17 Ekim 2010

Blogun değil, Filmin Verdiği Sır

"Bir erkek her şeyini değiştirebilir. yüzünü, evini, ailesini, kız arkadaşını, dinini, tanrısını... yine de değiştiremeyeceği bir şey var benjamin. tutkularını değiştiremez! "

Bu replik sinemalarımızda Gözlerdeki Sır ismiyle vizyona girmiş en iyi yabancı film oscarlı El Secreto de sus ojos'dan. Ama bu bir spoiler değil, çünkü siz bunu zaten biliyordunuz. Yazının geri kalanındaki spoilerlara maruz kalmamak içinse bence filmi izlmediyseniz yazıya da ilişmeyin, ne de olsa aslında filmin esrarı yukarıdaki epigrafta mahfuz, metnin geri kalanında boşuna çabalayacakmışım gibi bir hissiyat var nedense...

Bir savcının hikayesi bu, yirmi beş sene önce gerçekleşen bir tecavüz akabininde katledilen bir genç kızın failini bulmaya çalışırken başından geçenleri geçmişiyle de hesaplaşarak kitaba dökmeye çalışan, Benjamin Esposito'nun (Ricardo Darin) hikayesi. Benjamin, kitabın taslağını okutmak için 25 sene önceki şefi Irene'e (Soledad Villamil) gittiğinde, Benjamin'in gözlerinde canlanıveren ışıktan, bu ilişkinin bir gönül boyutu olduğunu hissediyorsunuz. Sonrasında geri dönüşlerle olayın olduğu 1974 ila kitabın yazıldığı 1999 arasındaki zaman dilimi hızla kapanıyor, futbol maçlarının (stadyumdaki tek plan kovalamaca sahnesi unutulacak gibi değil), adaletteki sapkınlıkların, kontrgerillanın (asansör sahnesi gerilimin dibine vuruyor), erkeğin sevdiği kıza açılmaktaki cesaretsizliğinin, yakın arkadaşı gözetmeyi devamlı şikayet ederek, fakat bir vefa duygusuyla ibadet gibi yerine getirmenin... anlatıldığı yüz yirmi dakika boyunca, bu ülkede tanık olduğunuz ve aktörü olduğunuz hayatların filmdekine ne kadar benzediğineyse, ancak hayret edebiliyorsunuz, benim için filmin sırrı kabiliyetli oyuncuların gözlerinde olduğu kadar, bu özdeşlik duygusunu hissettirmesinde.

Hikayenin sonu, bazen yazılmayan “a” harfine düğümlenip kalıyor, bazen olmanız gereken yerde olmadığınız için hayatınızı kurtaran kadere. Başkalarının tutkusunun ne kadar çabuk saplantıya dönüşebileceğine ve bunun ne sonuçlara yol açabileceğine tanık olmanız da cabası. Eh, herkesin tutkusu kendine.

15 Ekim 2010

Turnusol Kağıdı Olarak Bosna

Hazır öfkelenmişken Kusturica meselesiyle ilgili aynı yazardan şahane bir yazı daha:
http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=1022794&Yazar=ERKAN%20GOLO%D0LU&Date=09.10.2010&CategoryID=96

İsmet Berkan gitti, Feridun Düzağaç gitti, Gökhan Özgün gitti, inşallah Erkan Goloğlu yazmayı bırakmaz, o meşhur dizedeki gibi kör kuyularda merdivensiz kalmayalım...

14 Ekim 2010

Faydasız Bir Yazı (Daha)

Yazı yazarken, okuduklarım, başımdan geçenler, yalnızken aklıma gelenler kadar kuvvetli bir motivasyonum var, öfke. Hayata ve hayatta olup bitenler karşısında acizliklerime karşı, insanların duyarsızlıklarına, empati eksikliğine ve bencilliklerine karşı, kişisel hayatımda başımdan geçen hayal kırıklıklarına ve başarısızlıklara karşı, basiretsizlikler yüzünden gözardı edile edile kronikleşmiş birtakım ülke meselelerinin hayatıma dolaylı veya doğrudan tesir etmesine karşı (Kürt sorununu kast ediyorum), kerameti kendinden menkul kanaat önderleri tarafından toplumun dinamiklerinin yanlış yorumlanmasına karşı sadece üzgün değil, bu durumun vahimleşerek süregideceğini içten içe sezdiğimden aynı zamanda öfkeliyim de.

Ama bütün bu saydıklarım hakkında yazmamaya, öfkemi dizginlemeye çalışıyorum. Hem güncelle hem siyasetle fazlasıyla içli dışlı olmama rağmen, blogda güncel ve siyaset dışı yazma eğilimimin, kendime mukayyet olmaya çalışmamın sebebi insanlara görüşümü dikte ediyor gibi görünmekten imtina etmem, kişisel kanaatimi -çok yakınlarım dışında- sorulmadıkça paylaşmıyorum. Yazı yazmanın bir fayda getirmediği konusunda kesin bir kanaatim olduğunu önceki yazılarımdan hatırlayanlarınız olacaktır...

Bugün de bir habere çok öfkelendim, ama geçmişti. Annemle laf arasında aynı öfkeyle ittifak edince, dayanamadım. Şili'de göçük altından 69 gün sonra sapasağlam kurtarılan 33 kişi hakkında bu ülkenin çalışma bakanı olacak zevat, “Niye o kadar büyütüyoruz Şili'de olup biten hadiseyi? Bizde olsa üç günde çıkarırdık” demiş. Diyebilmiş. (İnanamadınız değil mi, bu kadar pişkinlik, bu kadar yüzsüzlük olmaz diye düşündünüz değil mi: http://www.ntvmsnbc.com/id/25140943/) Bu cümle sanırım başkasının başarısına bok atma konusunda yeni bir pencere açıyor. Büyütmeyin, bu Türk milletinin en karakteristik hasletlerinden biridir. Allah devletimize milletimize zeval vermesin. Bu kadar ileri bir teknolojimiz, işçileri bu kadar gözeten bir hükümetimiz, bu kadar mahir devlet büyüklerimiz varken sırtımız s.kseniz yere gelmez, hadi yine iyisiniz.

İnsan dediğin de fesat bi yaratık işte, içimden beş ay önceki maden kazasında göçük altında kalmış ve hala çıkarılamayı bekleyen iki işçimiz için de bu mahir bakanımız bi el atsa demek geçiyor. Hazır işi de buyken. Hayır benim kıt İslam bilgime göre, insanları sevdiklerinin mezarı başında Fatiha okumaktan mahrum etmenin vebali biraz ağır da. Benimkisi naçizane bir istek sadece, vallahi büyütmüyorum.

PS: Zonguldak'taki kazayla ilgili ufuk açıcı bir yazı için: http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=RadikalYazarYazisi&ArticleID=999443 Bu yazı sadece memlekette vicdan sahibi eli kalem tutanlar olduğunu göstermesi bakımından teskin edici değil, aynı zamanda Eş'ari/Mutezile meselesine getirdiği yorumla da düşündürücü, bir fırsat yaratıp bu konuya değinmeye çalışacağım.

10 Ekim 2010

Celp

Kitab-ül Hiyel'e saygıyla...

Veda mailı yazıldı. Son Pera seferi düzenlendi. Moda sahilde son bir kez iç çekildi. Hakkı geçenlerle helalleşildi (Babaanne hariç. O çok hasta. Ziyaret edildiğinde hasta olunacak kadar). Bir göz kira evi boşaltılınca bütün o evde geçen zamanlar, izlenen filmler, ağırlanan misafirler sanki fotoğraflarda kaldı sadece. Ahir zamanda zaten soğuk olan ev, artık geçmiş kadar soğuk. (O soğukluğu, yabancılığı laminatta ayakkabıyla yürüyünce, daha iyi anlamıştı.) Telefon bile kapatıldı. Galip bu duyguyu biliyor. Sıfırdan başlama duygusu, zaman çizgisinde bir kırılma. (okuyucu, lütfen Back to The Future II'da Emmett Brown'ın tahta önündeki sahnesini hatırla) Yirmili yaşın ortasında bu duyguyu dördüncü yaşayışı. Üçüncü kez başladığı noktadan, Dersaadet'e bakıyor Galip. Gitmeden önce şehrin bu manzarayla hatırında kalmasını istiyor, bir bilgisayarın birlerinde/sıfırlarında değil; çünkü fotoğrafın göstermekte kifayetsiz kaldığı bir duygu var, derinlik. Sadece hacimsel olarak değil, duygusal derinliği de yok meretin, konu İstanbul'sa derinlik çok önemli olabilir. Biraz daha vakti var. Rumelihisarı'na kahvaltı yapmaya gelenler sökün etmemiş henüz. Şehre doyasıya bakma ayrıcalığının sadece ona bahşedildiği zaman dilimi henüz geçmemiş.

Derken gözü görmez oluyor. Şiirdeki gibi, her yer karanlık oluveriyor birden. Ama şehrin siluetini henüz hafızasına tam olarak kazıyamamıştı, karşıdaki Kandilli Kız Lisesi miydi, Anadolu Hisarı'nın yanındaki bina Sabancı'nın mıydı, bu sorular hala flu. Gözünün önündeki perdeyi kaldırması, bu kabustan sıyrılması lazım. Bir baskı hissediyor gözünde, elini gayriihtiyari gözüne götürüyor. Bir çift el gözünü kapatmış. Gülümsüyor Galip, biri buna bu çocukluk şakasını yapmayalı yıllar olmuştu. Elleri gözünü kapatan ellerin üzerinde geziniyor bir süre, narin, uzun parmakları tanımıyor. Sadece dokunarak tanıyabileceği bir el var mı Galip'in, bu soruyu kendine sormaya korkuyor. Huysuzlaştı, “Sen kimsin?” diyor Galip. Gözünü kapatanın bir kız olduğunu cevapla anlıyor: “Mevlana” diyor kız, “ne güzel demiş: İnsan dediğin gözden ibarettir, geri kalanı deri.” Galip biliyor ki en dıştaki deri, ölüdür. Merakına yeniliyor Galip, bir hışımla kızın ellerinin oluşturduğu prangadan sıyrılıp arkaya dönüyor. Bankın arkasında hayret eden bir çift ela göz karşılıyor kendisini, neden sonra kızın güzelliği gözünü alıyor. Hiç yazılmamış bir romanın kahramanı olarak Galip, kızın adını soruyor, kız gözüne o kadar güzel geliyor ki, şehrin siluetini hatırlamak yerine Gözde'yi -Gözde'ymiş adı- hatırlamakla da avunabilir. Galip gözlerini dikmiş Gözde'nin kıvırcık uzun saçlarına bakıyor şimdi. Simsiyah saçları omzunun üstünden, simsiyah boğazlı kazağına düşüyor. Toparlanıyor Galip, etkilendiğini belli etmemesi lazım, ne istiyor şimdi bu kız? Niye konuşmuyor? İçinden "lütfen bir şey desin" diyor Galip, "yoksa daha başlamadan bitecek". Gözde'nin gönlündense “Ne olur gözümün içine baksa” diye geçiyor, “gözlerini kaçırmasa. Gel yanıma otur dese...” Böyle saniyeler geçiyor, geçiyor...

Gitmeden önce son saatine girdiğini hatırlayınca kafasını çeviriyor Galip, önüne döndüğünde boğaz gözüne daha bir güzel görünüyor, sanki denizi ilk kez görmüş gibi hissediyor kendini. ...ve bakıyor. On yedi yaşında külüstür bir otobüsle bu şehre ilk geldiğinde, rehberin sessiz bir tonla Boğaziçi Köprüsü'nden geçiş anonsuna müteakip otobüste uyanık kalanlarla birlikte yaptığı gibi hafifçe ayağa kalkmak suretiyle boğaza hayranlık ve yabancılıkla bakıyor.

3 Ekim 2010

Bir Yalnızlık Eğlencesi Olarak Cep Telefonu

Şu an nasıl feysbuk konusunda mutaassıp ve mantıktan yoksun bir muhalefetim varsa, (blogger burada geleceğe yol yapıyor) ben lise ikinin yarısına gelene kadar (2001!) cep telefonu da benim teknoloji düşmanlığımdan nasibimi almıştı. O zaman yatılı kaldığımız ve bütün bir yatakhane olarak dış dünyaya ulaşma babında belli saatler arasında kullanabildiğimiz tek bir ankesörlü telefona baktığımız için, tüm arkadaşlarımın haklı olarak teker teker birer cep telefonu edindiği ilk bir buçuk yıl boyunca annemlerle konuşmak için arkadaşlarımın telefonuna sulandığımı şu an utanarak hatırlıyorum.

Açıkçası ne oldu da benim şanlı direnişim kırıldı, çok da hatırımda değil, her zaman için “mainstream” (blogger burada anglosakson olmaya başarısız bir yeltenme daha yapıyor) olan markalardan uzak dura dura, harbiden birbirinden işe yaramaz telefonlar abimden miras kaldıktan veya ailem tarafından bana alındıktan sonra, maaşımı ilk harcadığım nesne olan Sony Ericcsson w580i'mle birlikte üç senedir falan düzeyli bir birlikteliğimiz var. Bütün bu süreç içinde, cep telefonumun benim vücudumun bir uzantısı, kendimi ifade etme şekli olduğunu fark edeli de bayağı oluyor diyebilirim, onca zamandır cep telefonum benim için çoklukla ahbaplarımla vakit geçirmeme yarayan bir yalnızlık eğlencesi olduğu kadar, maç (veya maç muhabbeti) dinlemek için, uzun ve hergün birbirini sıkıcı biçimde tekrar eden servis yolculuklarımın uyku tutmayan bölümlerinde radyo eksen'le veya java oyunlarıyla eğlenmek için de bir vesile.

Öncelikle o Hakkı Devrim'in oynadığı kıytırık telefon reklamlarındaki mal torunlar var ya, onlardan biri de benim, kandillerde, bayramlarda alakalı alakasız benden yaşça büyük insanları arar veya mesaj atarım, ve evet doğru duymuşsunuz, aranmayınca da atar yaparım (yazar burada atarını meşrulaştırma çabasına giriyor).

Telefonun bana müstakil hale gelmesinde, yüklediğim şarkıların, atadığım zil tonlarının ve hatta çektiğim resimlerin hatrı sayılır bir payı var (blogger burada bu davranışın kabiliyetsiz yazarlarda görülen mesaj kaygısının başka bir tezahürü olduğunu okuyucuya çaktırmamaya çalışıyor), birkaç sanatsal fotoyu sizden esirgemiyorum, bu kıyağımı da unutmayın.

Bundan ayrı olarak, ayrıca listede ismi kayıtlı insanların ekserisinin bende resmi de kayıtlıdır, o küçük ekranda ararken veya kim aramış diye bakarken arayacağım kişinin resmini görmek hoşuma gidiyor.

Zil seslerindeyse hikaye daha eğlenceli. Bir ara bokunu çıkarıp aileme ayrı, yakın arkadaşlarıma ayrı, genel olarak ayrı tonlar atamıştım. Aile için seçimim Godfather'ın giriş şarkısıydı (bence o film bir mafya filmi olduğu kadar, bir aile filmidir), fırlama yazlık tayfası aradığında Snatch'ten Hava Nagila çalardı, aynı filmden Golden Brown'la birlikte Zorba the Greek'in Lock, Stock & Two Smoking Barrels'daki versiyonu da bir ara telimi tıngırdatıyordu, görece uzun bir süredirse sadece O Leyli çalıyor, o şarkıyı, sözlerini, Cem Karaca'nın tok sesini, şarkının girişteki ritmini çok seviyorum.

Ama bütün bunlar bahane, ben telefonda konuşmayı seviyorum, canımın hiçbir şey yapmak istemediği, nefessiz kaldığımı hissettiğim zamanlarda, öylesine yakın veya uzak bir arkadaşımı arayıp boş boş konuştuğum veya dert yandığım vakidir, hiç unutmam, pek de hayırsız olarak niteleyebileceğim bir arkadaşım benim için, “bir insanın telefonunun hiç çalmadığı günler olur metus” demişti, “sen o günlerde arayan kişisin.” Öyle olup olmadığını bilemiyorum, bildiğim bunun hayatımda beni en mutlu eden iltifatlardan biri olduğu. Telefonun mesaj fonksiyonunu da aynı yersizlikle, çoğunlukla muhatabından başka kimsenin bir şey anlamayacağı göndermelerle ve kısa metinlerden müteşekkil zincirler halinde kullanırım, hep söylerim hepsinin kafası farklı.

Bundan iki veya üç sene önce gazetede okuduğum bir haber beni çarpmıştı, istatistiklere göre insanlar telefon konuşmalarının fahiş bir oranını üç kişiyle yapmaktaydı. İnsanların bütün o network kafasına, sosyalleşme çabalarına, teknolojinin o paralalde gelişmesine rağmen arayıp arayabileceğiniz adam üçü geçmiyor denebilir yani. Ben de o istatistikten muzdarip olanlardan biri olduğum için, istemsiz olarak, bilhassa canımın sıkıldığı zamanlarda telefonumu kontrol ediyor, eski mesajları goncukluyor, birilerini aramayı aklımdan geçiriyor, sonra vazgeçiyorum. (Vavien'in ana karakterin her mesaj öttüğünde bir heyecanla telefona davranıp, sonra spam masajı atan firmaya -bir kablo firması hatırlarım!- küfrettiği sahneyi hatırlamamak mümkün değil!) Hey gidinin modern zaman meseleleri, neyse beni aşar bu mevzular, ben iyisi mi gidip telefonumu şarja takayım, mazaallah gecenin birinde arar biri de bulamaz...