31 Aralık 2009

Arak

Ters yazı
İple çekerek "yılbaşı" değil "aybaşı" bekleyenler... Hele ikramiye alacağı ayı "on bir ayın sultanı" gibi görenler...
Hindiyle mindiyle değil, iki tas kuru yemiş, kelek yerli votka ve televizyon zırvalarıyla saat on ikiyi bulacak olanlar...
Yeni yıla eğlenerek değil, çalışarak girecek olanlar...
Bütün nöbetçiler...
İster dağ başında, ister sınır karakolunda, isterse eğitim alayında bu geceyi yalnızca demli çayla kutlayacak olan nöbetçi subaylar, astsubaylar, erler...
Doğum yaptıracak, yaralı bakacak nöbetçi doktorlar, hemşireler, hastabakıcılar, hademeler...
Bütün gece bekçileri... Site kulübesinde uyuklayanlar, inşaat betonunda üşüyenler...
Herkes eğlenirken "kim yeni yıla nerede nasıl girdi, eski yıldan nasıl çıktı" gibilerden hiç kimsenin merak etmediği dandik haberlerin peşinde koşturacak muhabir arkadaşlar...
Sarhoş taşıyacak taksiciler, sarhoş kovalayacak polisler...
Ekmek uğruna sarhoş nazı çekecek meyhaneciler, garsonlar, komiler, kapıcılar, sarhoş kusmuğu temizleyecek kenefçiler...
Müşteri kapıda yığılınca "fazla mesai" yapacak ağır işçiler...
Tam tersine, bu gece yapayalnız kalanlar...
Hediye alacak, hediye verecek kimsesi olmayanlar...
Kimsesi olsa bile hediyelik parası çıkışmayanlar...
Sevgilisinden ayrılmış, eşinden boşanmışlar, yuvası yıkılmışlar...
Kalık yemeğini kendisi ısıtıp çabucak yiyecek yaşlı adamlar...
Kocası ölmüş, çoluğu çocuğu evlenmiş gitmiş, gelini arsız, damadı hayırsız çıkmış yaşlı kadınlar...
Arkadaşına "oturmaya" gönderilmeyen genç kızlar, belki bir kız bulurum umuduyla kendini oradan oraya atan genç erkekler...
Ve de gecenin köründe sarkıntılık edilecek, orası burası mıncıklanacak genç kadınlar...
Kırmızı don alıp da giyemeyenler, burukluk duyanlar, kırmızı don giymek gereğini duymayacak kadar gerçekçi takılanlar ama gene de içinde ukde kalanlar...
Gurbette çalışanlar, gurbette okuyanlar...
2009 yılına işsiz girecek olanlar...
2010 yılına da işsiz gireceklerinden korkanlar...
Ve de bu geceyi mapus damlarında, ama haklı yere ama haksız yere, hem çok kalabalık hem de yapayalnız geçirecekler...
Herkesin yeni yılı kutlu olsun ama sizinki biraz daha kutlu olsun.
NB: Engin Ardıç'ın 2008'in 31 Aralık'ında Sabah'ta yayımlanmış yazısı... Seyrek yazan biri olarak, yazı araklama joker hakkımın birini, hem yazının çarpıcılığını, hem Engin Ardıç'ın duygusal yazı yazma ihtimalinin düşüklüğünü göz önünde bulundurarak bu yazıyla kullanıyorum, affınıza sığınarak. Diğeri, 14 Şubat'ı bekleyecek...

29 Aralık 2009

Suç’un Çizgisi, Ceza’nın Romanı

Her zaman için, Suç ve Ceza’yı okumamış birine tüm işini gücünü bırakıp, tez elden o kitabı bitirmesini salık veregeldim, size de başka şekilde davranacak halim yok açıkçası. Kitap okuma alışkanlığı olmayan biriyken, mahrumiyetin kralını yaşadığım lisede, sırf vakit geçirmeme vesile olur diye aldığım ve hoşuma gitmiş birkaç Yaşar Kemal kitabından sonra (ilk kitap tabi ki Çakırcalı Efe’ydi) elime aldığım ilk kitaptı Dosteyevski’nin klasiği, ve hasbelkadar kitap okuyan biri olmamda bu kitabın -Yaşar Kemal’le birlikte- etkisi yadsınamaz. Kitabı okumaya başlar başlamaz, kitabın içindeki ufunetin, Raskolnikov’un çaresizliğinin, fakirliğinin tesiri altına giriyordunuz. (Bir arkadaşım, o kitabı askerde okuduğunu söyleyip kafayı sıyırayazdığını söyledi, hakikaten o kitabı okumak için iyi bir zaman değil!) Kitap, birçok açıdan çarpıcıydı: Her şeyden önce, Dosteyevski’nin karakterleri, sokağı döndüğünüz zaman karşılaşacağınız kadar sıradan ve günahkardı. Hikaye, katil olmak durumunda kalmış bir öğrencinin, rüşvete bulaşmış bir devlet memurunun, sırf zengin diye sevmediği biriyle evlenmek durumunda kalmış genç kızın üzerinden aslında Rusya’nın yaşadığı modernleşme sancısının sıradan bireyler üzerindeki etkisini konu alıyordu. Tüm bunların üstüne, kitap size dönüp dolaşıp şu soruyu sordurarak nifak tohumunu sokuyordu: Gördüğünüz zaman kaldırım değiştirmenize sebep verecek kadar tiksindiğiniz, insanlara zarar verdiğini bildiğiniz birinin yok olması ne kadar suçtu? Bu suç mazur görülebilir, cezalandırılmayabilir miydi? (Bu sorulara yekten hayır diyebiliyorsanız ne mutlu, peki öldüğüne sevindiğiniz biri de mi olmadı hayatınızda, şimdi dönüp o soruları tekrar sorabilir misiniz?) Kitaptan hemen sonra, Dosteyevski’nin hayatının Raskolnikov’la paralelliğini öğrenip daha da şaşırdım: Raskolnikov gibi fakir, günahkar (kumarbaz!) ve sara hastasıydı, o hastalık kitap boyunca Leningrad sokaklarının dondurucu soğuğunda Raskolnikov’dan ayrılmayacaktı. Adi suçtan değil, ama rejim muhalifi olarak önce idama mahkum edilmiş, kurşuna dizilecekken, çar tarafından affedilmiş ve cezasını tıpkı Raskolnikov gibi, kürek mahkumu olarak çekmişti. Kitabın sonunda Raskolnikov, tıpkı Dosteyevski gibi bir “aydınlanma” sonucu koyu bir Ortodoks olur. Bu bile başlı başına, Batı modernleşmesinin (“aydınlanmasının”) antitezidir- Ortodoksluk, bilindiği üzere Hıristiyan teolojisinde Katolikliğin bir kliği, ve merkantilizme ve sonrasında Sanayi Devrimi’ne ortam sağlayacak Protestanlık’ın hasmıdır.

Bütün bunları yazmama vesile olan, NTV Yayınları’ndan çıkan Çizgi Roman Dünya Klasikleri Serisi’nin bir eseri olarak, Suç ve Ceza’nın çizgi romanı. Zaten çizgi roman okuma alışkanlığı olan biri değilim, ayrıca seride daha önce okumadığım hiçbir eserin çizgi romanını okumayı düşünmüyordum, çünkü bir edebi eseri tam anlamıyla yansıtamayacaklarını biliyordum. Ama bu biraz çizgi romana haksızlık olacaktı, çünkü sinema da bir kitabı kopyalamıyor ama yorumluyor, bazı detayları öne çıkarırken bazılarını hepten yok ediyor, son kertede o hikayeyi baz alan daha farklı bir hikaye yaratıyordu. Sinemaya defalarca verdiğim bu imkanı çizgi romandan esirgemek elimden gelmedi. Ukalaca ahkam kestiğime de bakmayın, yukarıda edindiğim izlenimler dışında olay örgüsü bağlamında kitaptan çok fazla şey de hatırlamıyordum aslında. (Genelde kitaplardan, hatta filmlerden aklımda kalan bir cümle/sahne veya -zaman zaman o zamanki ruh halimin de tesir ettiği- bir duygudur, tüm beğenme beğenmeme yorumlarını bu hükmün üzerinden icra ediyorum, bu konuda öznel hissiyatımı aktarmaya çalışıyorum sadece, büyük yorumlara/sentezlere varıyormuş gibi görünmek istemem, bu vesileyle de günah çıkarmış olayım…) Bununla birlikte, kitaba olan hayranlığım, bana çizgi romanı da aldırttı, pişman olmadığımı peşinen söyleyeyim.

Her şeyden önce çizer Alain Korkos ve eseri uyarlayan David Zane Mairowitz, kitabı aynen aktaramayacaklarının bilincindeymişçesine, kitabı cesurca günümüze uyarlamışlar: Arka planda birden çok karede –Çar benzetmesi yapılan- Putin’in portreleri asılı, Mac’ler ortalarda dolaşıyor, duvarlarda God Save Queen afişleri, Pepsi reklamları kol geziyor. Rusya için, şu an da çalkantılı bir dönemden geçtikleri yorumu yapabilir, yani Dosteyevski’nin dertleri hala güncel… Çok fazla psikolojik çözümlemeye girmeden, siyah beyaz çizgilerin de yardımıyla daha çok surattaki ifadelere ve iç konuşmalara yer vererek o ufuneti hissettirmeyi tercih etmişler, kestirme ve akıllıca bir metot bence, spoilerları uzatıp tadınızı daha fazla kaçırmadan, kitabı okuduysanız çizgi romanı da tavsiye ederim şahsen. Bu eserin bir başka yeniden yorumunu ise, Zeki Demirkubuz’dan bekliyoruz, Suç ve Ceza’yı onun gözünden göreceğim günü dört gözle bekliyorum…

Çizgi Roman Dünya Klasikleri iyi iş yapmış olmalı ki, ntvmsnbc.com’da hangi Türk romanını çizgi roman olarak görmek istersiniz diye anket yapılmış ve Yaşar Kemal’in İnce Memed’i açık ara birinci olmuştu- Benim için ne hoş tesadüf! Yine de, gönül ondan önce İhsan Oktay Anar’ın bir romanını görmek ister değil mi sevgili blogger. İhsan Oktay Anar demişken, üstadın Puslu Kıtalar Atlası’yla ilgili çok özel bir yazıyı, Ocak’ın ikinci haftasında buradan okuyabileceğinizi belirteyim de biraz ağzınız sulansın…

27 Aralık 2009

Senin bir an önce taltif edilmen şart!

Vavien, senaryo ve oyunculuk açısından Türk sinemasının yüzakı bir film, henüz seyretmediyseniz, aşağıdaki spoilerları okumayın derim. Taylan Biraderler’in Coen’lere benzetilmesi geyiğinden pek hazzetmiyorum, ama bu lafın sebepsiz yere üretildiğini de iddia edemem: Engin Günaydın bir röportajında, Fargo’ya duyduğu hayranlığı ve bu filmin hikayesinin ona benzediğini söylemişti. Yine de Vavien’i, taşrada sıkışmış insanın kötücüllüğünü anlatığı için, mizah damarı kuvvetli Demirkubuzvari bir film olarak görmek istiyorum. Filmde, sadece bu ülkede olacağına inandığınız bir sürü sahne var, uzun süre sonra içilen ilk sigara gibi, kısa mesajdaki kablo esprisi “şerrrefsizim benim aklıma gelmişti”, pavyon sahnelerindeki replikler de kült olmaya aday… Sonunun hakkınca bağlandığını düşünmesem de, oyunculukların tamamı şahane: Binnur Kaya, Engin Günaydın hatta bu ikilinin kankası İlker Aksum ve Üç Maymun’dan hatırladığımız Ercan Kesal dahil herkes döktürüyorlar. Benim için eşitler arasında birinciyse, Settar Tanrıöven.

Bu adamın oynadığı ve benim kafamda yer etmemiş bir film/dizi hatırlamıyorum: Eşkıya’da ibne otel pansiyoncusu, Alacakaranlık’ta Uğur Yücel’in kankası, Yazı Tura’daki psikopat pezevenk, Takva’da Vakit okuru manifaturacı, Kader’de Bekir’in mazbut babası, Polis’te eski polis –göründüğü sahnenin birinde ettiği küfürün içtenliği hala hatırımda- ve tabi ki hepimizin onu ilk kez gördüğü, Bir Demet Tiyatro’daki Saldıray Abi gibi… Bunların hepsinde yan rollerde görev alıp karakterini seyircinin hafızasına kazımayı başarmış biridir Settar Tanrıöven. Bu haliyle, ilk başrolünü çok geç alan bir başka efsane komedi oyuncusu Şener Şen’e benzetiyorum onu, ve yalnız ve güzel ülkemde yaşamamış olsa, ününün çok başka yerlerde olacağı insanlar listesine ilk sıralardan gireceğini düşünüyorum… Bu filmdeki rolünün, izlediğim diğer filmdeki rollerinden daha ön planda olmasının da etkisiyle, şahane oyunculuğunu uzun uzun izleme fırsatımız oluyor, kahvede kardeşine verdiği akıldaki inandırıcılığı, itiraf sahnesindeki reaksiyonunu, Neşet Usta’yı izleyip attığı saz solosunu tekrar tekrar izleyebilirim. Marifet iltifata tabiymiş, Settar Tanrıöven, küçük büyük her role kendi nefesini üfleyen bir karakter oyuncusu olarak, kendi Yavuz Turgul’unu bekliyor.

18 Aralık 2009

Donna’nın Kokusu

Bir süredir yazamıyorum, üzerimdeki bu ataletin kalıcı olmasından korkuyordum, birilerinin burada yazanları okuduğunu duyuyorum/biliyorum, zaten yola çıkarken de amacımız okunmaktan ibaretti. Hal böyleyken güç yettikçe bir şeyler çiziktirmek lazım... Birkaç gündür niyet edip bloğa yazamazken, hayatta kayıtsız kalamayacağım şeylerden biri başıma geldi: Hiçbir şeyin olmadığı bir öncekinin tıpkısı bir perşembe gününde abimin kanallar arasında dolaşırken, televizyonumuzda hangi numarada olduğunu bile unuttuğum bir kanalda TNT’de Kadın Kokusu’na (Scent of a Woman) rastlaması gibi. Hemen eyesman’e mesaj attım ve son on gün içinde yaptığımdan farklı bir şey olarak CM oynamayıp filmi izledim, hem de tövbemi bozarak dublajlı olarak.

Olan bitene anlamları kendimiz yüklüyoruz tabi ki, bu filme tesadüf etmek bizden başka hiçbir üçlü için (MFÖ, Üç Hürel, Metin-Ali-Feyyaz vb) bu kadar anlam ifade edemez, hem kişisel film arşivimizde, hem birbirimizle olan arkadaşlık hukukumuzda o filmin yeri ayrı, birbirimize yazdığımız yıllık vb yazılarda veya dost sohbetlerinde, devamlı referans gösterdiğimiz bir film bu.

Film, İtalyanca bir filmin yeniden çekimi ve Al Pacino, tek Oscar’ını bu filme borçlu, daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, Akademi, kendisini tartışılır olmaktan bu filmle kurtarmış bence, o adama Oscar vermeyenin ne dünyada ne de ahirette yatacak yeri var zira... İtalyanca olan filmde Frank’i oynayan Vittorio Gassman Cannes’da en iyi erkek oyuncuyu kazanmış, karakterin ne kadar güçlü yazıldığı da aslında buradan belli. Birbirini bu kadar görmezden gelip farklı tercihlerde bulunan iki seçici kurulun da bu kadar büyük bir ödülde ittifak yapmasının başka bir örneği var mı, bilmiyorum.

İtalyan çekimini izlemedim, ama Holywood yapımında Al Pacino hariç tüm oyunculukların kötü olmasının Al Pacino’nun oyunculuğunu vurgulamak amacında olduğunu düşünürüm. Al Pacino’nun karakteri (Emekli Yarbay Frank Slade) film boyunca sinüs eğrisi gibi salınır: Önce kör bir albayı oynar, Testa Rossa’yla polise yakalanınca “gören” kör albayı. Dünyanın en aciz adamı olarak sokaklarda yuvarlanır, ama filmin sonundaki tiradda herkese, izleyenlere bile tepeden bakar. Başta narsistlik paçasından sarkarken, filmin son sahnesinde, torunları üzerinden aslında kendisiyle barışır. Onu izledikçe alkol almayan biri olarak “John” Daniel’s içesim, son derece utangaç biri olarak içimde kalanları bir bir dökesim, kütük gibi dans eden biri olarak tango kursuna yazılasım, bir buhran anımda “It’s all dark here” diye haykırasım gelir. Filmle özdeşlik kurmamda kazmalar kazması Chris O’Donnell’ın (Charlie Simms) öğrenciliğiyle kendimi eşleştirmenin etkisi yadsınamaz sanırım, (Taşradan gelen çocuğun Amerikan Koleji’nde tutunma problemi- Okulun fiziksel yapısından, kütüphanenin çalışma düzenine kadar okulla ilgili birçok detayın Boğaziçi’ne benzemesinden çok etkilendiğimi hatırlıyorum) ama film buna rağmen benim için aslında Frank’in hikayesidir.

Bu filmle ilgili dün fark ettiğim bir diğer nüans, filmin adında mahfuz: İtalyanca orjinalindeki “Profumo Di Donna” kadın kokusu demek, ayrıca meşhur tango sahnesindeki kadının adı da Donna, ve tango sahnesinden önce, Frank’le Donna arasında Donna'nın kullandığı sabunla ve Donna’nın kokusuyla ilgili bir muhabbet geçiyor. Yani eserin ismi aslında tek bir kadının, Donna’nın kokusuna işaret ediyor. Holywood yapımında tamamen İngilizce isimler kullanılırken, yönetmen Martin Brest’in, Donna’nın ismine dokunmamasının sebebi de bu. (Meraklısı bilecektir, Divan Edebiyatı’nda bu tip mecazlar çok sık kullanılır.)

Bu yazıyı aslında hemen filmden sonra yazmak niyetindeydim çünkü bir gün sonra yazı yazma heyecanımı kaybedeceğimi düşünüyordum, bunları şu an yazarken filmden ne kadar etkilendiğime şaşıyorum, herhalde bende çok az film bu etkiyi yapabilirdi. İnsan kendini bile tam tanıyamıyor, yaşadıkça öğreniyor demek ki. Sis ne kadar yoğun olursa olsun, adım attıkça gördüğünüzün değişmesi gibi.

23 Kasım 2009

Pastırma Mekaniği

İstanbul'u seviyorum, ama bu şehri ülkenin geri kalanında gördüğüm tüm şehirlerden ayıran özelliklerden ikisini bir başka seviyorum: Bunlardan ilki, tanıdığınız/sevdiğiniz bir ünlüyle şehir içinde rastlaşma ihtimalinin fazlalığı. Çok uç örnekler verebilirim: Atilla Taş’ı “güzelim mesaj çok kötü bir şeydir” diyerek yanındaki kızın elinden telefonunu almaya çalışırken görmüşlüğüm, Rıdvan’ı Rumelihisarüstü’nde her gün mutlaka oturduğum börekçide sobelemişliğim, Mr. Niceguy’la rüya gibi bir gecenin sonunda rastladığımız Meriç Erkan’ın peşine takılmışlığım, abimden zamanında Kenan İmirzalıoğlu’nun efendiliğiyle ilgili anısını dinlemişliğim var. (Ki kendisi bunu trafikte yaşanan bir yol verme kavgasında tecrübe etmiştir: O zaman çok popüler olan Deli Yürek’in başrol oyuncusunun –o furyaya pek yakın olmayan abim “Demir Bilek mi Çelik Yürek mi o dizinin başrol oyuncusu” demişti bana- kullandığı araba yol vermeyince abim, tabi ki kimin kullandığın farkında olmadan arabasından kavga etmek için inmiş, Kenan İmirzalıoğlu’ysa büyük bir sakinlikle hiç yerinden kalkmadan eliyle özür dileyip abime sakin olmasını telkin etmiş) Bu şehrin en büyük tılsımı, diğer büyük şehirlerde ve bilhassa taşrada yaşanan uzaktan izleme hissinin aksine, size ülkenin tarihine iştirak etme, müdahil olma şansı vermesi, örneğin tuttuğunuz takımın şampiyonluğunu televizyondan izlemeye mahkum değilsiniz, “ben de oradaydım” lafını en çok İstanbul’da söyleyebilirsiniz. Bu “ünlü benzeşmesinin” bahsettiğim tanık olma halinin bir tezahürü, bir türevi olduğunu düşünüyorum. Tanık olmanın zevki, işe yarama hissi bir kenara, bu durumu da yüceltmek ne kadar doğru, şüpheliyim, bu konuyla ilgili en harika laflardan birini Fatih Özgüven etmişti: “Ünlü biriyle tanışmak” demişti, bir festival yazısında, “televizyonun içini açmaya benzer. Büyük bir merakla açarsınız, içinden birkaç telle bir ampul çıkar, ‘bu muydu yani’ dersiniz…” (Ünlü benzeşmesinin muhteşem bir örneği için, “çok ünlü”nün, “az ünlü” tarafından görüntülendiği bir durum için, aşağıdaki videoya bakabilirsiniz.)



İkinci hoşuma giden konuyu anlatmam biraz daha zor. Bu şehrin sakinlerinin, tanımadıkları kişinin sohbetlerine müdahil olma konusunda çok garip bir özgüvenleri var. Maç sonrası Taksim’e formamla çıkmayagöreyim, birçok kişinin maçla/takımla ilgili sorularına maruz kalıyorum, Sultanahmet’in mimarisinden abime bahsederken, verdiğim bilgiyle ilgili bir itirazın/düzeltmenin suflesinin hiç görmediğim biri tarafından anında verildiğine tanık oluyorum, iftar için gittiğim yerde kendimi yandaki masayla sohbet ederken buluveriyorum… Şehrin güvensizliğinden bu kadar dem vurulmasına rağmen birbirine bu kadar aşina davranmak, pes doğrusu…

Bütün bu ikisinin birden aynı anda görüldüğü bir olay geçen pazar günü başıma geldi. Abimle artık gelenekselleştirdiğimiz pazar kahvaltısını yaptığımız Emirgan Sütiş’te (Mükellef bir kahvaltı yapmak istiyorsanız İstanbul'da en favori iki mekanımdan biri, diğeri NamPort) bu pazar yan masamıza Murat Kekilli oturdu. Biz yandan dökülen pastırmaları da çatallayıp ağzımıza tıkarken, hasta Fenerli abim, Güneş enerjisi ile ilgili yeni bir teknolojinin peydah olduğunu sırf muhabbet bir gün önceki derbiden başka bir yöne kaysın diye söylemiş bulundu. Buna göre yansıtıcılar uzaya konuyor, bunlar ışığı uzaya konmuş Güneş pillerine odaklayarak ışığı Dünya’da değil uzayda depoluyordu. Bu Güneş ışığının atmosferde yaşadığı enerji kaybını engellemek içindi, ben tam o enerjinin Dünya’ya nasıl transfer olduğunu düşünürken (bunu hiç bilmediğim Kuantum Mekaniği’yle açıklamaya çalışıyordum), Murat Kekilli’yi o meşhur olduğu şarkısındaki gibi kimse tutamadı, direk lafa daldı: “Ama zaten ışığın hepsi gelmiyor mu?” Korkunç bir polemiğe sebebiyet verdiğimizi hemen anladık. Abim kendisin kim olduğunu benden biraz önce öğrenmişti, yine de Murat Kekilli’yle İsmail YK’yı karıştıracağını sonradan öğrenecektim. Biraz ayak diredi, baktı olmayacak, doğrudur haklısınız gibisinden tornistan yapmak durumunda kaldı. Öyle ya, abimin bu sektörde sekiz senedir çalışıyor olması, Murat Kekilli’den daha çok bileceği manasına tabi ki gelmezdi. Kekilli de muhabbete destursuz daldığı için samimi olarak özür diledi, biz de abimle aynı anda aynı samimiyetle “estağfurullah” diyerek mukabele ettik. Az sonra lise zamanlarımın fenomen adamı masasından kalkınca, abim kendi kendisine sesli olarak kızmaya başladı: Böyle bir konuyu niye uluorta konuşmuştu, önce konuyla ilgili makaleyi niye okumamıştı, tam bilmediği konuda niye ahkam kesmişti. Kendisini “Profesör olsan fark eder miydi?” diye teselli ettim. Haklıydım. İki orta kahve söyledik. Abim “Metus biliyor musun, kahve içerken önce su içilirmiş gırtlağı temizlemek için, böylece telve tadı tam olarak damakta kalırmış "dedi. Bunu birisi müdahil olmasın diye o kadar kısık sesle söyledi ki, ikimiz de bizden başka kimsenin duymadığından emin olmanın rahatlığıyla kahvemizi beklemeye başladık.

8 Kasım 2009

Demirkubuz’un Feneri

blogun üç sahibinin de sinemayla sahici bir ilişkisi var, beraber izleyip dostluğumuzda bir referans noktası oluşturmuş sürüyle film var, blogu açarken sinemanın da bizim esaslı konu başlıklarımızdan biri olmasına niyet etmiştik. Bununla birlikte, takipçilerimiz anlamıştır, her beğendiğimiz filmi/yönetmeni yazmıyoruz aslında ama Zeki Demirkubuz, bir istisna. Çünkü Zeki Demirkubuz, bu ülkede yaptıklarına kayıtsız kalınmaması gereken kişilerden biri. Son filmi, Kıskanmak Nahit Sırrı Örik’in aynı adlı eserinden uyarlandı, bu yazıda ziyadesiyle filme (kitaba değil) eğileceğim. (Uyarmadı demeyin yazının geri kalanı ağır spoiler içerir.)

Hikayemiz 1930 Zonguldak’ında geçmektedir, hayatı boyunca gün yüzü görmemiş, abisinin yanında sığıntı bir hayat yaşamış Seniha (Nergis Öztürk), orta yaşlı son derece çirkin bir kadındır. Abisi Halit'se (Serhat Tutumluer) kendi halinde güzeller güzeli genç eşi Mükerrem (Berrak Tüzünataç) ve kardeşiyle ilişkisi mesafeli bir mühendistir. Mükerrem, Seniha’ya her zaman yakın davranmakta, onu kendi ablası gibi bilmektedir, fakat Seniha’nın hem Mükerrem hem de Halit için bazı planları vardır. Bu planı uygulamaya koyması için İstanbul’dan yeni gelmiş şımarık, yakışıklı Nüzhet’in (Bora Cengiz) Mükerrem’i baştan çıkarmasına olanak sağlaması gerekmektedir…

Kitabın bu hikayesine senaryo birebir sadık kalıyor, aynı zamanda tıpkı kitaptaki gibi cumhuriyetin ilk yıllarındaki toplumsal çatırdamalar, alışkanlıkların değişmesinin orta sınıf üzerindeki etkileri ve taşradaki hayat da arka planda işleniyor. Sadece bir iki kanımca önemli detay filme yansıtılmamış. Örneğin Nahit Sırrı Örik, Seniha’nın kötücüllüğünü, daha önce Seniha’nın çirkinliğinden dolayı hor görülmesinin sebep olduğu hınca bağlarken (kitapta bununla ilgili örnekler de verilir), filmde burası daha yumuşak geçilmiş, yönetmenin niye böyle yaptığını anlamak aslında çok da zor değil. Zeki Demirkubuz sinemasında karakterler, her zaman hem iyi hem kötüdür. Kötülüğü, insan doğasının yaratılışının bir tezahürü olarak kendiliğinden ve çoğunlukla nedensizce yaparlar. Demirkubuz insanın bu karanlık tarafını deşmeyi kendine mesele edinir. Zeki Demirkubuz’un kitapta olmadığı halde filmde, en etkisinde kaldığı roman olan Suç ve Ceza’yı Seniha’nın eline tutuşturması boşuna değildir: Dostoyevski, otobiyografik özelliklerin ağır bastığı bu şaheserinde (Raskolnikov, Rusça asi demektir) yine nedensiz yere benzer bir kötülüğü yapmış, az bir para için ev sahibesini öldürmüş fakir bir delikanlının buhranlarını Rus modernleşmesi arka planında inceler. Kıskanmak kitabını okurken (ki film vizyona girmeden bir iki ay önce okudum) Suç ve Ceza’yla böyle bir bağlantı kurmak aklıma gelmemişti açıkçası, ama o sahne niye Zeki Demirkubuz’un böyle bir film yaptığını anlamamı sağladı.

Zeki Demirkubuz çok katı karakteristik özellikleri olan bir "auteur" sinemacı (ki siz buna "atar" da diyebilirsiniz), bu eserde bunlardan bazılarına ciddi oranda sadık kalırken, bazılarını da cesurca hiçe saymış. En önemli özelliği bu film önceki hikayeleri gibi minimalist ve düşük bütçeli olmaması, Kıskanmak bir dönem filmi, Kader’i bile günümüzde çekmeyi tercih etmiş biri için son derece radikal ve cesur bir karar. Filmin açılışındaki balo sahnesi bence, sinema tarihimizin en iyi açılış sahnelerinden biri, ve dönem filmi yaparken ne kadar titiz çalışıldığını gösteriyor. Ayrıca filmde müziğe yer veriyor ki bu da pek Demirkubuz’un bu zamana kadar tercih ettiği bir durum değildi. Bununla birlikte, kendisinin fanatiklerinin çok hoşuna gidecek birkaç detayla da filme imzasını atmış: Dostoyevski’ye olan açık göndermesini yukarıda anlatmıştım, her zaman için genç, ünlü ve oyunculuğu tartışmalı kadın oyuncuları tercih etmiş (Daha önce de Zeynep Tokuş, Başak Köklükaya, Vildan Atasaver gibi ünlü isimleri başrolde oynatmıştı) ve onları başarıyla yönetmiş biri olarak bu filmde de Berrak Tüzünataç’ı parlatmış. (Güzel kadın karakterini Berrak Tüzünataç’ın oynaması, kendisini her zaman tek geçen biri olarak beni fazlasıyla memnun etti açıkçası, bu dipnotu da düşeyim) Ayrıca, kapılar bu filmde de kapanmıyor ve fanatik Beşiktaşlı yönetmenimiz, birden çok sahnede de kulübüne selam çakıyor.

Kendisini yakından ve hayranlıkla takip eden herkes gibi dönem filmi çektiğini duyunca şaşırmıştım. Zeki Demirkubuz, hakkı yenmiş bir romanı, hakkıyla beyazperdeye taşımış, bunu yaparken de kendi sinemasını oluşturan özellikleri aynen korumuş. Halit’in kömür madeninde kullandığı fenerin mağarayı aydınlatması gibi, Zeki Demirkubuz, insanın karanlık tarafına ışık tutmaya devam ediyor.


Dikkat bu bir futbol yazısıdır!

Dolu bir stada bir kere girmeyegörsün ademoğlunun feleği illa ki şaşar: “Kaynaşmış, sınıfsız, imtiyazsız bir kitle” tek renge bürünmüş kıyafetlerle hep bir ağızdan aynı marşı söyledikçe en antimilitarist geçinen adam mest olur, en burnundan kıl aldırmaz bildiğiniz adamlar golde hiç tanımadığı yanındaki adama sarılır, en mülayimler konu kendi takımları olunca aslan kesiliverir… Velhasıl, tribün psikolojisi başkadır, Beşiktaş tribününün psikolojisiyse bambaşka…



Bu videoyu geçen sene şampiyon olduktan hemen sonra kaydettim. Taraftar, bir coşku patlaması yaşıyordu adeta, kitlenin en baskın duygusu rahatlamaydı: Şükür .mınakoym’dı, nihayet şampiyon olunmuştu. Şampiyon olduğumuz Denizli maçının getirdiği sihirse, ertesi sene oynanan Denizli maçıyla bozuldu.

İstanbul’da yaşamanın en önemli cazibesi, sizi bir izleyici olmaktan çıkarıp, size tanıklık yapma, müdahale etme fırsatı vermesi. Beşiktaş’ı İstanbul’a gelmeden önce de aynı tutkuyla seviyordum ama tanık olmak başka: Geçen seneki şampiyonluk koşusunda Fener maçı hariç, tüm maçlarda staddaydım, efsane Liverpool maçını da stadda izlemek kısmet oldu, tüm bu ve benzeri maçlar için her fanatik taraftarın söylediği söz şudur: Evet, ben de oradaydım. Ben bu lafı daha çok edebilmek için bu sene hayatımda ilk kez kombine aldım, Eski Açık olarak tabir edilen deniz tarafındaki kaleden mümkün olduğunca maçları takip etmeye çalışıyorum. Artık sokaktan geçen vatandaş da biliyor ki (hep bu klişe lafı kullanacağım günü hayal etmiştim), Beşiktaş tribünü demek ziyadesiyle “Çarşı” demek. İnönü Stadı’ndaki izlediğim ilk maç hariç hiçbirini tribünün kalbi Kapalı'da izlemedim. Ama bu tribünün duygusuna ortak olmak için, kendinizi camiaya ait hissetmek için illa tribünün o kısmında oturmanız gerekmediğini biliyorum.

Kişisel algılamama göre “Çarşı” olarak adlandırılan tribün, Kapalı’nın üstündeki “kutu” olarak tabir edilen yere, ama daha çok da Kapalı üste konuşlanmış birkaç yüz kişiden oluşuyor. Bunların hemen hepsi Beşiktaş’ın yerlisi, orada esnaflık yapıyor veya oturuyorlar- bu kulübün geleneğine de uygun, eskiden futbolcular mahallenin topçuları gibi Köyiçi’nde Akaretler’de oturup, Kazan’a, kahveye takılıp maça çıkarlarmış. Birkaç yüzkişi dedik ama, tüm bir tribünü, Kapalı üst, kapalı üstü de, Alen Markaryan yönetiyor. Bu grup, yani Çarşı, sembollerindeki “A”’yı anarşinin A’sına benzetecek kadar politik, Mr. Niceguy’ın rivayet ettiğine göre aklına gelen tezahüratları Kazan’ın alt katında bulunan eprimiş bir deftere yazıp sonra bu marşları Abbasağa Parkı’nda çalışacak kadar organize, takım kötü gittiği “hepimiz kanseriz” pankartı açacak kadar nüktedan, takımıyla patolojik seviyede bir ilişki kuracak kadar saplantılı (Bunun son derece çarpıcı bir örneği için: http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=r2&haberno=5807), ekşisözlükte “yaratıcı Beşiktaş taraftarı” adlı başlığa sayfalarca tanım girilmesine vesile olacak kadar yaratıcı ve burada örnek vermemizi sakıncalı kılacak kadar küfürbaz bir grup. Yazıyı uzatmak pahasına şu küfür meselesine sona doğru tekrar döneceğiz çünkü burada manipülasyonun ve demagojinin alası yapılıyor…

Bununla birlikte, Çarşı’nın popülaritesinden nemalanmak isteyen binlerce taraftar var, bunlar genelde lise üniversite yaşlarındalar, Kazan’da içiyor, çarşıda dolaşıyor, ve takımını da sadıkça destekliyorlar. Yani tek bir Çarşı yok, yapılan yorumlarda bu nedense atlanıyor. O stadda, aşağıda gördüğünüz fotoğrafın olduğu yerde ben her devre arasında karton üstünde namaz kıldığına şahidim, ki eminim sorsanız, o namazı kılan adam için de varsa yoksa Çarşı’dır. Bununla birlikte Çarşı maalesef ki, emniyet “emredince” hemen “misafir olan”, yönetimle son zamanlarda fazlasıyla iç içe geçmiş, tribünün tamamına söz geçiremeyen, Sinan Engin’le hemencecik barışan yani tutarsızlıkları da az olmayan, neşesi derhal öfkeye ve şiddete evrilebilen bir grup… (satılmış Çarşı diye tezahüratı vallahi de billahi de duydum. Denizli maçında stadın yaptığı protestoya kapalı iştirak etmeyince staddan oraya büyük bir tepki yükselmişti. İşin iç yüzünü yani Demirören’in oraya adam sokup Kapalı tribünü terörize etmek suretiyle susturduğunu sonradan öğrenecektim) Emniyetle olan ilişki demişken, evet emniyetle olan gereksiz yakınlaşmaları rahatsız etse de, aşağıdaki videoda geçen tezahüratı bu şiddette de hiçbir taraftar gurubunun yapamayacağını teslim etmek lazım… (Çarşı’yla ilgili yazılmış en başarılı yazılardan biri için http://www.radikal.com.tr/Default.aspx?aType=HaberDetay&ArticleID=881488&Date=04.06.2008&CategoryID=103)


Küfür meselesine dönecek olutsak, İnönü ve Çarşı bu konuda sabıkalı: Süleyman Seba gibi heykeli dikilmiş bir efsane, küfür kıyamet gösterilen tepkiye dayanamayıp istifa ederken, Süleyman Seba’nın yerine “Avrupa’nın beş büyüğünden biri” yapma vaadiyle gelip, sonra kendisine küfredildiği için istifa eden Serdar Bilgili, göreve gelirken Seba’ya gösterilen davranışı ayıplayan bir tek laf etmeye tenezzül etmedi. Hatta o küfürleri etmek için tribüne para yedirdiği rivayet edildi, ediliyor. Aynı Serdar Bilgili şeref tribününde kendisine bireysel olarak (organize değil) küfredilince gururuna yediremeyip arkasına bakmadan istifa edecek, onun yerine gelen Yıldırım Demirören de, ne tesadüftür ki Süleyman Seba’ya ayıbın büyüğü yapılırken ve Serdar Bilgili de küfür yüzünden istifa ederken üç maymunu oynayacak, aklı tepki okları kendine yönelince başına gelecektir, e ne de olsa etme bulma dünyası...

Bilgili ve Seba dönemleri benim yakından takip ettiğim ama en nihayetinde okuduğum, duyduğum, izlediğim kadarıyla bildiğim dönemler, hakikatle ilgili kuvvetli hislerim var fakat kesin konuşamam, ama bu döneme tanığım, bu sefer yutmam. Wolfsburg maçında 88 dakika staddaydım, “şerefsiz”den başka hakaret duymadım. Olaylı Denizli maçında da tribündeydim, ama o maçta da bir iki dakika dışında hiç küfür duymadım. Bir de taraftarın gözünden bakalım: Teknik heyetin telafisi yok dediği maç, 0-3'lük hezimetle bitti, bu ŞL’de alınmış en ağır iç saha mağlubiyeti, bu stadda daha önce Barcelona’lar, Milan’lar, Bayern Münih’ler, Manchester United’lar, Liverpool’lar böyle bir skor görmedi. "Telafisi yok kesin kazanmamız lazım" denen maçın ilk yirmi dakikasında verilmiş beş net pozisyon var. Bunlar konuşulmuyor, en ucuz biletin 75 TL olduğu maçta, içeri şemsiye sokmasına müsaade edilmediği için o sağanak yağmurun altında iki saatten fazla beklemek zorunda kalmış 30000e yakın kişiden ne yapması bekleniyor? Hayal kırıklığının düzeyini anlatmak için bir anekdot anlatayım: Maç çıkışında hiç tanımadığım bir kadın durup dururken bana “Ben fenerli kocama ne diyeceğim şimdi?” diye sordu. Yönetim "demokratik tepkiye saygılı”ymış “ama küfre karşı”ymış, ben 25 yaşıma gelmeden bu “ama”nın ne manaya geldiğini anlayacak kadar yaşadım bu ülkede. Ertesi gün on dört tribün liderini sigaya çekmesini bilen Emniyet, bundan dört hafta önce Denizli maçında stadın beş altı yerinde beşer dakika arayla kavga çıkaran kişiler için naptı acaba? Onların gözden kaçmasında Demirören'in adamı olmasının etkisi olmasın sakın? Yoksa küfredenleri tek tek tespit ettiği iddia edilen stadın içindeki yüz küsur kamera o zaman yok muydu? Hem taraftar da niye küfreder di mi sayın blogger yani terbiyesizliğin ne alemi var, hayatında okulda, askerde, evde fiziksel veya psikolojik şiddete hiç mi hiç maruz kalmamış, çevresinde hiç küfürlü konuşan biri olmamış biri nereden bilir di mi o küfürleri, günlük hayatında küfretmeyen adamlar nasıl gelip stadda küfrederler, çok ayıp .mınakoym.

Neyse, daha bu pilav çok su kaldıracak belli ki yazıya sıkıştıkça bu konunun etrafında dolaşabiliriz, ama son söz olarak şunu diyelim: Küfre karşı olanlar -ki dediğim üzere çok sert ve yoğun bir tepki tabi ki var, bu takıma destek veren herkesin hakkı, ama organize küfür henüz olmadı- bundan iki sene önce Demirören’in Ankaragücü maçında taraftara yaptığı hareketi hatırlamıyorsa ziyanı yok, en azından bu zamana kadar bu stadda başkalarına veya Seba’ya dakikalarca küfredilirken nerede olduklarını açıklamadan veya Demirören’in Wolfsburg maçında kameraların gözü önünde tribüne ettiği küfrün hesabını sormadan inandırıcı olmalarına imkan yok. Biraz taraflı oldu yazı affedin, Goethe’nin dediği gibi “samimi olmayı vaat edebilirim, tarafsız olmayı asla…”

24 Ekim 2009

Tuzla da kokmasın

Geçen sene bu zamanlar, rahat batıp Boğaziçi’nde mastıra başlayınca, işimizin ender sevdiğim taraflarından biri olan haftasonu zinhar çalışmama prensibi sekteye uğradı, o zamandan beri hafta içi çimlerde gebeş gebeş yenen hurmaların haftasonu bıldır dırmalaması durumu söz konusu, ve bilhassa güneşten gözünüzün kamaştığı bir havada, hele o hava da mevsimin son ışıltılı günlerinden biriyse, götün götün Allah’ın unuttuğu yere, Gebze’ye gelmenin azabı ve yarattığı histerik hal, ancak daha önce yurtta/askerede önemli bir mahrumiyet yaşayanların empati kurabileceği bir duygu. Ama muzdarip olanlar iyi bilir, ademoğlu bu tip çaresiz durumlardan eğlence çıkarma konusunda mahirdir. Bizim usanmadan tekrarladığımız ritüel ise, Tuzla’da köfte.

Ritüel diyorum, zira bu aktivitemizde yapılanlar standart ötesidir. Fatih’in yolu o cumartesi ofise düşmüşsse, onun dile gelse neler diyeceği meçhul Peugeot 206’sıyla, yanımızda duruma göre diğer kader kurbanı marabalar olduğu halde (ürün geliştirme mühendisinin terminolojimizdeki karşılığı “dijital maraba”dır), yardır Allah düşülür yollara. Tuzla, benim için E-5’ten çıkıp Tuzla Piyade Okulu'nun önüne dönen kavşaktan başlar, 2007 Aralık’ında eşlik ettiğim Hüseyin’in yemin töreni dün gibi hatırımda. Bizi bu zamana kadar müdavimi olduğumuz Filizler Köfte’ye götüren tek şeritli yol boyunca, sahil tarafında gördüğüm yazlık sitelerin mimarisinin bizim yazlığa benzemesi, bende bu muhitin bundan takribi otuz sene önce (zira benim yazlığım o zaman yapılmıştı) zengin İstanbullular’ın sayfiye yeri olduğu intibaı yaratır. Ama o arabesk şarkıda olduğu gibi, o eski halinden eser yoktur şimdi. Bir Bodrum, Marmaris, Çeşme olamamış (örn. Ayvalık) veya eski şaşasını kaybetmiş (Tuzla, Erdek hatta Kuşadası gibi) sahil yerleri, bilhassa boşken, bana tuhaf bir biçimde hüzünlü gelir. Tüm yaldızları dökülmüş, kurtulmak istediği taşranın ta kendisi olduğu gerçekliği tüm çıplaklığıyla oranın sakinlerine sirayet etmiştir. (Yazlıkta kışın nasıl geçtiği de, başka bir yazının konusu, o da sözüm olsun ey blogger)

Köftecide paçangaların pastırması yandan dökülüp 15 TL’den lira şaşmayan hesap ödendiği zaman etkinliğin ikinci etabı başlar: Sahilde yürüyüş. Yandaki fotodan anlaşılacağı üzere, Tuzla sahil şeridi İzmir Kordon’a feci şekilde benzer. (Fark etmişsinizdir, nasıl sevdiklerimizi/sevgililerimizi bir başkasına/kendimize benzeterek seversek, ben de gezdiğim mekanları o şekilde başka sevdiğim/yaşadığım yerlere benzetirim.)


Sahil boyunca, yıllar yılı aradığı kısmeti internetten tanıdığı kişide bulacağı umuduyla öğlenin yarımında Atatürk heykelinin altında elinde çiçekle bekleyen orta yaşlı adamlara, İstanbul’da iğne atsan yere düşmeyen restoranların sinek avlayan şubelerine, sahilde zaman zaman burnunuzun direğini kıran bok kokusuna (kardeşim tuzlar mısınız naparsınız bilmiyorum ama Kordon’un şimdiki haline benzetmek istiyoruz burayı, İzmir Körfezi’nin on beş sene önceki haline değil), veya ancak taşrada görünebilecek manasız afişlere (yandaki fotoda yer alan "fark ücreti" ne demek anlayan varsa beri gelsin) rast gelir, bir an çalıştığınız yerin boktanlığını, size yüz vermediğini düşündüğünüz kızı, atılmanızın çok muhtemel olduğu mastırı, yetiştirilmesi gereken ödevi, hasta yakınlarınızı unutur, hayattan zevk alırsınız. Hayattan zevk almak için sırf o denizin dinginliğine bile bakmak yeter ya, neyse... Gerçeğin dank etmesi için, arabaya atlayıp, Gebze’ye döndüğünüz tüm yol boyunca küfredip ofisin o kısmışlığında meramınızı anlatmaya ihtiyaç duyduğunuz için böyle bir yazı yazmanıza aslında hiç gerek yoktur, bizimkisi dertleşmek sadece...

18 Ekim 2009

Yakup’un takibi

Yakup, Şeyh Galip’in türbesine inen yokuşun ve bir zamanlar Yüksekkaldırım olarak bilinen yerin tam köşesinde iki buçuk saattir ayakta duruyordu. (O Yüksekkaldırım ki, Şeyh Galip’in en parlak temsilcilerinden biri olduğu Divan Edebiyatı’nın antitezini oluşturan Orhan Veli’nin en meşhur şiirinin öznesiydi, Yakup o yorgunlukla bu bağlantıyı tabi ki düşünemedi). Ayaklarındaki takatsizlik, sarhoşluğunun etkisini artırıyor, gözleriyle sağı solu kolaçan ederek oturacak bir yer arıyordu. Ama Karaköy’e inen Tünel’in başladığı yerdeki küçük meydanda, hepsi kapılmış olan çiçekliklerin köşesi hariç oturacak yer bulmak tabi ki mümkün değildi. Yakup, kısa ömründe buranın yaşadığı başkalaşıma tanıktı. Taksim’in tüm özgül ağırlığı buraya kaymıştı, ilk müdavimlerinin barlara giremeyen bekar erkekler, züğürt delikanlılar, bardaki gürültüden kafası şişip çıkanların olduğu bu yer mekansız kalanların uğrak mekanı olmuştu, Tünel’in başındaki küçük meydan bir şehrin eğlenme alışkanlığının bir nevi türevi haline gelmişti. Bu kalabalığın coşkusu, devinimi, örgütsüz buluşma halini Yakup, Sultanahmet’te kurulan ramazan eğlencelerinden hatırlıyordu, iki ayrı kitlenin iki çok yakın mekanda farklı zamanlarda benzer tarzda eğlenmesi Yakup’un garibine gitti. Bütün bu düşünceleri Yakup’a yakın olan çiçekliğin köşesinde oturan çiftin uzaklaşması kesti, Yakup kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle açılan bi götlük yere seğirtti. Çakınca üzerinde flash royal dizilişi beliren çakmağını cebinden çıkardı, paketindeki son sigarasını yakmak için boynunu hafifçe öne ve sola eğdi. Bulunduğu ortamın kalabalıklığına rağmen yanan tütünün çıtırtısını duymasına şaşırdı. Kafasını kaldırdığında hırpani kılıklı birinin kendisine baktığını fark etti.

“Kardeş, bi sigara versene?” diye seslendi yabancı. Dedesi yaşında görünüyordu. Yakup, üstü başı yırtık adamın telaffuzunun düzgünlüğünden tahsilli olduğunu tahmin etti ve cevap verdi: “Maalesef, son sigaramı şu an içiyorum.” “Önemli değil, ben zaten kullanmıyorum sigara” diye yabancı sırıtınca, Yakup, böyle adamların nasıl olup da hep kendisini bulduğuna kızdı. “Kardeşim, niye istiyosun o zaman?” “Ben, seninle tanışmak için geldim, seni yıllardır takip edip kollayan ak sakallı dede, benim” Yakup, son birayı içmemesini söyleyen arkadaşına hak verdi. Artık gerçekle hayali karıştırır hale gelmişti. Yine de kendini toparlayıp gecenin son mantıklı cümlesini kurdu: “Ama, birader, senin sakalın yok be”. “Köseyim, ondandır, adım da Köse Yancı Hüseyin”. Yakup sigarasını yer gibi uzun bir nefes çekerken, Köse Yancı Hüseyin, ağzındaki baklayı çıkarıverdi: AbicimabicimabicimabicimakalımmıabicimalemlerebenialemleresoksanaabicimermişdedikyardımedelimdedikkendimiziunuttukabicimCihangiregidelimmiabicimyenibarlarpavyonlaraçılmışgarıylangızlangezelimgünümüzügünedelimabicim. Yakup, niye arkadaşlarıyla gitmeyip, bir sigara içecek kadar da olsa Tünel’de kaldığına kızdı. Adam, bu lafları hakikaten bir çırpıda söylemişti. Yakup hışımla kalktı, uzaklaşmak için yürümeye başladı. Ama ak sakallı dede, ismiyle müsemma biri olarak hakikaten yancıydı, Yakup’un peşini bırakmıyordu. “Bak Hacı mısın Hoca mısın nesin” dedi, “benim gözlerim iyi görmez. İyi görmediğim için gördüklerim de yer etmez, hafızam da zayıftır, seni tanıyorsam da hatırlamıyorum. Şimdi de evime gidiyorum, sanırım ona da yancı olamazsın herhalde.” Hüseyin, arkasından “abicimabicimozamanbibirasısmarlasanaabicimbibirabibira" diye son bir tırmalamada bulundu. Hakikaten onu tanıyor olabilir miydi? Yakup şansına lanet etti, daha önce hiç alkol alan veya bara girmeye çalışan ak sakallı dede görmemişti, ama ondan kurtulma hissi o kadar ağır basıyordu ki, elini cüzdanını almak için kotunun arka cebine soktuğunda, cüzdanının yerinde olmadığını fark etti. Galatasaray’a kadar gelmişlerdi, gayriihtiyari ağzından, “cüzdanım yok” cümlesi çıktı. Hüseyin sakindi. “Otururken cebinde miydi?” “Evet” diye cevap verdi Yakup. "Kalkarken düşmüştür, gidip oturduğun yere bakacağız.” Tüm yolu Hüseyin önde Yakup bir adım onu takip eder vaziyette geriye doğru hiç konuşmadan yürüdüler. Yakup’un ayağındaki takatsizlik gitmiş, tüm dikkati geri gelmişti. Hüseyin kendinden beklenmedik bir çeviklikle yürüyordu. Cüzdanın unutulduğu meydanda yüzden fazla kişi vardı. On dakikada pekala yok olabilirdi. Aslında o cüzdana bakmak için geri gitmenin bile bir izahının olmadığını biliyordu, ama garip bir biçimde, Tünel’e yaklaştıkça umudu artıyor, umudu arttıkça daha hızlı yürüyordu. Çiçekliğe gelmeden Yakup cüzdanı fark etmiş, hemen öne geçip bir çırpıda bir eksik olup olmadığını kontrol etmişti bile. Yakup, işaret parmağını sevinçle göğe doğru yükseltirken, Hüseyin ayeti anımsayıp gülümsedi: “O gün, gözün keskindir.” Her şey birkaç dakika içinde olup bitmiş, Yakup vücudundaki son adrenalini kullanmıştı, Yakup yine sarhoş haline geri döndü. Hüseyin’in hakikaten o ak sakallı dede olma ihtimali bir şimşek hızıyla zihninden geçse de, bu saçma düşünceden hemen vazgeçti. Yine de ihtiyar yancı, bir birayı hak etmişti, bunu söylemek için arkasına döndüğünde gözleri onu kaybetti. Karanlık, yorgunluk ve astigmat birleşmiş, Yakup’a felek yine oyununu yapmıştı.

Bu hikayede yazmaya değer hiçbir şey yoktu. Bu hikaye, bu şehirde yaşayan herkesin başından her zaman geçebilirdi. Eğer Yakup, eve giderken cüzdanını iki saat sonra bir daha kaybetmeseydi. Eğer bunun bir rüya olması için parmağıyla işaret ettiği yukarıdakinden tekrar yardım istemeseydi. Eğer aynı gün içinde tekrar ayılıp bu sefer minibüs ile evi arasındaki yolu tekrar yürümeseydi. Eğer bu sefer cüzdanı yerde bulamayıp kös kös evine dönerken cüzdanı, her zaman koyduğu kotunun değil, sadece cüzdan değil, hiçbir şey koymadığı ceketinin cebinden çıkmasaydı. Bunlar olduğu için, evinin kapısından girene kadar liseden beri taşıdığı cüzdanı elinde taşımaya karar verdi Yakup. Artık cüzdanla arasındaki ilişki, Frodo’nun yüzüğüyle arasındaki ilişkiye dönmüştü. Apartmanın kapısından girerken son bir kez boş sokağa baktı. Gecenin karanlığında, karanlığın sessizliğinde ne Hüseyin’i, ne de bir başkasını görüyordu.

8 Ekim 2009

Sekizinci Sanat

Siz şimdi yalandan bi blog açtık ya bienal yazarız (büyük Türk siyaset adamı, yedi cedden Ankaragüçlü Melih Gökçek’in buyurduğu üzere “tükürürüm böyle sanatın içine” çok afedersiniz), İstanbul Modern’deki Sarkis sergisinden bahsederiz veya filmekimi için tüyo veririz zannediyorsunuz di mi, onları gidin siz kültür mantarlarından okuyun… Ben başka bir şey yazacağım: Günümün hatrı sayılır bir kısmını VAN’dan bozma camı açılmayan bir Transit’te geçirdiğimden (kim yapıyor kardeşim bu arabaları!) ve sabahları pek uyuyamadığımdan dolayı cep telefonuna sardım, tabi radyo falan bir yere kadar, (sabah zaten bindikten on dakika sonra Kocaeli FM’e falan talim durumu söz konusu) cep telefonuna bilumum oyunları indirdim. Şu kadarıyla söyleyeyim bu biraz araştırmadan ne kadar geliştiğine asla inanmayacağınız bir sektör haline gelmiş. Java tarafından desteklenen .jar uzantılı ve birkaç yüz kilobyte büyüklüğünde olan oyunlar çeşit çeşit: Futbol veya araba yarışı zaten Allah’ın emri de nostalji yaşamak isteyenler için Final Fight veya Street Fighter, telefonda onnumara pike çekerim derseniz bilardo, elim langırt oynarken nasır tuttu, yok mu bunun çaresi derseniz langırt, malım ben sekiz saat öööle parmak kadar ekrana bakarım derseniz menajerlik oyunu bile var! Ama hepsinin içinde favorim, Gladiator.

O filme olan hayranlığımı anlatmam hakikaten zor, küçükken kazandığım film izleme alışkanlığımı ortaokulda kaybetmişken, dokuz sene önce Kemeraltı’nda kocaman ama külüstür bir salonda neredeyse tek başına Gladiator’u izlediğim günü dün gibi hatırlıyorum, Ridley Scott'ın, büyük bütçeli epik tarihi filmleri furya haline getiren başyapıtının (Troy, Kingdom of Heaven gibi filmler bu damarı kullandı) birkaç filmle birlikte bana sinemayı yeniden sevdirdiğini ve bende film izleme alışkanlığı yarattığını rahatlıkla söyleyebilirim. Filmin tarihsel gerçeklere olan yakınlığı, kalabalık sahnelerin görkemi, politikayla ilgili üstü kapalı göndermeleri, girişteki uzun savaş sahnesi, Maximus’un Roma’da ilk arenaya çıktığı sahne beni hakikaten çok etkilemişti. Film, başladığı sahneyle bitmesi hasebiyle de (Maximus’un kendini evinin tarlasında, ellerini başağa sürerken hayal ettiği sahne) benim için bir klasik… Tüm bunları yazdıkça, DVD’yi takıp filmi yeniden izlemek geliyor içimden, bende çok eski bir DVD kopyası sapasağlam duruyor, filmi genel toplamda altı yedi kere izlemiş olabilirim…

Oyun cep telefonu için Fishlabs firması tarafından Nokia ve Sony Ericsson telefonlar için tasarlanmış, başka makinalar tarafından sanırım desteklenmiyor. Oyunun başındaki Dreamworks logosunu takip eden “At my signal, unleash hell.” yazısını görmek bende yukarıda yazdığım tüm anıların canlanmasına sebep oldu. (Prologue yazıları devamlı değişiyor ve font filmdeki kredilerin fontunda, bu bile oyun için ne kadar özenildiğinin kanıtı) Oyunu detaylandırıp sizi çok sıkmak istemem, klasik bir üç boyutlu dövüş oyunu, ilk başta üç gladiator seçme hakkınız varken, şampiyonluk kazandıkça diğer tüm gladiatörlerle oynama hakkı kazanıyorsunuz, Maximus’la oynamaya hak kazanıp puan rekorunu kırdığım zaman Maximus’u değil de beni azat etmişler gibi sevindim bugün. Tutorial kısmında Proximo size hangi hareketin nasıl yapılacağını uygulamalı olarak anlatıyor. Bu oyunu diğer “mobil oyunlar”dan (ki literatüre kazandırdığımı ümit ettiğim bu kelime vatana millete hayırlı uğurlu olsun) iki temel farklılık var: Görece ehven grafikler ve 3. boyut hissinin kullanıcıya tam olarak geçmesi- Görüntüler hayatını atari köşelerinde zayi etmişler için söylüyorum Tekken’den hallice ve o kadar büyük bir arenada oynuyorsunuz ki götün götün kaçmaktan bir süre sonra oyun sekseğe dönebiliyor. (Ayrıca müsabakalar hem Roma’daki Colloseum hem de Roma’nın eyaletindeki arenada gerçekleşiyor) Bir diğer güzellik oyunun matruşka durumu- Bir süre sonra her şampiyonlukta bir mükafat var, Hagen, Tiger, Maximus derken en sonunda Commodus’la bile oynadım (Marcus Aurelius veya Proximo hortlayacak diye tırsmıyor değilim) bu da sizin oyuna olan bağlılığınızı artırıyor. Adamlar en son bomba olarak da bluetooth’la oynanabilme opsiyonu koymuşlar, elin gavuru yapıyor sayın seyirciler. Oyunun temel kusurlarınıysa çok zor bir oyun olmaması, ve müziklerin o kadar efsane bir soundtracki olan filme kıyasla sıradanlığı olarak belirtebiliriz.

Sakalımızın olmamasından kelli sözüme itibar etmeyenler için oyunu tanıtan videoyu ekliyorum, hadi kolay gelsin, ayrıca http://www.fishlabs.net/en/mobile-games/action-games/gladiatorden de oyun hakkında daha detaylı bilgiye ulaşabilirsiniz.

4 Ekim 2009

Güneşi Dürdüm

Yılbaşılarını sevmem- her yer pahalı ve kalabalık olur. Elhamdülillah desem yeridir, doğru dürüst kutladığımı hatırlamıyorum. Böle yetmiş yaşındaki Bab-ı Âli emektarları gibi lafa girmiş bulundum, lafı yılbaşı algımın yazdan müteşekkil olduğuna getirmek istiyorum: Benim için iki mevsim vardır- yaz ve diğerleri, dolayısıyla yılın bittiğini ben yazın bitmesiyle anlarım.

Yaz mevsimi, benim için sekmez, haziran ortasında başlar, çünkü ancak o vakit bu yazının yazıldığı yere altı yüz küsur kilometre olan yazlığımız gidilebilir olur. O dönemde, sadece paltolarım, botlarım falan boyanıp/kuru temizlemeye verilip kaldırılmaz, kışlık metus da naftalinlenerek hurcun dibine konur. Tabi onunla birlikte okunan kitapları, takip edilen festivalleri, boğazda yenen balıkları, dört duvar arasında saatlerce yapılan kahvaltıları, her gün yapılan yüz yirmi küsur kilometreyi, o yoldaki uğursuz uykuyu, çalışılmazsa okuldan atılmakla ve askerliğe yatay geçişle sonlanacak dersleri, çoğunlukla biz taraftarını kahırlara gark eden takımın yine de insanı teselli etmekten geri durmayan maçları, sonsuza kadar izleyebileceğim nba maçlarını da kapsayan kışın tüm alışkanlıları/rutinlikleri de… Yazlık metus ise, başka rutinleri olan, abisinden yadigar güneş gözlüğünü nereye takacağını bilemeyen, önüne çıkan her fırsatta kapağı yazlığına atan, orada kışın tam aksi hayat süren bir adamdır- her gün asgari dört saat kağıt oynar, gecenin dördüne kadar oturur, kerhen ve nadiren sitesinden dışarı çıkar, mutlaka ve büyük bir hevesle çift kale maç yapar ve ne kadar yorgun olursa olsun o terle güneş batarken denize atlar. Atlar ve yüzmez. Sadece durur. Durur ve şükreder. Mutlu olmanın ne kadar basit olduğuna hayret eder. Güneş onun durduğu sırada düşer, düşer, tek, koyu, kırmızı bir huzme halinde gözüne daha güzel görünür. Sonra batar. Metus, sayılı günlerin o kadar çabuk nasıl bittiğini bir kere daha anlamaz.
Kelebek etkisi pek yaratmayan ama kelebek kadar ömrü olan yaz tatili bittiğinde, bir yaş daha geçmiştir. Metus yine şarjı tam dolmadan prizden çekilmiştir- bu tabi ki onun pil ömrünün kısalmasına neden olacaktır. İlk birkaç gün işlemci bazen geçişte sorun yaşar, ofiste otururken, saate bakarken, Metus kendini yazlıkta olması halinde o an ne yapıyor olduğunu tahmin ederken bulur. Bu Neo’nun matrix aleminde şimdi anımsayamayarak uyduracağım ve filmin hayranı eyesman’in beni odunla dövmesine yol açacağı bir takım işletim sistemi hatalarına yol açmasına benzer bir durumdur.

Kış, Metus için abisiyle arasında geçen şu diyaloğun yaşandığı ilk gün resmen başlamıştır: “Abi kış geldi kış, uyursun sen artık.” “Valla uyurum ne güzel çıkmam ben evden…” Yazın başlangıcı ne kadar sabitse, sonu da o kadar oynaktır, 2009 yılında ey blogger, o gün, puslu havası, hiç görülmeyen güneşi ile Metus için bomboş geçmiş 4 Ekim’dir…

30 Eylül 2009

Yazıyooor yazıyoooor… Çarpacaz’ın tuhaf kuruluş hikayesini yazıyor!

Mal bulmuş mağribi gibi atladığım ilk yazı vazifesi elime yapıştı iyi mi? Ne zormuş kardeşim bu işler, yaza sile aşındı emektar makinamın ekranı neredeyse…

Bildiğimiz sorulardan başlayalım: Daha önce, kah birlikte kah ayrı ayrı yıllarca çeşitli dergilerin ucundan kıyısından tutmuş ve vakti gelince bırakmış (ama birbirini hiç bırakmamış) üç tane adam Aziz Nesin’in o şahane hikayesine selamla, bu boku niye yedi? Bu en kolay soru çünkü yazmak kendinizi alamayacağınız bir ego tatmini. O kadar ki ansızın buluverdiğiniz, hoşunuza giden bir ifade sizin ayaklarınızı yerden keser, tıpkı Nesimi’nin o muhteşem dörtlüğünden girişte alıntıladığım üzere iki lafın belini doğrultmaya çalışırken yardım almak için etrafı gözlediğinizde, büyülü bir biçimde birden tüm parmakların size doğrultulduğunun, zekanızın taltif edildiğinin ve tüm alemin sizi seyrettiğinin farkına varırsınız. Herkes tarafından görünür olmuş, yüksek bir mertebeye konmuş, dolayısıyla fark edilmişsinizdir. Siz ne için yaşıyoruz zannediyordunuz? Bununla birlikte mükafatın parlaklığı gözünüzü yanıltmasın, herkesi görmeye çalışmanın herkes tarafından gözetlenebilmek manasına geldiğini unutmamanız gerekir. Moliere herhalde bu yüzden “yazı yazmak orospuluk gibidir” der. “Önce dostlarınız için yaparsınız, sonra insan ayırt etmeden herkesle, en son yaptığınız iş için para alırsınız.” Biz sanırım birinci ve ikinci yol arasındaki kavşaktayız…

İkinci soru daha zor: Bu isim ne demek? Eh, ruh halimiz buna elverdi, Neredesin Firuze’deki çulsuz şirket gibi üçümüz de çırpındıkça yolun başında olduğumuzu fark ediyoruz, “dipteyiz, yattık, bekliyoruz... çarpacaz” Üç Boğaziçi mezunu, farklı kültürlerden bölgelerden üç benzemez… Burası okuyanların hayatın keşmekeşinde teneffüs edebileceği, rahatlayacakları matrak bir yer olsun diye niyet ettik, mümkün mertebe siyasete bulaşmayacağız, eş dostun yazmasını teşvik edeceğiz, yaşamaya dair ne yapıyorsak burada bir aksi olacak: Gittiğimiz maçlar (futbol yazacağız, ama merak etmeyin maç yazmayacağız), izlediğimiz filmler (Antonioni veya Sex and the City, ne çıkarsa bahtınıza!), gezdiğimiz müzeler (Siz hiç Trailles’e gittiniz mi?), dinlediğimiz müzikler, okuduğumuz kitaplar/yazarlar (Gökhan Özgün duy sesimizi!), müptelası olduğumuz diziler, (siz Mad Men’i sadece elinde viskiyle dolaşan reklamcıları anlatan dizi olarak mı görüyorsunuz?), sote kebapçılar, hepsi veya hiçbiri kimbilir, yazı bir kere akmayagörsün… Attila İlhan’ın sözünü unutmuyoruz: Birileri için yazarız, bizi hiç tanımadığımız başka birileri okur. Büyük lokma yiyip büyük söz söylememeye özen göstereceğiz, mütevazı damarı korumaya çalışacağız, kendi halinde adamların kendi halinde özgürce at oynattığı bir alan nihayetinde burası ama ilk yazı itibarıyla biraz ağır oldu galiba, idare et ey blogger. Mevlana gibi mütevazılığıyla nam salmış bir şeyhin, Mesnevi’nin girişini yazdıktan sonra, bunu “göstermek” için beyitleri sarığına yazıp Konya’da dolaştığının rivayet olunduğu bir dünyada bizde ne gezer o kadar tevazu, sürçü lisan edersek affola…