın tek manası olabilir, safları sıklaştırmak… Başbakan soğuk savaş döneminden kalma en bayat beyanatları öfkeler saçarak savuradursun, toplum modern toplumlar gibi ciddi manada çeşitleniyor, çevre ve kimlik bilinci artıyor. Toplumu bu bağlamda yönetmek artık çok daha zor: Artık bir sendikalı kadın eylemci hem cinsiyet haklarının peşinde, hem çevreye duyarlı, hem hayatına karışılmasın istiyor, hem 1 Mayısta Taksimde olmak istiyor, hem –belki- Kürt, hem Alevi. Ülkeyi yönetenler tüm bu kimlikleri yönetmek, onu küstürmemek zorunda. Bu konuda Hannah Arendt’in çok şahane bir tesbiti var: Bir Yahudi aynı zamanda hem Yahudidir, hem mesela annedir, daha bir çok şeydir. Ama siz onun Yahudiliğini aşağılarsanız, o diğer tüm kimliklerini bir tarafa bırakıyor ve Yahudi kimliğini öne çıkarıyor, dolayısıyla siz o milliyetçiliği kendi elinizle yaratmış oluyorsunuz, ama bu hassasiyet o kişinin tüm kimlikleri için geçerli. Burada da insanların kendi özgürlükleri ve doğa bilinçleri öne çıktı. Ben şahsen daha önce bu kadar ses getiren bir doğa eylemi bu memlekette yapıldıysa da bilmiyorum, ama bundan sonra daha çok olmasını bekliyorum… 68 kuşağı, yani babamın kuşağı daha idealist ama daha provokasyona açıktı, bu nesil daha nüktedan ve daha barışçıl, inşallah bundan sonraki nesil daha örgütlü olacak… Ülke, demokratik davranışını yıllar içerisinde daha da içselleştirecek.

Herkes şu iki sorunun cevabını bekliyor. Eylem ne zaman ve nasıl bitecek? Ülkece histerik bir biçimde başbakanın geri dönmesini bekliyoruz. Başbakansa sağolsun bizi merakta komadı, tee Afrikadan açıklama yapıp tansiyonu düşürmek için dört gündür –bence samimi bir biçimde- uğraşan cumhurbaşkanını ıskartaya çıkardı. “Kışla yapıla, AKM yıkıla” buyurduğuna göre, güvendiği bir şey olmalı, çünkü mahkeme 31 Mayıs cuma günü yıkımı durdurduğu için aksi bir karar çıkana kadar yıkım hukuksuz. Aynı histerinin bir uzantısı olarak, tüm ülkece başbakana derdimizi anlatmaya, onu yumuşatmaya çalışmamız da zaten düzenin sakilliği konusunda bize bir fikir veriyor. Ama direniş hareketi bu kadar moral ve mevzi kazanmışken, hareket sağduyusunu ve direncini korursa hükümetin işi bence artık çok zor, çünkü Gülçin’in dediği gibi: Biz Taksimi çok sevdik.

12 Mayıs 2013

İsmail Abi Şiir Yazarsa

Arak yazılar serimizde sırayı Ah Muhsin Ünlünün şiiri alıyor, bloga şiir koymadık da demezsiniz. Bakalım siz de benim gibi dizeler arasında bir İsmail Abi tandansı hissedecek misiniz?

Resulullahla Benim Aramdaki Farklar

"resulullah süper bir insandı, ben o kadar değilim.
resulullah yolda ebu bekir'i görse es selamu aleyküm ya sıddık derdi,
ben yolda ebu bekir'i görsem tanımam.
resulullah asla yalan söylemezdi; ben annem ölürken hiç ağlamadım.
ben annem ölürken çok ağladım çünkü annem
gırtlağından hırıltılar çıkarırken nasıl terliyordu, görmeliydiniz.

resulullah azrail'i yolda görse tanırdı;
ben azrail'i annemin yanında görseydim ona bir çift lafım olurdu,
derdim ki şimdi yani af edersin ama o sıktığın annemin gırtlağı.

resulullah olsa ona bunları söylesem o bana gülümserdi;
o bana gülümserdi ben ona derdim ki, anam babam yoluna feda olsun ey allah'ın resulü;
fakat şu koca melek, annemin gırtlağını sıkıyor, bir şeyler yapamaz mıyız?

resulullah orada olsaydı annemin elini tutardı derdi ki 'kızım ha gayret!'
ben orada olsaydım annemin elini tutardım ve derdim ki 'anneciğim ölmesen'

ben oradaydım annemin elini tuttum ve dedim ki 'anneciğim seni ben'
annem döndü bana bir baktı o bakışı görmeliydiniz.

resulullah o bakışı görseydi merhametten ağlardı;
ben o bakışı gördüm haşyetten bayılacaktım ama annem elimden tuttu.

ne tuhaf, anneler ölürken bile çocuklarının

anneler ölürken bile çocuklarının ellerini bırakmıyor ne tuhaf...

resulullah çok şanslı bir insan
annesi öldüğünde o küçücüktü;
benim annem öldüğünde ben küçücük değildim,
zaten şanslı birisi de değilimdir, filmlerim iş yapmaz.

annem daha yeni öldü fazla uzaklaşmış olamaz!

olamaz dedim annem son nefesini alıp da vermeyince
verse de ben alsam onu, içim ferahlasa, siz de görseniz
resulullah tutsa annemin elinden birlikte geçseler çölü
nasıl olsa resulullah da ölü annem de ölü"

7 Mayıs 2013

Kumarbaz

Lise ikide dershanedeki matematik hocamız olasılık dersinin girişinde basit bir hikaye anlatmıştı. Bunlar daha çocukken, abisiyle beraber bayramda topladıkları harçlıklarla basmanede fuar alanında oyun oynamışlar, bul karayı al parayı kabilinden bir oyun sanırım. Bardağın biri kazanınca bire iki, diğeri bire iki buçuk, berikiyse bire üç veriyormuş. Bunlar bir güzel ütüldükten sonra kös kös evlerine dönerken abisini teselli etmek buna düşmüş: "Olsun" demiş, "bir dahaki bayramda biz oynatırız, kaybettiğimiz paraları geri kazanırız, nolcak!"

Bir sonraki bayramda eller öpülmüş, paralar toplanmış, dooğru basmaneye gidilmiş. Bizim cevval hocamız, abisinin aklını çeldiği gibi, oyunu daha cazip kılacak bir hinlik daha yapmış, oranları bire dört, bire beş ve bire altıya yükseltmiş! Ortaokul düzeyinde olasılık okuyanlar mesajı almıştır: Toplam oranın biri geçtiği, yani her bardağa eşit miktarda para koyduğu durumda kasanın daima kaybettiği bir oyun artık oynanan. Malum son tekrar edip, bizim kardeşlerin kös kös eve dönme vaki geldiğinde abisi yolda efkarla yakınmış: Ulan biz de ne bahtsızmışız, oynuyoruz kaybediyoruz, oynatıyoruz kaybediyoruz.

İşte benim haletiruhiyem sevgili blogger. Bayadır oynuyorum kaybediyorum, oynatıyorum kaybediyorum. Yalnız sadece kısmetsizlik mi, yoksa kuralları mı yanlış koyduk, işte onu hiç bilmiyorum.

11 Nisan 2013

Rantın Sinematografisi


Okuldaki ikinci senem, o zaman nasıl bir cahil cesaretiyse artık, sosyal seçmeli olarak film analizi seçmişim, film beğenisi ana akım filmlerden ileri gitmeyen, film sanatına en uzak insan benim o dersi alanlar içinde. Üçüncü veya dördüncü ders haftası olmalı, şehirde o zaman yeni yeni palazlanan bir festivalden bahsetti hocamız: Filmekimi. O festivalde oynayan bir belgesele gitmemizi istedi, Mimar Babam’dı ismi, o bile hatırımda kalmış, sene 2003 olduğuna göre 10 sene olmuş olmalı. Ramazandı, filmden hemen önce haldır huldur İstiklal’deki Saray Muhallebicisi’nde orucumu açtım (o da ucubenin sözlük karşılığı olan İstiklal’deki Demirören AVM’nin yerindeydi o zaman) ve yıllardır haber almadığım ama o zaman bir nebze muhabbetimin olduğu bir kız arkadaşımla Emek Sineması’na ilk o zaman gittim. Orta çapta bir şok geçirmiştim sinemanın ve perdenin büyüklüğü, tepedeki barok süslemelerin azameti karşısında, o zaman analog makinamla çektiğim birkaç soluk fotoğraf bugün daha da kıymetli. Ondan sonra iki kere daha Emek’e gittiğimi hatırlıyorum, birinde film festivalinde Harvey Keitel gelmişti, Deniz’le çok kör bir yerden de olsa bilet bulmuştuk o seansa. En son da yine Deniz’le bence son zamanların en underrated filmlerinden biri olan “Assasination of Jesse James…”e gitmiştik. O zamandan İstanbuldan ayrılana kadar ama az ama çok şehirdeki bilumum film festivallerine gitmeye gayret ettim, şehirle kurduğum duygusal bağda o festivallerin ve sadece Emek’in değil, aynı dramatik sona daha önce yakalanmış Alkazar ve Atlas gibi bağımsız filmleri destekleyen diğer sinemaların da payı olduğunu hep vurguladım.  Ama bu vurgular, vulgar bir rant ideolojisine kurban gitti iyi mi…

Klişe olacak ama Emek sineması, sadece Emek sineması değil- inşa edildiği günden itibarenki çevrimine bakarsanız, bu ülkenin son bir asırdaki tarihinin indirgenmiş bir özetini de görebilirsiniz, ki buna Umur Talu şahane bir yazıyla temas etti: http://www.haberturk.com/yazarlar/umur-talu/834464-tarih-sinif-gaz Önce şehrin gayrimüslimlerinin uğrak yeri olan bir avcılık kulübü, sonra paten pisti (Engin Ardıç, oranın paten pisti olmasını önerirken ve Costa Gavras’a “burası Fransız müstemlekesi değil” diye hamaset yaparken trajik bile değil!), sonra tiyatro ve sinema olmuş bir yapı. Şehirdeki ve ülkedeki rant ilk kez el değiştirmiyor, bu ülkenin harcı, sermayenin millileştirilmesi üzerine kurulu. Bütün bu Varlık Vergisi olaylarının, mübadalelerin ideolojik altyapısı bu. Harbiyedeki Ermeni mezarlığının cumhuriyetin ilk yıllarında bir güzel istimlak edildiğini, mezar taşlarının zımparalanıp Eminönü’nde kaldırım taşı olarak kullanıldığını, o araziye de Hilton Oteli’nin kondurulduğunu ben NTV Tarih sayesinde öğrendim. Artık bu devirde bu tip zorbalıkları yapmak çok kolay değil, şimdi devir malum eski binaların dönüşüm adı altında, paraya tahvil edilmesi, Emek’in içinde bulunduğu eski Cercle d’Orient binası kadar yağlı bir kemik, bundan ancak bu kadar uzak kalabildi. Zamanın ruhunu kendini muhafazakar olarak tanımlayan bu hükümet çok iyi yakaladı: Rant. Bu rant elbet ki en başta ve büyük oranda kendi yandaşlarına, ama az veya çok birer kaşık da hepinizin, hepimizin ağzına. Tevazudan hiçbir şekilde nasibini almamış bir tarihe geçme arzusuyla, ülke ve ülkenin mikro ölçeğinde İstanbul yeniden tanzim ediliyor ve ahlak anlayışı biçim değiştiriyor: Artık şehre tepeden bakmak için tarihi yarımadanın arkasına gökdelen dikip İstanbulun beş aşırlık siluetini piç etmek serbest, şehrin her nasılsa yeşil kalmış bir tepesine selatin cami imitasyonunu dikmekteki avamlık muteber, çok lazımmış gibi İstiklal caddesinin ortasına AVM kondururken kaçak kat çıkmak yapanın yanına kar, o AVM’yi yaparken tarihi Ağa Cami’nin önce duvarını çatlatıp sonra kamuoyundan tepki gelince pisliğini sıvarcasına “Ağa Cami’ni restore ediyoruz” diye branda asıp reklam yapmaktaki yüzsüzlükse olağan.

Festivallerin yıllar içinde ne kadar serpildiğini gözümle gördüğüm için iktidarın sanata özel bir alerjisi olduğu konusundaki görüşe katılmam maalesef mümkün değil. Diğer yandan esas problemin bu ideolojinin hayatın her alanında büyük bir tahammülsüzlük ve muhaliflerine karşı hoyrat davranmayı olağanlaştırması olduğunu düşünüyorum. Sayıları bini zor geçen ve içerisinde sanat meraklılarının çoğunlukta olduğu muhakkak bir gruba, İstiklal’in göbeğinde biber gazı sıkılmasını, başka nasıl açıklayabiliriz ki?

Artık İstanbul’da değilim. Belki hiç dönmeyeceğim. Yine de Emek’le ilgili görüntüleri ve haberleri görünce içimin acımasına mani değil bu. Şehrin her bir köşesine AVM dikmek, her bir köşesine zincir restoran/kitapçı/kafe açmak semtlerin özgünlüğünü kaybettirir, başka bir hayat tarzı isteyenlerin ve belli bir gelir grubunun altındaki nüfusun teneffüs etme imkanını ortadan kaldırır. Muhafazakar bir iktidarın sonraki nesle bırakacağı miras, şehri sıfırdan imar edip mevcut sembolleri yok etmek olmamalı. Birlikte yaşamanın en basiti kuralı olarak karşıt görüşlerin şeytanlaştırılmasından ve terörize edilmesinden de bir an önce vazgeçilmeli, toplumsal barışı sağlama misyonuyla hareket ettiğini söyleyen bir ideolojinin böyle davranması sadece komik oluyor çünkü.

20 Mart 2013

Portakal


Mutfaktaki meyve tabağından portakalı alıp soyduktan sonra yüzümü ekşittim:
- Anne geberik bu be!
 Niye oğlum?
Ya anne baksana buruşukluğuna, neeerde babaannemin bahçesindeki portakallar?

Annem dalgın gözlerle cevapladı: Bu seneki meyvalar güzel olmadı oğlum, doğru düzgün sulanmadı bahçe. Biraz durdu: “Babaannen tüm torunlarını unuttu, ama seni son gün bile unutmadı” deyiverdi. Babaannem hakkında –di’li geçmiş zaman kipini kullanmaya başlayalı 10 gün olmuştu. Hemen izaha yeltendim: En küçük torunundan dokuz yaş küçüktüm ben, bu tip hafıza problemlerinden muzdarip hastalar, bilgisayar bellekleri gibi en son anıyı diğerlerinin üzerine yazdığı için benimle ilgili anıları daha yeni olabilirdi, hem dedemin adını (ve soyadını) taşıyordum, biraz zor doğmuştum…  Ama elhak annem haklıydı: Babaanemi ölümünden önce en son gördüğümde, kurban bayramında, önce ne kadar para kazandığımı, sonra o paraları naptığımı, ve tabi ki ne zaman evleneceğimi sormuştu, o iki gün boyunca daha mantıklı ve gündelik hayata dair başka bir cümle duyamamıştık ağzından… Vefat günü bana mahalleden tanımadığım birkaç kişinin bana kendilerini hatırlayıp hatırlamadığını sorduğundan bahsettim anneme, acaba bana söylendiği gibi, ben babaannemde diğer torunlarından daha mı çok kalmıştım? “Doğru” diye yanıtladı annem. Biraz evden ve anılarımızdan söz ettik sonra. Artık şehrin de içinde kalmış küçük bir bahçeli evden, oradaki bayramlaşma merasiminden, dedemin hayatının son senelerinde sanki o bayram son bayramıymışçasına iki dirhem bir çekirdek giyinmesinden, babaannemle dedemin didişmelerinden, babaannem kadar hayata bağlı birinin eşi ve kardeşlerini peşisıra kaybetmesi sonucu duyduğu kuvvetli ölüm korkusundan, evin soğukluğundan, döşeklerde, yer yataklarında o soğukta sıkı sıkı örtünüp erkenden uyanmanın keyfinin yarattığı mutluluk duygusundan, Çağan Irmak filmi dekoru gibi mahalleden ve buna benzer bir sürü anıdan, tekrar barışmayı hayal ettiğim eski bir sevgiliden bahseder gibi, sanki çok iyi anlatırsam o zamanları tekrar yaşayabilirmişim gibi sadakatle bahsettim. O evin (ve tabi ki evin sakinlerinin) hepimizde benzer duyguları yaratmasıysa hayranlık uyandırıcıydı. Ölüevinin selamlığı belli olsun diye kapının önüne rastgele sıralanmış kırmızı plastik sandalyeleri görünce, sünnetim sadece benim aklıma gelmemiş, annem de aynı şeyi anımsamıştı: Ben hatırlamayacak kadar küçük olsam da, o evdeki sünnetimde yine aynı yerde, aynı tip plastik sandalyelerde aynı insanların oturduğunu aklım baliğ olunca, videodan izlemiştim. Abim “en mutlu anılarım orada” demişti o evde kaldığı günleri kast ederek.

Taşrada insanlar tuhaf bir tevekkül geliştiriyor başlarına gelenlere ve tabi ki ölüme karşı. Hayatında bir kitap alıp okumuşluğu şüpheli akrabamın biri, kanser olduğunu öğrenince, “Bunda bir şey yok, herkesin geçtiği yoldan ben de geçerim” demiş. Babaannem defnedilirken doyasıya ağladıktan sonra babamın yanında saf tuttuğumda insanların diline sirayet etmişti o mütevekkil hal: Emir Allah’ın. (Bizim orada zaten taziyeye gidilmez, “emrallahın”a gidilir)

Babaannem, güneşli bir mart sabahında, kocasından on iki sene sonra Allah’ına yürüdü. Meltem Gürle hocamızdan öğrendim, vefat, vefa kelimesinden türetilmiş. Yaşarken ne kadar kaypak olsak da ölürken (ölerek) sözümüzü tutuyoruz yani. Artık babaannemlerin bahçeli evinde yaşayacak kimse kalmadı, birkaç gün sonra kapısını kilitlemişler, kıyafetleri, içindeki işe yarar eşyaları dağıtmış babamlar. Geçen haftasonu, babama hatıra kabilinden o evden bir eşya istediğimden bahsettim, hala çalışan transistörlü radyo olabilirdi ama o benim küçük odama sığmazdı, ahşap duvar saati zaten yıllar önce başka birine verilmişti. “Tamam” dedi babam, “ben ayarlayacağım sana bir şeyler.” Pembe yemenisini alabilirdim mesela, eğer mezarında baş ucuna koymasaydık… Barış Manço’nun “Gülpembe”yi babaannesi için yazdığını biliyorsunuz değil mi…

Ben bir aydan daha uzun bir süre önce, bir elin parmağını geçmeyecek kadar arkadaşımın hatırlayıp kutladığı bir 9 Şubat günü 29 yaşına girdim. Babam bu yazının yazılmasından bir hafta sonra 69’a girecek kısmetse. İsmet Paşa, kendisini devirmek üzere toplanan Ecevit ile onu destekleyen Mülkiye cuntasına, "sizin için istikbal olan şeyler benim için mazidir" demiş. Herkesin doğumgünü de kendine, hüznü de.


PS: 1) Diğer yazılarım gibi –hatta belki onlardan fazla- iç karartıcı olduğu için kusura kalmayın, yazmamak için çok direndim, ama beceremedim.
2) Hüznün şahane tanımı http://other-wordly.tumblr.com/post/45234902424/pronunciation-hu-zun dan araktır, ki sitenin kendisi de şayanı tavsiyedir...

18 Şubat 2013

4.20 ve sonrası

Salondaki saat ansızın durmuş, gece 4.20de. Çok kötü. Saatin durması iyi bir şey olsaydı çünkü, depremler, ayrılık mesajları, trafik kazaları, savaş ilanları, nafile yazılmış blog yazıları gibi gecenin bir yarısında olmazdı. Evde sanırım pil yok, ben de çıkıp almaya üşendim, dolayısıyla garibim duvar saati çizgisel ve açısal olarak bir arpa boyu yol gidemedi gün boyu. Acaba saat ilerlemezse zamanın geçmiş sayılmayacağına ve böylece hiçbir şey yapmadığım bir pazar günü için hayıflanmayacağıma dair akılsızca bir düşünce bilinçaltıma yerleşip bu ataletime bir dayanak oluşturdu mu, bilmiyorum. Sahiden o kadar boş, bomboş geçiyor ki günlerim, artık sıkıntıdan suçluluk aşamasına evrilmiş durumdayım.

Yine de bütün günümün durmuş bir saatle pazarlık ederek geçtiğinden burada bahsetmemeliyim, durumun vahameti bir yana, artık dar vakitleri hesap edecek kadar kötümser yazarları kimse okumaz çünkü. Saatin durduğu zaman dilimi yüzünden hızlı karar almayı öğrendim: Gün boyunca hep on dakikam oldu karar vermek için: Tezhip yapmaya on dakika sonra 4.30 gibi başlayacaktım; masamda duran 165 dakikalık dvdyi 3 saatte izler 7.30da da teze geçerdim; haftalardır elime almadığım için başını kıçını unuttuğum kitaba 4.30da başlasam, iki saatte yüz sayfa okurdum... Her şeyim planlıydı yani benim.

Birazdan yatıcam, zaten saat geç oldu malum. Uyuyup uyandığımda groundhog day filmindeki Billy Crystal gibi aynı güne uyandığımı fark edersem, mükemmel planımın ikinci aşamasını devreye sokucam: Saati geri alıcam - zamanın durduğuna inanıyorsun da metus, geri gittiğine niye inanmayasın? Eğer planım işe yararsa var ya... Herhalde işe istanbulda başka bir işe girmekle başlarım, iki sene içinde bana yapılmış üç iş teklifinden birine evet demem yeterli bunun için. İşe girince, haliyle askere de gitmem. Hudutta Kars çayını bekleyip 20 kiloluk kömür çuvallarını katır sürüleri gibi oradan oraya taşımayınca vatan hizmetinden eksik kalmış olucaz ama, neyse onun vebali benim boynuma. Sonra herhalde seviyorum ya - gider konuşurum, en azından içimde kalmaz. Daha önce başkasıyla konuşmuştum, o zaman daha küçüktüm, bu sefer daha tecrübeliyim, daha ne. Hem iyi konuşuyormuşum, öyle derler. Öbürünün ne eksiği var, gururum bir kere daha kırılıversin yani, üzerinden kaynar su dökülmüş başımla başbaşa kaldıktan, dizlerimin bağının çözüldüğü üç dakikayı atlattıktan ve başıma gelenin ilk duyulduğu zamanki utancı göğüsledikten sonra, çok da yıkıcı olmuyor. Sonra da gider, başka bir blog açar, bir tane de pil alırım. Sonrası kolay...

13 Şubat 2013

Koruda - veya Kordonda

Gün boyunca insanların birbirleriyle gireceği ilişkiler düzene sokulmuştur. Okullarda gençler, sırf aynı yaşta oldukları için yıllar yılı aynı kişilerle aynı sınıflarda oturmak zorundadırlar. Ancak okul günü bitip akşam olduğunda, insan dilediği kişiyle birlikte olma şansına sahip olur. Askerseniz, 1.65 boyunda bir kişinin 1.95 boyundaki arkadaşlarıyla bir araya gelmesi ancak akşamları ve geceleri mümkün olabilir.
 (Geceye Övgü, Gündüz Vassaf)

Ben ve Otosandan iş arkadaşlarım, çoğunluğu taşralı, sınıf atlayabilmek için okumuş, kendince meşgaleleri, hayalleri, asabiyetleri olan, kafaları zehir gibi çalışan erkeklerden müteşekkil bir mühendis grubu – takriben on –on iki kişi falan olmalıyız- günün uzadığı, gecenin kısaldığı bir İstanbul akşamüstünde, Pendik sahildeki Kolcuoğlu’nda kebabın dibine vurduktan sonra kendimizi sahile attık. Boğaz sadece Bebek’te, Kanlıca’da, Yeniköy’de değil, orada da boğazdır, böyle de demokratik ve kadirşinastır İstanbul dediğiniz yer, umuma açıktır. (Keza tarihini Surdibindeki fakirden de esirgemez, yüksekkaldırımdaki hipsterinden de.) O gece o sahilde yürürken, anılarımızı yad eder, hatıra fotoğrafları çektirir ve öylece ağır aksak salınırken içten içe biliyorduk ki artık bizim devrimiz geçti, öyle de oldu nitekim, dört bir yana savrulduk hepimiz. Benim kısmetime, İzmir düştü…

Cemal Kafadar’dan öğreniyoruz ki, “şehir” kelimesi, etimolojik olarak Farsça’dan, ama Arapça’da aynı kökten gelen şehere’den türetilmiş bilinen bir kelime var: Şöhret. Meşhur olmak, tanınmak, bilinmek… Teşhir edileni seyretmek. Şehre bir teşhir gibi bakmak, o şekilde gezmek… İstanbul, sizi biraz da şöhretine ortak eder aslında, daha önce de yazmıştım, tarihe tanıklık ettiğiniz hissine sizi iyiden iyiye inandırır. Orayı gezerken sevdiğinizle birlikte o şehri seyreder, o şehirde var olur, orada meşhur olursunuz. İstanbulun, etimolojik olarak “stin-poli”den geldiğini, onun şehre doğru demek olduğunu da hatırda tutalım… Yani, şehir kelimesinin hakkını en iyi İstanbul verir bu memlekette, etimolojik olarak da, mecazi olarak da… Oradan döndüyseniz, dışarıdasınız, şöhretten uzaksınız, emsal olsun diye söylüyorum, bir zamanlar üç büyüklerde şansını denemiş ama tutunamamış bir topçu hissiyatındasınız. Ancak İstanbul üzerinden bir kıyasla var olabilirsiniz… Daha az görünmeyi, daha az şöhreti, daha az seyredilmeyi kabullenseniz iyi olur. (Ben, zaten çok dikkat çeken birisi değilimdir yabancı bir ortamda, artık daha da az görünür kılmış olmasından beni İzmir’in, memnunum şahsen.)

Dün Kordon’da alelade bir birahanede işten hepsi tabi ki erkek çocuklarla demlendiğimiz bir gecenin sonunda, sahilde yürürken Fatih’e o günü hatırlatıp yaşadığım dejavu hissinden bahsettiğimde, hatırlamamdan duyduğu hayretini gizleyemediğini mutlulukla gördüm. Halbüse ben, sadece mutsuz olduğum anları değil, mutlu olduğum anları da detayıyla ve net olarak hatırlarım. Çok parlaktır çünkü onlar belleğimde... ve çok derin. Ufak maraz şuradan doğar ki, benim hatırladığımı, başkası aynı şekilde hatırlamaz genelde. Mevzu, işte burada çetrefillenir: Doğru hikayeyi kimin anlattığı nasıl anlaşılır acaba?

Ryunosuke Akutagawa’nın Rashomon isimli hikayesinde (Türkçeye Bilge Karasu tarafından çevrilmiş ve Akira Kurosawa tarafından 1950’de beyaz perdeye uyarlanmıştır.) koruda işlenen bir cinayetin tanığı bir kız, sanığı bir hırsız, ve maktülü kızın kocası aynı hikayeyi ana hatlarına sadık kalarak, ama önemli detaylarını kendilerine yontarak verirler ifadelerini polise. Bu basit ve kısa hikaye, gerçeğin algılanmasının ve çarpıtılmasının ne kadar çeşitli olabileceğini gösteren mükemmel bir örnektir aslında, bir haftadır bu film kafamda dönüp dönüp duruyor. Benim hikayem bir koruda değil, sahilde geçiyor, ama fark etmez. Ya diyorum, o anlattığım bu ve benzeri hikayeler, hiç o kadar keskin olmamışsa, ben sırf biraz daha görünebilir olmak için onları allamış, pullamış, uydurmuşsam, beni bağışlayabilir misin ey okuyucu?

(Bilge Karasu’nun Rashomon çevirisi için: http://www.tdkdergi.gov.tr/TDD/1959s89/1959s089__24_B_KARASU.pdf)

16 Ocak 2013

Genç Metusun Acıları

- Olm bu ne lan?
- Dosya abi.
- Ne dosyası olm suluboya var burda.
- Tezhibe gidiyom da ben abi.
- Neye gidiyon, neye gidiyon?

Artık baklayı ağzımdan çıkarma, mercimeği fırına verme, - yok bu olmadı - durumu Asile anlatma vakti gelmişti. Dua etmek suretiyle açılışına kimselerin takdir etmediği bir katkıda bulunduğum The House Cafe'nin İzmir şubesinde son masaya oturmuş, hasret gideriyorduk. Yolunu hacı bekler gibi beklediğim insanlar listesinin asil üyesiydi, benim lise arkadaşımdı Asil. Daha önceden egzersizini yaptığım üzre, tezhip nedir sorusuna verilebilecek tüm cevapları konuya hakimmiş intıbaı yaratmak için peşisıra vermeye başladım: Etimolojiden (altınla süslemek demek olan zeheb kökünden geliyordu), nerede kullanıldığına (Kur'an sayfalarından yazmalara, tuğralardan ebru eserlerine kadar envayiçeşit eski eserin süslenmesinde kullanılıyordu) minyatürle olan rabıtasından, Osmanlıdaki nakkaşlık geleneğine; halen 16. yy adetlerinin takip edilmeye çalışılmasındaki sakillikten, bu tekniğin kullanım alanlarına kadar yalan yanlış öğrendiğim her şeyi heyecanlı heyecanlı anlattım. Evet, küçükken tüm resimleri annem yapmış olabilirdi, ama tezhiple uğraşırkenki konsantrasyonu, odamda tek başıma çalışmayı seviyor, harcadığım saatlere, bana sonlanmayacakmış gibi gelen kırtasiye giderlerine karşılık, bana sadece biraz daha kontrol ve sabır katmasını istiyordum.

Aşağıdaki çerçeveye şemse deniyor, bir A4 ün yarısına aynı motifi altıncı kez yaptığımda dört saat boyunca ara vermemiş ve nihayetinde başımızda ceberrut biçimde "olmamış" diyerek ızdırap veren tezhip hocama sarmıştım. Hala tahsil ve terbiyede gıdım ilerleyemedim, ama motifi boyayıp çizimimin içine etmeden önce buraya koyayım, ileride döner bakar dururum.