11 Nisan 2013

Rantın Sinematografisi


Okuldaki ikinci senem, o zaman nasıl bir cahil cesaretiyse artık, sosyal seçmeli olarak film analizi seçmişim, film beğenisi ana akım filmlerden ileri gitmeyen, film sanatına en uzak insan benim o dersi alanlar içinde. Üçüncü veya dördüncü ders haftası olmalı, şehirde o zaman yeni yeni palazlanan bir festivalden bahsetti hocamız: Filmekimi. O festivalde oynayan bir belgesele gitmemizi istedi, Mimar Babam’dı ismi, o bile hatırımda kalmış, sene 2003 olduğuna göre 10 sene olmuş olmalı. Ramazandı, filmden hemen önce haldır huldur İstiklal’deki Saray Muhallebicisi’nde orucumu açtım (o da ucubenin sözlük karşılığı olan İstiklal’deki Demirören AVM’nin yerindeydi o zaman) ve yıllardır haber almadığım ama o zaman bir nebze muhabbetimin olduğu bir kız arkadaşımla Emek Sineması’na ilk o zaman gittim. Orta çapta bir şok geçirmiştim sinemanın ve perdenin büyüklüğü, tepedeki barok süslemelerin azameti karşısında, o zaman analog makinamla çektiğim birkaç soluk fotoğraf bugün daha da kıymetli. Ondan sonra iki kere daha Emek’e gittiğimi hatırlıyorum, birinde film festivalinde Harvey Keitel gelmişti, Deniz’le çok kör bir yerden de olsa bilet bulmuştuk o seansa. En son da yine Deniz’le bence son zamanların en underrated filmlerinden biri olan “Assasination of Jesse James…”e gitmiştik. O zamandan İstanbuldan ayrılana kadar ama az ama çok şehirdeki bilumum film festivallerine gitmeye gayret ettim, şehirle kurduğum duygusal bağda o festivallerin ve sadece Emek’in değil, aynı dramatik sona daha önce yakalanmış Alkazar ve Atlas gibi bağımsız filmleri destekleyen diğer sinemaların da payı olduğunu hep vurguladım.  Ama bu vurgular, vulgar bir rant ideolojisine kurban gitti iyi mi…

Klişe olacak ama Emek sineması, sadece Emek sineması değil- inşa edildiği günden itibarenki çevrimine bakarsanız, bu ülkenin son bir asırdaki tarihinin indirgenmiş bir özetini de görebilirsiniz, ki buna Umur Talu şahane bir yazıyla temas etti: http://www.haberturk.com/yazarlar/umur-talu/834464-tarih-sinif-gaz Önce şehrin gayrimüslimlerinin uğrak yeri olan bir avcılık kulübü, sonra paten pisti (Engin Ardıç, oranın paten pisti olmasını önerirken ve Costa Gavras’a “burası Fransız müstemlekesi değil” diye hamaset yaparken trajik bile değil!), sonra tiyatro ve sinema olmuş bir yapı. Şehirdeki ve ülkedeki rant ilk kez el değiştirmiyor, bu ülkenin harcı, sermayenin millileştirilmesi üzerine kurulu. Bütün bu Varlık Vergisi olaylarının, mübadalelerin ideolojik altyapısı bu. Harbiyedeki Ermeni mezarlığının cumhuriyetin ilk yıllarında bir güzel istimlak edildiğini, mezar taşlarının zımparalanıp Eminönü’nde kaldırım taşı olarak kullanıldığını, o araziye de Hilton Oteli’nin kondurulduğunu ben NTV Tarih sayesinde öğrendim. Artık bu devirde bu tip zorbalıkları yapmak çok kolay değil, şimdi devir malum eski binaların dönüşüm adı altında, paraya tahvil edilmesi, Emek’in içinde bulunduğu eski Cercle d’Orient binası kadar yağlı bir kemik, bundan ancak bu kadar uzak kalabildi. Zamanın ruhunu kendini muhafazakar olarak tanımlayan bu hükümet çok iyi yakaladı: Rant. Bu rant elbet ki en başta ve büyük oranda kendi yandaşlarına, ama az veya çok birer kaşık da hepinizin, hepimizin ağzına. Tevazudan hiçbir şekilde nasibini almamış bir tarihe geçme arzusuyla, ülke ve ülkenin mikro ölçeğinde İstanbul yeniden tanzim ediliyor ve ahlak anlayışı biçim değiştiriyor: Artık şehre tepeden bakmak için tarihi yarımadanın arkasına gökdelen dikip İstanbulun beş aşırlık siluetini piç etmek serbest, şehrin her nasılsa yeşil kalmış bir tepesine selatin cami imitasyonunu dikmekteki avamlık muteber, çok lazımmış gibi İstiklal caddesinin ortasına AVM kondururken kaçak kat çıkmak yapanın yanına kar, o AVM’yi yaparken tarihi Ağa Cami’nin önce duvarını çatlatıp sonra kamuoyundan tepki gelince pisliğini sıvarcasına “Ağa Cami’ni restore ediyoruz” diye branda asıp reklam yapmaktaki yüzsüzlükse olağan.

Festivallerin yıllar içinde ne kadar serpildiğini gözümle gördüğüm için iktidarın sanata özel bir alerjisi olduğu konusundaki görüşe katılmam maalesef mümkün değil. Diğer yandan esas problemin bu ideolojinin hayatın her alanında büyük bir tahammülsüzlük ve muhaliflerine karşı hoyrat davranmayı olağanlaştırması olduğunu düşünüyorum. Sayıları bini zor geçen ve içerisinde sanat meraklılarının çoğunlukta olduğu muhakkak bir gruba, İstiklal’in göbeğinde biber gazı sıkılmasını, başka nasıl açıklayabiliriz ki?

Artık İstanbul’da değilim. Belki hiç dönmeyeceğim. Yine de Emek’le ilgili görüntüleri ve haberleri görünce içimin acımasına mani değil bu. Şehrin her bir köşesine AVM dikmek, her bir köşesine zincir restoran/kitapçı/kafe açmak semtlerin özgünlüğünü kaybettirir, başka bir hayat tarzı isteyenlerin ve belli bir gelir grubunun altındaki nüfusun teneffüs etme imkanını ortadan kaldırır. Muhafazakar bir iktidarın sonraki nesle bırakacağı miras, şehri sıfırdan imar edip mevcut sembolleri yok etmek olmamalı. Birlikte yaşamanın en basiti kuralı olarak karşıt görüşlerin şeytanlaştırılmasından ve terörize edilmesinden de bir an önce vazgeçilmeli, toplumsal barışı sağlama misyonuyla hareket ettiğini söyleyen bir ideolojinin böyle davranması sadece komik oluyor çünkü.