23 Kasım 2009

Pastırma Mekaniği

İstanbul'u seviyorum, ama bu şehri ülkenin geri kalanında gördüğüm tüm şehirlerden ayıran özelliklerden ikisini bir başka seviyorum: Bunlardan ilki, tanıdığınız/sevdiğiniz bir ünlüyle şehir içinde rastlaşma ihtimalinin fazlalığı. Çok uç örnekler verebilirim: Atilla Taş’ı “güzelim mesaj çok kötü bir şeydir” diyerek yanındaki kızın elinden telefonunu almaya çalışırken görmüşlüğüm, Rıdvan’ı Rumelihisarüstü’nde her gün mutlaka oturduğum börekçide sobelemişliğim, Mr. Niceguy’la rüya gibi bir gecenin sonunda rastladığımız Meriç Erkan’ın peşine takılmışlığım, abimden zamanında Kenan İmirzalıoğlu’nun efendiliğiyle ilgili anısını dinlemişliğim var. (Ki kendisi bunu trafikte yaşanan bir yol verme kavgasında tecrübe etmiştir: O zaman çok popüler olan Deli Yürek’in başrol oyuncusunun –o furyaya pek yakın olmayan abim “Demir Bilek mi Çelik Yürek mi o dizinin başrol oyuncusu” demişti bana- kullandığı araba yol vermeyince abim, tabi ki kimin kullandığın farkında olmadan arabasından kavga etmek için inmiş, Kenan İmirzalıoğlu’ysa büyük bir sakinlikle hiç yerinden kalkmadan eliyle özür dileyip abime sakin olmasını telkin etmiş) Bu şehrin en büyük tılsımı, diğer büyük şehirlerde ve bilhassa taşrada yaşanan uzaktan izleme hissinin aksine, size ülkenin tarihine iştirak etme, müdahil olma şansı vermesi, örneğin tuttuğunuz takımın şampiyonluğunu televizyondan izlemeye mahkum değilsiniz, “ben de oradaydım” lafını en çok İstanbul’da söyleyebilirsiniz. Bu “ünlü benzeşmesinin” bahsettiğim tanık olma halinin bir tezahürü, bir türevi olduğunu düşünüyorum. Tanık olmanın zevki, işe yarama hissi bir kenara, bu durumu da yüceltmek ne kadar doğru, şüpheliyim, bu konuyla ilgili en harika laflardan birini Fatih Özgüven etmişti: “Ünlü biriyle tanışmak” demişti, bir festival yazısında, “televizyonun içini açmaya benzer. Büyük bir merakla açarsınız, içinden birkaç telle bir ampul çıkar, ‘bu muydu yani’ dersiniz…” (Ünlü benzeşmesinin muhteşem bir örneği için, “çok ünlü”nün, “az ünlü” tarafından görüntülendiği bir durum için, aşağıdaki videoya bakabilirsiniz.)



İkinci hoşuma giden konuyu anlatmam biraz daha zor. Bu şehrin sakinlerinin, tanımadıkları kişinin sohbetlerine müdahil olma konusunda çok garip bir özgüvenleri var. Maç sonrası Taksim’e formamla çıkmayagöreyim, birçok kişinin maçla/takımla ilgili sorularına maruz kalıyorum, Sultanahmet’in mimarisinden abime bahsederken, verdiğim bilgiyle ilgili bir itirazın/düzeltmenin suflesinin hiç görmediğim biri tarafından anında verildiğine tanık oluyorum, iftar için gittiğim yerde kendimi yandaki masayla sohbet ederken buluveriyorum… Şehrin güvensizliğinden bu kadar dem vurulmasına rağmen birbirine bu kadar aşina davranmak, pes doğrusu…

Bütün bu ikisinin birden aynı anda görüldüğü bir olay geçen pazar günü başıma geldi. Abimle artık gelenekselleştirdiğimiz pazar kahvaltısını yaptığımız Emirgan Sütiş’te (Mükellef bir kahvaltı yapmak istiyorsanız İstanbul'da en favori iki mekanımdan biri, diğeri NamPort) bu pazar yan masamıza Murat Kekilli oturdu. Biz yandan dökülen pastırmaları da çatallayıp ağzımıza tıkarken, hasta Fenerli abim, Güneş enerjisi ile ilgili yeni bir teknolojinin peydah olduğunu sırf muhabbet bir gün önceki derbiden başka bir yöne kaysın diye söylemiş bulundu. Buna göre yansıtıcılar uzaya konuyor, bunlar ışığı uzaya konmuş Güneş pillerine odaklayarak ışığı Dünya’da değil uzayda depoluyordu. Bu Güneş ışığının atmosferde yaşadığı enerji kaybını engellemek içindi, ben tam o enerjinin Dünya’ya nasıl transfer olduğunu düşünürken (bunu hiç bilmediğim Kuantum Mekaniği’yle açıklamaya çalışıyordum), Murat Kekilli’yi o meşhur olduğu şarkısındaki gibi kimse tutamadı, direk lafa daldı: “Ama zaten ışığın hepsi gelmiyor mu?” Korkunç bir polemiğe sebebiyet verdiğimizi hemen anladık. Abim kendisin kim olduğunu benden biraz önce öğrenmişti, yine de Murat Kekilli’yle İsmail YK’yı karıştıracağını sonradan öğrenecektim. Biraz ayak diredi, baktı olmayacak, doğrudur haklısınız gibisinden tornistan yapmak durumunda kaldı. Öyle ya, abimin bu sektörde sekiz senedir çalışıyor olması, Murat Kekilli’den daha çok bileceği manasına tabi ki gelmezdi. Kekilli de muhabbete destursuz daldığı için samimi olarak özür diledi, biz de abimle aynı anda aynı samimiyetle “estağfurullah” diyerek mukabele ettik. Az sonra lise zamanlarımın fenomen adamı masasından kalkınca, abim kendi kendisine sesli olarak kızmaya başladı: Böyle bir konuyu niye uluorta konuşmuştu, önce konuyla ilgili makaleyi niye okumamıştı, tam bilmediği konuda niye ahkam kesmişti. Kendisini “Profesör olsan fark eder miydi?” diye teselli ettim. Haklıydım. İki orta kahve söyledik. Abim “Metus biliyor musun, kahve içerken önce su içilirmiş gırtlağı temizlemek için, böylece telve tadı tam olarak damakta kalırmış "dedi. Bunu birisi müdahil olmasın diye o kadar kısık sesle söyledi ki, ikimiz de bizden başka kimsenin duymadığından emin olmanın rahatlığıyla kahvemizi beklemeye başladık.

8 Kasım 2009

Demirkubuz’un Feneri

blogun üç sahibinin de sinemayla sahici bir ilişkisi var, beraber izleyip dostluğumuzda bir referans noktası oluşturmuş sürüyle film var, blogu açarken sinemanın da bizim esaslı konu başlıklarımızdan biri olmasına niyet etmiştik. Bununla birlikte, takipçilerimiz anlamıştır, her beğendiğimiz filmi/yönetmeni yazmıyoruz aslında ama Zeki Demirkubuz, bir istisna. Çünkü Zeki Demirkubuz, bu ülkede yaptıklarına kayıtsız kalınmaması gereken kişilerden biri. Son filmi, Kıskanmak Nahit Sırrı Örik’in aynı adlı eserinden uyarlandı, bu yazıda ziyadesiyle filme (kitaba değil) eğileceğim. (Uyarmadı demeyin yazının geri kalanı ağır spoiler içerir.)

Hikayemiz 1930 Zonguldak’ında geçmektedir, hayatı boyunca gün yüzü görmemiş, abisinin yanında sığıntı bir hayat yaşamış Seniha (Nergis Öztürk), orta yaşlı son derece çirkin bir kadındır. Abisi Halit'se (Serhat Tutumluer) kendi halinde güzeller güzeli genç eşi Mükerrem (Berrak Tüzünataç) ve kardeşiyle ilişkisi mesafeli bir mühendistir. Mükerrem, Seniha’ya her zaman yakın davranmakta, onu kendi ablası gibi bilmektedir, fakat Seniha’nın hem Mükerrem hem de Halit için bazı planları vardır. Bu planı uygulamaya koyması için İstanbul’dan yeni gelmiş şımarık, yakışıklı Nüzhet’in (Bora Cengiz) Mükerrem’i baştan çıkarmasına olanak sağlaması gerekmektedir…

Kitabın bu hikayesine senaryo birebir sadık kalıyor, aynı zamanda tıpkı kitaptaki gibi cumhuriyetin ilk yıllarındaki toplumsal çatırdamalar, alışkanlıkların değişmesinin orta sınıf üzerindeki etkileri ve taşradaki hayat da arka planda işleniyor. Sadece bir iki kanımca önemli detay filme yansıtılmamış. Örneğin Nahit Sırrı Örik, Seniha’nın kötücüllüğünü, daha önce Seniha’nın çirkinliğinden dolayı hor görülmesinin sebep olduğu hınca bağlarken (kitapta bununla ilgili örnekler de verilir), filmde burası daha yumuşak geçilmiş, yönetmenin niye böyle yaptığını anlamak aslında çok da zor değil. Zeki Demirkubuz sinemasında karakterler, her zaman hem iyi hem kötüdür. Kötülüğü, insan doğasının yaratılışının bir tezahürü olarak kendiliğinden ve çoğunlukla nedensizce yaparlar. Demirkubuz insanın bu karanlık tarafını deşmeyi kendine mesele edinir. Zeki Demirkubuz’un kitapta olmadığı halde filmde, en etkisinde kaldığı roman olan Suç ve Ceza’yı Seniha’nın eline tutuşturması boşuna değildir: Dostoyevski, otobiyografik özelliklerin ağır bastığı bu şaheserinde (Raskolnikov, Rusça asi demektir) yine nedensiz yere benzer bir kötülüğü yapmış, az bir para için ev sahibesini öldürmüş fakir bir delikanlının buhranlarını Rus modernleşmesi arka planında inceler. Kıskanmak kitabını okurken (ki film vizyona girmeden bir iki ay önce okudum) Suç ve Ceza’yla böyle bir bağlantı kurmak aklıma gelmemişti açıkçası, ama o sahne niye Zeki Demirkubuz’un böyle bir film yaptığını anlamamı sağladı.

Zeki Demirkubuz çok katı karakteristik özellikleri olan bir "auteur" sinemacı (ki siz buna "atar" da diyebilirsiniz), bu eserde bunlardan bazılarına ciddi oranda sadık kalırken, bazılarını da cesurca hiçe saymış. En önemli özelliği bu film önceki hikayeleri gibi minimalist ve düşük bütçeli olmaması, Kıskanmak bir dönem filmi, Kader’i bile günümüzde çekmeyi tercih etmiş biri için son derece radikal ve cesur bir karar. Filmin açılışındaki balo sahnesi bence, sinema tarihimizin en iyi açılış sahnelerinden biri, ve dönem filmi yaparken ne kadar titiz çalışıldığını gösteriyor. Ayrıca filmde müziğe yer veriyor ki bu da pek Demirkubuz’un bu zamana kadar tercih ettiği bir durum değildi. Bununla birlikte, kendisinin fanatiklerinin çok hoşuna gidecek birkaç detayla da filme imzasını atmış: Dostoyevski’ye olan açık göndermesini yukarıda anlatmıştım, her zaman için genç, ünlü ve oyunculuğu tartışmalı kadın oyuncuları tercih etmiş (Daha önce de Zeynep Tokuş, Başak Köklükaya, Vildan Atasaver gibi ünlü isimleri başrolde oynatmıştı) ve onları başarıyla yönetmiş biri olarak bu filmde de Berrak Tüzünataç’ı parlatmış. (Güzel kadın karakterini Berrak Tüzünataç’ın oynaması, kendisini her zaman tek geçen biri olarak beni fazlasıyla memnun etti açıkçası, bu dipnotu da düşeyim) Ayrıca, kapılar bu filmde de kapanmıyor ve fanatik Beşiktaşlı yönetmenimiz, birden çok sahnede de kulübüne selam çakıyor.

Kendisini yakından ve hayranlıkla takip eden herkes gibi dönem filmi çektiğini duyunca şaşırmıştım. Zeki Demirkubuz, hakkı yenmiş bir romanı, hakkıyla beyazperdeye taşımış, bunu yaparken de kendi sinemasını oluşturan özellikleri aynen korumuş. Halit’in kömür madeninde kullandığı fenerin mağarayı aydınlatması gibi, Zeki Demirkubuz, insanın karanlık tarafına ışık tutmaya devam ediyor.


Dikkat bu bir futbol yazısıdır!

Dolu bir stada bir kere girmeyegörsün ademoğlunun feleği illa ki şaşar: “Kaynaşmış, sınıfsız, imtiyazsız bir kitle” tek renge bürünmüş kıyafetlerle hep bir ağızdan aynı marşı söyledikçe en antimilitarist geçinen adam mest olur, en burnundan kıl aldırmaz bildiğiniz adamlar golde hiç tanımadığı yanındaki adama sarılır, en mülayimler konu kendi takımları olunca aslan kesiliverir… Velhasıl, tribün psikolojisi başkadır, Beşiktaş tribününün psikolojisiyse bambaşka…



Bu videoyu geçen sene şampiyon olduktan hemen sonra kaydettim. Taraftar, bir coşku patlaması yaşıyordu adeta, kitlenin en baskın duygusu rahatlamaydı: Şükür .mınakoym’dı, nihayet şampiyon olunmuştu. Şampiyon olduğumuz Denizli maçının getirdiği sihirse, ertesi sene oynanan Denizli maçıyla bozuldu.

İstanbul’da yaşamanın en önemli cazibesi, sizi bir izleyici olmaktan çıkarıp, size tanıklık yapma, müdahale etme fırsatı vermesi. Beşiktaş’ı İstanbul’a gelmeden önce de aynı tutkuyla seviyordum ama tanık olmak başka: Geçen seneki şampiyonluk koşusunda Fener maçı hariç, tüm maçlarda staddaydım, efsane Liverpool maçını da stadda izlemek kısmet oldu, tüm bu ve benzeri maçlar için her fanatik taraftarın söylediği söz şudur: Evet, ben de oradaydım. Ben bu lafı daha çok edebilmek için bu sene hayatımda ilk kez kombine aldım, Eski Açık olarak tabir edilen deniz tarafındaki kaleden mümkün olduğunca maçları takip etmeye çalışıyorum. Artık sokaktan geçen vatandaş da biliyor ki (hep bu klişe lafı kullanacağım günü hayal etmiştim), Beşiktaş tribünü demek ziyadesiyle “Çarşı” demek. İnönü Stadı’ndaki izlediğim ilk maç hariç hiçbirini tribünün kalbi Kapalı'da izlemedim. Ama bu tribünün duygusuna ortak olmak için, kendinizi camiaya ait hissetmek için illa tribünün o kısmında oturmanız gerekmediğini biliyorum.

Kişisel algılamama göre “Çarşı” olarak adlandırılan tribün, Kapalı’nın üstündeki “kutu” olarak tabir edilen yere, ama daha çok da Kapalı üste konuşlanmış birkaç yüz kişiden oluşuyor. Bunların hemen hepsi Beşiktaş’ın yerlisi, orada esnaflık yapıyor veya oturuyorlar- bu kulübün geleneğine de uygun, eskiden futbolcular mahallenin topçuları gibi Köyiçi’nde Akaretler’de oturup, Kazan’a, kahveye takılıp maça çıkarlarmış. Birkaç yüzkişi dedik ama, tüm bir tribünü, Kapalı üst, kapalı üstü de, Alen Markaryan yönetiyor. Bu grup, yani Çarşı, sembollerindeki “A”’yı anarşinin A’sına benzetecek kadar politik, Mr. Niceguy’ın rivayet ettiğine göre aklına gelen tezahüratları Kazan’ın alt katında bulunan eprimiş bir deftere yazıp sonra bu marşları Abbasağa Parkı’nda çalışacak kadar organize, takım kötü gittiği “hepimiz kanseriz” pankartı açacak kadar nüktedan, takımıyla patolojik seviyede bir ilişki kuracak kadar saplantılı (Bunun son derece çarpıcı bir örneği için: http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=5807), ekşisözlükte “yaratıcı Beşiktaş taraftarı” adlı başlığa sayfalarca tanım girilmesine vesile olacak kadar yaratıcı ve burada örnek vermemizi sakıncalı kılacak kadar küfürbaz bir grup. Yazıyı uzatmak pahasına şu küfür meselesine sona doğru tekrar döneceğiz çünkü burada manipülasyonun ve demagojinin alası yapılıyor…

Bununla birlikte, Çarşı’nın popülaritesinden nemalanmak isteyen binlerce taraftar var, bunlar genelde lise üniversite yaşlarındalar, Kazan’da içiyor, çarşıda dolaşıyor, ve takımını da sadıkça destekliyorlar. Yani tek bir Çarşı yok, yapılan yorumlarda bu nedense atlanıyor. O stadda, aşağıda gördüğünüz fotoğrafın olduğu yerde ben her devre arasında karton üstünde namaz kıldığına şahidim, ki eminim sorsanız, o namazı kılan adam için de varsa yoksa Çarşı’dır. Bununla birlikte Çarşı maalesef ki, emniyet “emredince” hemen “misafir olan”, yönetimle son zamanlarda fazlasıyla iç içe geçmiş, tribünün tamamına söz geçiremeyen, Sinan Engin’le hemencecik barışan yani tutarsızlıkları da az olmayan, neşesi derhal öfkeye ve şiddete evrilebilen bir grup… (satılmış Çarşı diye tezahüratı vallahi de billahi de duydum. Denizli maçında stadın yaptığı protestoya kapalı iştirak etmeyince staddan oraya büyük bir tepki yükselmişti. İşin iç yüzünü yani Demirören’in oraya adam sokup Kapalı tribünü terörize etmek suretiyle susturduğunu sonradan öğrenecektim) Emniyetle olan ilişki demişken, evet emniyetle olan gereksiz yakınlaşmaları rahatsız etse de, aşağıdaki videoda geçen tezahüratı bu şiddette de hiçbir taraftar gurubunun yapamayacağını teslim etmek lazım… (Çarşı’yla ilgili yazılmış en başarılı yazılardan biri için http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=881488&Date=04.06.2008&CategoryID=103)


Küfür meselesine dönecek olutsak, İnönü ve Çarşı bu konuda sabıkalı: Süleyman Seba gibi heykeli dikilmiş bir efsane, küfür kıyamet gösterilen tepkiye dayanamayıp istifa ederken, Süleyman Seba’nın yerine “Avrupa’nın beş büyüğünden biri” yapma vaadiyle gelip, sonra kendisine küfredildiği için istifa eden Serdar Bilgili, göreve gelirken Seba’ya gösterilen davranışı ayıplayan bir tek laf etmeye tenezzül etmedi. Hatta o küfürleri etmek için tribüne para yedirdiği rivayet edildi, ediliyor. Aynı Serdar Bilgili şeref tribününde kendisine bireysel olarak (organize değil) küfredilince gururuna yediremeyip arkasına bakmadan istifa edecek, onun yerine gelen Yıldırım Demirören de, ne tesadüftür ki Süleyman Seba’ya ayıbın büyüğü yapılırken ve Serdar Bilgili de küfür yüzünden istifa ederken üç maymunu oynayacak, aklı tepki okları kendine yönelince başına gelecektir, e ne de olsa etme bulma dünyası...

Bilgili ve Seba dönemleri benim yakından takip ettiğim ama en nihayetinde okuduğum, duyduğum, izlediğim kadarıyla bildiğim dönemler, hakikatle ilgili kuvvetli hislerim var fakat kesin konuşamam, ama bu döneme tanığım, bu sefer yutmam. Wolfsburg maçında 88 dakika staddaydım, “şerefsiz”den başka hakaret duymadım. Olaylı Denizli maçında da tribündeydim, ama o maçta da bir iki dakika dışında hiç küfür duymadım. Bir de taraftarın gözünden bakalım: Teknik heyetin telafisi yok dediği maç, 0-3'lük hezimetle bitti, bu ŞL’de alınmış en ağır iç saha mağlubiyeti, bu stadda daha önce Barcelona’lar, Milan’lar, Bayern Münih’ler, Manchester United’lar, Liverpool’lar böyle bir skor görmedi. "Telafisi yok kesin kazanmamız lazım" denen maçın ilk yirmi dakikasında verilmiş beş net pozisyon var. Bunlar konuşulmuyor, en ucuz biletin 75 TL olduğu maçta, içeri şemsiye sokmasına müsaade edilmediği için o sağanak yağmurun altında iki saatten fazla beklemek zorunda kalmış 30000e yakın kişiden ne yapması bekleniyor? Hayal kırıklığının düzeyini anlatmak için bir anekdot anlatayım: Maç çıkışında hiç tanımadığım bir kadın durup dururken bana “Ben fenerli kocama ne diyeceğim şimdi?” diye sordu. Yönetim "demokratik tepkiye saygılı”ymış “ama küfre karşı”ymış, ben 25 yaşıma gelmeden bu “ama”nın ne manaya geldiğini anlayacak kadar yaşadım bu ülkede. Ertesi gün on dört tribün liderini sigaya çekmesini bilen Emniyet, bundan dört hafta önce Denizli maçında stadın beş altı yerinde beşer dakika arayla kavga çıkaran kişiler için naptı acaba? Onların gözden kaçmasında Demirören'in adamı olmasının etkisi olmasın sakın? Yoksa küfredenleri tek tek tespit ettiği iddia edilen stadın içindeki yüz küsur kamera o zaman yok muydu? Hem taraftar da niye küfreder di mi sayın blogger yani terbiyesizliğin ne alemi var, hayatında okulda, askerde, evde fiziksel veya psikolojik şiddete hiç mi hiç maruz kalmamış, çevresinde hiç küfürlü konuşan biri olmamış biri nereden bilir di mi o küfürleri, günlük hayatında küfretmeyen adamlar nasıl gelip stadda küfrederler, çok ayıp .mınakoym.

Neyse, daha bu pilav çok su kaldıracak belli ki yazıya sıkıştıkça bu konunun etrafında dolaşabiliriz, ama son söz olarak şunu diyelim: Küfre karşı olanlar -ki dediğim üzere çok sert ve yoğun bir tepki tabi ki var, bu takıma destek veren herkesin hakkı, ama organize küfür henüz olmadı- bundan iki sene önce Demirören’in Ankaragücü maçında taraftara yaptığı hareketi hatırlamıyorsa ziyanı yok, en azından bu zamana kadar bu stadda başkalarına veya Seba’ya dakikalarca küfredilirken nerede olduklarını açıklamadan veya Demirören’in Wolfsburg maçında kameraların gözü önünde tribüne ettiği küfrün hesabını sormadan inandırıcı olmalarına imkan yok. Biraz taraflı oldu yazı affedin, Goethe’nin dediği gibi “samimi olmayı vaat edebilirim, tarafsız olmayı asla…”