10 Aralık 2012

"Hak etmekle bir ilgisi yok"

Cep telefonuna gelen her mesaja birheves davranıp, spam olduğunu anladığında; senle benzer hayatları süren arkadaşlarının sosyal ve kariyer statülerine kıskançlıkla baktığında; eski yazılarını dönüp dolaşıp tekrar okuduğunda; bir zamanlar içinin cız ettiği kız mesaj attığında artık hiçbir şey hissetmediğini ve onun herkes gibi olduğunu her fark ettiğinde; ağlamak için başını yastığa koymayı beklediğin gecelerde ve günü nasıl geçireceğini hiç bilmediğin gündüzlerde; ne eski anılarının ne gerçek olmadığını her haliyle bildiğin dizilerin ve filmlerin, ne de okuduğun o afilli kitapların seni teselli edemediği hüzünlerinde; her aldatıldığında, her aldatıldığımda; sana yapılan kötülüklerin karşılığını hiçbir zaman veremediğinden ötürü kendi beceriksizliğine her lanet ettiğinde; etrafında ölümü senin yanına bile yanaşamayacağın bir tevekkülle bekleyen insanlar her arttığında; o ölümü bekleyen insanlardan biri için hayatında bir gazeteyi bile başından sonuna kadar okuyamamış kadar cahil kocasının “ben onu çok sevdim” deyişindeki hakikat karşısında dilin tutulduğunda; duaların hiçbir şekilde kabul olunmadığında,  buna mukabil dinle diyanetle hiçbir alakası olmayan insanların mutlu mesut hayatlarına alık alık baktığında, ve bütün bu lüzumlu/lüzumsuz detaylar her aklına geldiğinde kafanda tek bir soru olur: Ben bunları hak edecek n’aptım?

Başlıktaki ilham için bkz. Unforgiven

28 Ekim 2012

Bir Taşralı için Ritüeli, Anımsattığı ve Hissettirdiğiyle Kurban Bayramı

Onların etleri ve kanları asla Allah’a ulaşmaz. Fakat O’na sizin takvanız ulaşır.
Hacc, 37

Takva, Allah’a bir evlat için, yani soyun devamı için yıllar yılı dua edip, muradına erince ona “Allah işitti” manasında “Eşma-el”  adını koymaktır. O uğurda yıllar yılı dua ettiği evladı Eşmael (İsmail)’i gık demeden kör bir bıçakla Allah’a soğukkanlılıkla kurban etmeye nazır olmaktır takva.

Kurban bayramı, çocukluğa, babaannenin evinin bahçesine geri dönüp, yitip giden zamana ve etkilerine lanet etmektir: Artık limonlar o bahçedeki ağaçların çok yukarılarındadır, toplamaya kalktığınızda dikenleri kolunuza batar, kolunuz çizilir. Zihnen ve bedenen erimiş babaannenizin gözünün içine sırf manalı bir cümle kursun diye bakarken de yüreğiniz... O kadar çizilir ki, siz takva sahibi biri olmasanız da Allah sizi işitir. Giderken babaanneniz, “Oğlum ne zaman geleceksin ders çalışmaya?” diye sual eder. O kadar ileri hasta olmasına rağmen, sizin onu ziyaret etmeniz için bir dahaki bayramı bekleyeceğinizi ve o çocukluğunuzun hatrına yanında olduğunuzu bilir. Bir sokak ötede, sadece bir sokak ötede dedenizin kardeşinin bahçeli evi müteahhite verilmiş, bahçenin yerinde yeller, kagir evin yerinde ise üç katlı bir binanın sevimsiz pimapenleri esmektedir. Her katın bir kardeşe verildiğini yüzünüzü buruşturarak dinlersiniz. Sadece müteahhitler mi insanlar mutlu olsun ister acaba bu devirde? Bir müteahhitle babaannemin mutluluktan anladığı aynı şey olabilir mi hiç peki?

Geçenlerde Sırrı Süreyya Önder yazdı, “nakledilir ki Cebrail-i Emin üç gündür hiçbir şey vahyetmemişti. Peygamber sahabeye dönerek ‘Ya ashaplarım! Diliyorum ki biriniz bir güzel hikâye veya bir macera söyleyiniz. Biraz onunla meşgul olayım. İnşallah kardeşim Cebrail gelsin ve vahiy getirsin.’ dedi. “Hikâyenin iyisine” der Sırrı Süreyya Önder, “vahiy dileyen peygamberler bile muhtaçtır.” Hal böyleyken dört aylık yeğeninizi eğlemek için hikaye uydurma zorunluluğuna şaşmamalı. Kurban bayramı aynı zamanda küçük bir bebeğin sayesinde geleceğe gidip hayal kurmaktır. Anlattığınız bir hikayeyi beğendiği zaman dudağı ve gözleriyle güldüğü anda birden ve nedensiz yere o hikayeyi kesip, onu bir daha gördüğünde yürümeye başlamış olacağını ona fısıldamaktır. Akşam körfez manzarasına bile bakmayacağınız evinizde yapayalnız ve onsuz ne yapacağını o bebeğe sormak, onun suratının/suretinin birden ciddileşivermesini izlemektir. Bir arkadaşımın şahane tanımlamasıyla küçük bir bebeğe verebildiğiniz tek duygu olan sevginin artık neredeyse elle tutulur bir hal almasıdır. Kurban bayramı onun size verebildiği tek karşılık olan o gülücüğe kurban olmanızdır, ondan ayrıldıktan sonra arabanızın onun kokusuyla dolması, o kokunun ara ara sizin burnunuza gelmesidir.

Kurban Bayramı, yıllar yılı peşinden koştuğunuz kızla hiçbir şey olmamış gibi, eski günlerdeki gibi, (yani Nazım Hikmet’in o enfes dizesindeki gibi, herkes gibi) konuşmaktır. O “dargınlar barışır” safsatasının gerçeğe en yakın olduğu an, işte o andır. Sizin ilk olarak yazlıkta bir zamanlar esnaflık yapmış, ikinci olarak da ateist bir arkadaşınızdan telefon almanızdır bayram tebriki olarak. Telefonda bayram sabahı İstiklal’in, Galatasaray Lisesi’nin önünün ne kadar ıssız olduğundan bahseder size, sırf o ıssızlığı bertaraf etmek için aramıştır sizi. “Dargınlar barışır” olmasa da, “dostlar konuşur”, bir bayram gerçeğidir.

Bu bir kurban güzellemesi değildir, bir bayram güzellemesidir. Geçmiş kurban bayramınız, ey ehl-i blogger, mübarek ola. 

15 Ekim 2012

Twitterla Blog(ger) Arasındaki Farklar

Twitleriniz dijital makinayla çektiğiniz fotoğraflar gibidir, bir daha dönüp bakmazsınız, blog yazılarınız çerçevelettiğiniz resimler gibidir, kendinizi kötü hissettikçe bakma ihtiyacı duyarsınız.
Twitter hınzırdır, blogger mazur.
Twitter toplantıda kaçamaktır, blogger mesaide kafa dağıtmak.
Twitterda takipçiniz sizi o an çevrimiyse okur, blogda sizi takip etmeyen de bulur.
Twitter kitleleri mobilize eder, blog bireylerin ufkunu açar.
Twitter tanışmak istediğiniz ünlüyü görünür kılar, blogger öğrenmek/tanımak istediğiniz konuyu/kişiyi ulaşılabilir.
Twitter rakipsizdir, blogger tumblr vb rakiplerince kuşatma altında.
Twitter güncele dair her şeyi içeriir, blogun tematiği makbuldür.
Twitter özgürleştirir, blogger derinleştirir.
Twitter öfkenizi alır, blog hüznünüzü.
Twitterda gündemden geri kalmamakla teselli olursunuz, bloggerda kendinizi kısıtsızca ifade etmekle.
Twitter anlıktır, blogger durağanlık.

27 Eylül 2012

Sürmelim'in Keledoş'u


Taha, iki yıl önce terk etti Ankara’yı. Anasını beraberce götürüp Başkale’ye gömdükten sonra, buralara iki yıl dayanabildi. Varını yoğunu bir hafta içinde elden çıkardı, iki çocuğunu ve karısını aldı, çok uzaklara gitti. Bir daha geri dönmemek üzere.

Lastikçiydi. 1994 yılıydı; öyle hatırlıyorum. İşi götüremeyecek kadar yaşlanmış Kızılcahamamlı Lütfü Ağbi’den, ehven bir hava parasıyla dükkânı devralıp bana komşu olduğunda, bütün suskun ve kederli havasına rağmen, çabuk kaynaştık. Benimle tribüne gelecek kadar da futbolu sever olmuştu. Büyük oğlu Derviş’i Gençlerbirliği’nin altyapısına yazdırdığımız gün, oğlundan daha sevinçliydi. Kırmızı-siyah, ne de olsa Vanspor’un da renkleriydi. İyi esnaf, çok iyi adamdı. Çok uzaklarda bu yazıyı okuyacak olursa, biliyorum bana çok kızacak.

İlk yıllarda Taha, ne zaman Ankara’da bir asker cenazesi kalksa, tuhaf bir mazeret uydurarak ortadan kaybolur, benden birkaç saatliğine dükkâna göz kulak olmamı isterdi. Şaşırır, bir anlam veremez, nedense soramazdım. Ailece daha seyrek görüşürdük. Ama anası Sürme’yi iki-üç günde bir görmesem rahat edemezdim. Meşrutiyet Caddesi’nin yukarılarında, Kocatepe Camii’ni arka cepheden gören bir apartmanın altı üstlü iki dairesinde oturuyorlardı. Taha, dertleştiğimiz bir gün, aynı evde oturmaya anasını bir türlü ikna edemediğini anlatmıştı. Sürme’yi tanıdıkça, onu bir şeye ikna etmenin imkânsız olduğunu ben de anladım.

Yemeklerine hastaydım. Öğlen olduğunda, bir bahane yaratıp Taha’nın yanına geçer, o sihirli; “Erkan Ağbi, anamda yiyip gelelim mi” lafını duymak isterdim. Bazen bizim çıraklardan birini gönderip yemek getirtirdik. Giderek, ben de iyice arsızlaştım. “Sürmelim, oğlun gelir mi bilmem, ben yemeğe geliyorum” demeye başladım. Ona ilk kez ‘Sürmelim’ dediğimde, karıma yıllar önce ilk kez, Beşevler’de bir pastanede ‘Seni seviyorum’ dediğim günkü boğuşmamı hatırladım. Dış sahada idmandan çıkmıştım. Aynı ‘siyaset’tendik. Buluşup konuşmamız gereken ‘önemli şeyler’ vardı. Pastaneye bir saat önce gelmiştim, ama her geçen dakika bana, onun gelmeyeceğine dair umutsuzluk aşılıyordu. Geldi, karşımda oturdu ve yarım saat lüzumsuz yere siyasi gelişmelerden ve örgütün mükemmel tahlillerinden bahsettim ona. Limonata bardağı elimde, kıvranıp duruyordum. Hayat, gelip bir ana takılmıştı. Ya uçup gidecektim ya da düşüp bitecektim. Uçup gittim.

Taha’nın anasıyla da bir sınırı aşmak istiyordum. Taha’yla kulis filan yapmadan bir kuşluk vakti açtım telefon, ‘Sürmelim’ diye lafa girdim. Sesimi tanıyıp, “Söyle Şeytan” dedi. Bu kadar çabuk teslim olacağını tahmin etmemiştim. Galiba “Bir gün sadece benim için bir yemek yap da geleyim” gibi bir cümle kurmuşum ki, “Yarın gel, sana keledoş yapacağım” dedi.

Evin mutfağı, Kocatepe Camii’ne yukarıdan bakıyordu. Sürmelim, tabağımı silme keledoş doldurmuş, ama sürekli buzdolabından bir şeyler çıkarıp koyup, ısrarıma rağmen masaya oturmamakta direniyordu. Göz ucuyla, mutfağın ucundan cami avlusunu kesiyordu. İki-üç dakika kayboldu, tertemiz bir kıyafetle önüme dikilip, “Şeytan” dedi, “sen kapıyı çekip gidersin, ben camiye gidip geliyorum.” Bir deprem gibi nerdeyse her şey birden olmuştu. Usulca kapanan kapının sesini duydum, yemeğimi bitirmeden masadan kalktım. Mutfaktan camiye doğru bakınca, avludaki asker kalabalığından, ama asıl fora edilen bayraklardan, Kocatepe’den asker cenazesi kalkacağını anladım. Hemen evden çıktım. Asansörü beklemeden yedi kat merdivenleri indim. Sürmelim’i Beğendik’in önünde yakaladım. Hiçbir şey sormadım. Beni görünce o da bir şey demedi. Koluna girerek merdivenlerden avluya çıktık. Bayraklar ve ‘Şehitler Ölmez Vatan Bölünmez’ sloganları arasından, bildiği bir yere doğru gider gibiydi. Sonra bana, ‘bir bakışta anayı bulma’ tecrübesini uzun uzun anlattı. Ağlayan bir sürü kadının arasından birine sarıldı. Biraz uzak kalmıştım. Bir şeyler söyledi. Duyamadım. Avludan çıktık, merdivenleri indik, Mithatpaşa Caddesi’nden Meşrutiyet’e dönerek eve geldik.

Taha’nın bazı öğle vakitleri ortadan neden kaybolduğunu o gün anladım. Sürmelim’in Kocatepe’den hiçbir asker cenazesini kaçırmadığını, yüreğim sıkışarak öğrendim.

Bir daha keledoş yiyemedim. Sürmelim anladı mı ne, o da bana bir daha keledoş yapmadı.

Sonra bir gün Sürmelim’i Başkale’ye götürdük. Oraya bıraktık. Cenaze kalabalığı dağıldı. Taha’yı bir ara mezarlığın ucuna doğru bir yerde gördüm. Yeğenler, hısımlar bir mezarın başındaydılar. Ben onlara doğru giderken, onlar bana doğru geliyordu. Şehmus’dan öğrendim orada yatanın Taha’nın kardeşi olduğunu. Orhan’ı dağdan getirip oraya bıraktıklarını. Taha’nın bunu yıllarca benden neden sakladığına dair bir sitem geldi aklıma. 

Sonra kendimden utandım. Başkale’den döndükten sonra, nerede bir asker cenazesi görsem, Sürmelim’in bir kadına sarılan o görüntüsü geliyor gözümün önüne.  O anaya söylediği, benim duyamadığım seslerle çarpışıyorum.

O sesler arasında, Orhan’la 100 metre berisinde yatan anasından, benim Sürmelim’den
artık esirgenmeyecek bir söz arıyorum.

( Radikal'de Erkan Goloğlu'nun 15 Ağustos 2009'da çıkan yazısı)

24 Eylül 2012

İsrail’in Cinneti: Gazze

Bugün, yutamayacağım bir lokmayı ağzıma atacağım: Filistin Sorunu ve özelinde Gazze Ablukası.

Lokma büyük çünkü kronoloji hakikaten karmaşık, sorun -bence- yüz yıllık bile olmamasına rağmen hızla kronikleşti, insani boyutla meselenin özü tamamen birbirine girdi, şiddet sarmalına hızlıca dolandı ve gerçek Amerika’daki en kuvvetli lobi olan Yahudi lobisinin manipülasyonlarıyla örselenegeldi.

Konuyu en iyi, bir Yahudi fıkrası açıklar: Bir turist, Kudüs’teki Ağlama Duvarı’nda vecd içinde öne arkaya doğru sallanarak dua eden bir haham görünce yanaşıp ne için dua ettiğini sormuş. Haham “İsrail- Filistin meselesinin çözülmesi için” diye mukabele etmiş. “Ben 40 yıldır her cumartesi gelir burada dua ederim.” “Peki” demiş turist, “bir faydasını gördün mü?” “Yok” diye cevap vermiş haham, “bazen duvara karşı konuşuyorum gibi hissediyorum.” Bu mesele duvara laf anlatma meselesidir biraz.

Bu konuyla ülkemizin hemhal olmasının ardında yatan kişi belli: Suriye kumarı nedeniyle şu aralar birçok çevre tarafından pek de haksız olmayan sebeplerden ötürü yerden yere vurulan Ahmet Davutoğlu. Davutoğlu, artık kabinenin popüler bir ismi, hepiniz onun bir akademisyen olduğunu (Boğaziçi!), Neo-Osmanlı hayaliyle yaşadığını, kendisi her ne kadar “hükümet görüşü” dese de mevcut dış politikanın mimarı olduğunu biliyorsunuzdur. Ama Hamas Gazze’de yapılan özgür seçimi kazandıktan sonra, meşruiyeti hiçbir Avrupa ülkesi tarafından tanınmıyorken, lideri Halid Meşal gizlice Ankara’ya gelmiş ve başbakanla görüşmüştü, Davutoğlu o zaman için Başbakanlık başdanışmaydı yani kabine dışındaydı, o zamandan beri bu politikayı şekillendiren isimlerin başında geliyor. Dışişleri Bakanları seviyesinde yapılan kapalı bir oturumda “Kudüs’te Filistinlilerle beraber namaz kılacağı günü hayal ettiğini” söylediği ortaya çıkınca orta çapta bir kriz çıkmış, kendisini kapalı bir oturumda söylenenleri size söylemeyeceğim, ama şu kadarıyla söyleyeyim, BM kararlarına bakarsanız ne demek istediğimi anlarsınız minvalinde bir açıklamayla savunmuştu. Kudüs’ün Filistin toprağı olduğunu söyleyen bir BM kararı olduğunu, ben bu sayede öğrenmiştim. İsrail, bunun gibi sayısız BM kararını yıllar yılı yok sayageldi, 11 Aralık 1948’de alınan ve mültecilerin hızlı bir şekilde evlerine dönmelerini vaat eden BM’nin 194 sayılı kararı, bunlardan sadece bir tanesi. 1967 Savaşı’ndan hemen sonra, İsrail’deki en yüksek hukuk otoritesi, İsrail hükümetini şöyle bilgilendirmişti: İdaremiz altındaki topraklardaki sivil yerleşimler, Dördüncü Cenevre Konvansiyonu’nun kesin hükümlerine aykırıdır. İsrail Adalet Bakanı, bu görüşe katıldığını açıkladı. Savunma Bakanı Moşe Dayan ise, “İsraillilerin işgal edilen topraklara yerleştirilmesi, bilindiği gibi uluslararası anlaşmalara aykırıdır, fakat bu yeni bir bilgi değil” demişti. Fütursuzluk, İsrail sağının, diğer milliyetçi hareketlerden bile sık sergilediği en karakteristik özelliğidir. Zaten aynı zat, şu cümleleri söylemekte de beis görmeyecekti: (İsrail) kılıcı tek değilse de ana araç olarak görmeli, onunla morali yüksek tutmalı. Bunun için tehlikeler icat etmeli ve bunu yapmak için provokasyon ve intikam metodunu uygulamalı.

Gazze’nin kontrolünün Filistinlilere geçmesinin tarihi 1994, efsanevi Oslo Barışı’ndan hemen sonra. 2005’te İsrail bölgeden kendi vatandaşlarını da çekince, alan tamamen Filistinlilerin kontrolüne kaldı. Gazze Ablukası İsrail ve ABD tarafından 26 Ocak 2006’da, Filistinlileri özgür seçimlerde yanlış tarafa oy verdikleri için cezalandırmak amacıyla başlatıldı. 25 Haziran 2006’da Onbaşı Gilad Şalit’in kaçırılmasından sonra İsrail’in saldırıları daha da ağırlaştı. Halbuki yalnızca bir gün önce İsrail Gazze’de iki sivili kaçırmış ve onları İsrail’e göndermişti.

28 Aralık 2006’da İsrail İnsan Hakları Örgütü B’Tselem, İsrail’in işgal altındaki topraklarda gerçekleştirdiği zulme dair yıllık raporunu yayımladı. O yıl İsrail güçleri altı yüz altmış yurttaşı ve 141 çocuğu öldürdü. Sonuç olarak İsrail güçleri 2000’den bu yana neredeyse dört bin Filistinli öldürmüştü.

Temmuz 2007’de seçilmiş hükümeti askeri bir darbeyle devirip yerine El Fetih’in kuvvetli adamı Muhammed Dahlan’ı getirmeyi amaçlayan ABD-İsrail girişiminin Hamas tarafından durdurulmasının ardından Hamas’la El Fetih arasındaki savaşı Hamas kazanınca, İsrail Gazze Şeridi’ne ekonomik bir abluka uygulayarak bu yeni duruma hemen karşılık verdi. Hamas ablukaya, Gazze Şeridi’ne en yakın kasaba olan Sderot’a füze fırlatarak misilleme yaptı. Bu gelişme, hava kuvvetlerini, topçusunu ve savaş gemilerini kullanması için İsrail’e bahane oldu.

2007’nin eylül ayında İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda günde ortalama sekiz kişi öldü. Bunların çoğu çocuktu. İsrail’in başlıca askeri analisti Zeev Schiff’e göre “İsrail ordusu daima kasıtlı ve bilinçli olarak sivil halkı hedef almıştır.” Uluslararası Af Örgütü, Gazze ablukasında İsrail’in beyaz fosfor bombası kullandığının “açık ve yadsınamaz” olduğunu bildirdi ve yoğun yerleşim alanlarında defalarca kullanılmasını bir savaş suçu sayarak kınadı.

Haziran 2008’de İsrail ve Hamas bir ateşkeste uzlaşmışlardı. İsrail hükümeti, 4 Kasım’da Gazze’yi istila edip yarım düzine Hamas aktivistini öldürerek anlaşmayı bizzat bozana kadar, Hamas’ın tek bir roket dahi fırlatmadığını resmi olarak kabul ediyor. Hamas ateşkes anlaşmasını yenilemeyi önerdi. İsrail kabinesi öneriyi reddedip 27 Aralık’ta [2008] öldürücü ve yıkıcı Dökme Kurşun Operasyonu’nu başlatmayı tercih etti.

Maalesef her haham girişte anlattığım fıkradaki kadar nüktedan değil: Kuşatmadan bir sene önce, Seferad Hahambaşı Başbakan Olmert’e bir mektup yazmıştı. Jerusalem Post’un aktardığına göre, eski Hahambaşı, Gazze’deki bütün sivillerin roket saldırılarından sorumlu oldukları, dolayısıyla roket saldırılarını durdurmak için düzenlenecek yoğun bir askeri saldırı sırasında sivillerin ayrım gözetmeksizin öldürülmesinde ahlaki açıdan hiçbir yasaklamanın bulunmadığı bilgisini veriyordu.

İsrail ordusu Gazze’nin sivil halkını bombaladığında ve bunu teröristlerin sivil hedeflere yaptıkları füze saldırısına karşı kendini savunma hakkı olarak açıkladığında, BM Genel Kurulu Başkanı, eski Katolik Kilisesi Rahibi ve Nikaragua Dışişleri Bakanı Miguel D’escoto Brockmann bu eylemi soykırım olarak tanımlamaktan kaçınmadı. BM yardım görevlisi Jan Egeland ve İsveç Dışişleri Bakanı Jan Eliassın, İsrail’in Gazze saldırıları hakkında Le Figaro’da şunları yazdı: Çoğu çocuk 1.4 milyon kişi, dünyanın nüfus yoğunluğu en yüksek bölgelerinden birine yığılmış durumda; hareket özgürlükleri yok, kaçacak ve saklanacak hiçbir yerleri yok.

Şabat gününde başlayan, Gazze’nin büyük bölümünün harabeye dönmesi ve bin kadar kişinin ölümüyle sonuçlanan o saldırıdan iki hafta sonra, Gazzelilerin çoğunun yaşamını sürdürebilmesini sağlayan BM Kuruluşu UNRWA (Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Kuruluşu), İsrail askeriyesinin yardım sevkiyatının Gazze’ye ulaşmasını engellediğini duyurdu. Gerekçesi Şabat günü olduğu için geçişlerin kapatılmasıydı. Yüzlerce kişi Şabat gününde Amerikan bombardıman uçakları ve helikopterleri tarafından katledilebiliyorken, bu kutsal güne saygı gereği, ölüm kalım savaşı veren Filistinlilere yiyecek ve ilaç verilmemeliydi.

Elektrik kesintileri yüzünden insanların odun ateşi yakmaya çalışması sonucunda, Gazze Şeridi’ndeki Şifa Hastanesi’nde yanık vakaları yüzde 300 arttı. İsrail klor sevkiyatını yasakladı, bu nedenle [2009] Aralık ortalarından itibaren Gazze Şehri’nde ve kuzeyde su kullanımı üç günde bir altı saatle sınırlandırıldı.

İsrail’le Türkiye ilişkilerinin çıkmaza girmesinde Davos’ta 29 Ocak 2009’daki one minute krizi, bir dönüm noktası. 31 Mayıs 2010’da Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda, rotasını Mısır’a çevirmişken yapılan ve gemideki dokuz yolcunun ölümüyle sonuçlanan olay, iki devletin arasına “kan girmesi”ne yol açtı, ilişkiler o zamandan beri bu sorunun çözümüne kilitlenmiş durumda ve süre iki tarafın da lehine işlemiyor. Ama Mavi Marmara, bu ablukayı kaldırmak üzere yola çıkan ilk gemi değil. 30.12.08’de Dignity [Haysiyet] isimli küçük bir gemi Gazze’ye gitmek üzere Kıbrıs’tan yola çıkmıştı. Gemideki doktorlar ve insan hakları aktivistleri, İsrail’in suç teşkil eden ablukasını delmek ve kapana sıkıştırılmış Gazze halkına tıbbi malzemeler götürmek istiyorlardı. İsrail savaş gemileri uluslararası sularda bu küçük geminin yolunu kesti, çarparak ciddi hasar verdi; gemi az daha batıyordu, güçlükle de olsa Lübnan’a ulaşmayı başardı. İsrail yalanlardan oluşan rutin bir açıklama yaptı. Fakat aralarında CNN muhabiri Karl Penhaul’un, eski Temsilciler Meclisi üyesi ve Yeşil Parti’nin başkan adayı Cynthia Mckinney’in de olduğu gemideki gazeteciler ve yolcular açıklamayı yalanladılar.

Mavi Marmara’daysa, İsrail komandoları gemiyi ele geçirmek üzere bir operasyon düzenlediler, İsrail tarafının açıklaması, örgütlü bir direnişle karşılaştıkları ve meşru müdafaa yaptıklarıydı. Sonradan BM tarafından Eylül 2011’de hazırlanan raporsa Türkiye tarafından tepkiyle karşılandı, Türkiye raporu tanımadığını açıkladı. Rapor, kısaca “Filonun ablukayı kaldırmak için düşüncesizce hareket ettiğini, katılımcıların çoğunun bir şiddet niyeti olmadığını, ama yine de başta İHH olmak üzere düzenleyicilerin gerçek niyetleri, amaçları ve uyguladıkları hakkında ciddi soru işaretleri bulunduğunu belirtti. Ayrıca, ilk helikopterden inen askerlerin, Mavi Marmara katılımcıları tarafından, önemli organize ve şiddetli bir direnişle karşılaştığını, zincir, sopa vs silahlar kullanıldığını ama ateşli silah kullanılmadığını… … diğer yandan İsrail’in ölümler karşısında tatmin edici bir açıklama yapamadığını… …9 kişiden 7’sinin vücudunun birden çok yerine isabet eden kurşunlarla… 5 tanesinin arkadan vurularak… …tek kurşunla vurulan iki kişiden birinin iki gözünün ortasından, ve en az birinin çok yakın mesafeden ateş ederek öldürüldüğünü, bu kişinin (Amerika vatandaşı da olan Furkan Doğan) yüzünde, kafatasında, sol bacağında ve sırtında da yarası olduğunu, muhtemelen öldürücü kurşunu aldığında zaten yaralı olduğunu, bunun tanık ifadeleriyle de desteklendiğini… …ve ölenlerin hiçbirinin yaralayıcı alet taşıdığına dair bir kanıt olmadığını… söylüyordu. Rapor, bu haliyle bile şimdiye kadar anlattıklarımla ne kadar uyumlu, farkındasınız değil mi?

İsrail, cüretini Amerika’dan alıyor, bunu inkar edebilecek babayiğit var mı, bilmiyorum. Harry Truman, vaktinde “Kusura bakmayın beyler, seçmenlerimin arasında yüzbinlerce Arap yok” demişti. 1949’dan bu yana ABD, İsrail’e 100 milyar dolardan fazla hibe yardımı yaptı ve yönetimin parçası olmayan kurumlar da yılda 1 milyar dolar para aktarıyor. Bu tutar ABD’nin Kuzey Afrika’ya, Güney Afrika’ya ve Karayipler’e aktardığı paranın toplamından daha fazla. Sözü edilen bölgelerin toplam nüfusu 1 milyardan fazladır, İsrail’in nüfusuysa yedi milyon. Bununla beraber, hakkını teslim etmek gerekir ki ABD, Filistinlilerin geri dönüş hakkından resmi düzeyde hiçbir geri adım atmadı. Birkaç haftadır yaklaşan başkanlık seçimindeyse tuhaf şeyler oluyor. Obama’dan ümidini kesen Netenyahu’nun Cumhuriyetçi Mitt Romney’i desteklemesi, Obama’yı suçlar mahiyette açıklamalar yapmasının ardından, ajanslara bugün düşen haberde Obama Netenyahu’nun İran hakkındaki açıklamalarına yönelik gürültü ifadesini kullandı. (Bir başka fıkra gibi özel konuşmada, Sarkozy, yanılmıyorsam İngiltere Başbakanı Cameron’a, Netenyahu için ‘Bunun yalanlarından bıktım’ demişti)  Obama, dört senelik başkanlık kariyerinde İsrail’e en açıktan cephe aldığı zamanın seçim arefesi olmasını kendime izah edemiyorum, ama eğer bu gerçek bir paradigma değişikliğine evrilirse, İsrail’in fütursuzluğunun sonu gelebilir.

Kaynakça:
Noam Chomsky- Ilan Pappe Yaşamla Ölüm Arasında Gazze- Dünden Bugüne Filistin Sorunu
NTV Tarih Temmuz 2010 Sayısı özel eki. (Kapaklarında İsrail’in yaptığının devlet terörü olduğunu ilanen duyurmasındaki cesaret, takdire şayandı gerçekten…)


2 Eylül 2012

Güneybatı Sahillerinde 1000 km

Yine sıfır yaratıcılık ve hayalgücü muhteva eden klasik bir gezi yazımla (rota: Göcek-Fethiye-Ölüdeniz-Kaş) karşınızdayım sevgili müdavimler. Bu yazıda da yediğim bıldır hurmalardan, başıma gelen tuhaf loserlıklardan, çektiğim Dadaist fotolardan kupleler bulacak, benzer bir rota çizecek olursanız ve beğenime güveniyorsanız işinize yarayacağını düşündüğüm birkaç tüyodan istifade edeceksiniz. Yazı konseptini benim için son zamanların en yürek burkan romantik komedisi 500 Days of Summer’dan apartarak km km yediğim naneleri sergilemek suretiyle oluşturdum, yerseniz. Yahut okursanız.




335: Benim evimin önünden (İzmir Tarihi Asansör) Göcek’te gayet konforlu Arion Otel’e (tek eksisi odalarının biraz ufak olması) gitmek için yapacağınız km miktarı. Göcek, çok klas olduğunu her açıdan size hissettiren bir tatil beldesi. Şirin demek isterdim ama bildiğin kodaman yuvası, oranın denizinde beachinde sağımda solumda milyon dolarlık teknelerle beraber yüzmek bana yağmurda hızlı hızlı yürüyüp ıslanmamaya çalışırken yandan geçen lüks bir otomobil tarafından tepeden tırnağa sıçan gibi ıslatılma hissi verdi. Zaten Türkiye’de başka hiçbir tatil beldesinde bu kadar yatçılığa dönük dükkan tabela vs görmedim. MM Migros’ta bile yatlara servisimiz yapılıyordu tabelası vardı, artık o derece abartılı olay, bizi bile daha çok in ve cinlerin takıldığı beach’e limandan bir zodyakla götürdüler.


                                                                             
Şehirde bir km içinde görebileceğiniz üç adet marinadan en afillisi, Doğuş Holding’in akıllara seza D-Marin’i. Henüz bitmemiş birkaç büyük bina ve içinde marina, Swissotel’e ait bir butik otel ve aşağıdaki fotoğrafta gördüğünüz “şey” var. Şey diyorum, zira bence buna ev demeye bin şahit ister. Evin önünden geçen kanal marinaya bağlanıyor, evinizin önündeki zodyaklarla marinaya gidip oradan yatınızla Göcek'in mavisine dalabilirsiniz.


… veya sahilden 12 adalar denen ufak adacıklara açılan tekne turuna katılır, hem maviyi, hem yeşili aynı denizde yan yana, iç içe ve peşisıra görebilir, ayrıca kaptanın akıcı Acun İngilizcesiyle (alfınaursivimdaym) dilediğinizce dalga geçebilirsiniz. Koyların hepsi birbirine benziyor, yine de yüzme merakı varsa sıkılmanız mümkün değil- bununla birlikte tabi büyük tekneli turlarda verilen hizmetten beklentiniz fazla olmasın.


                                                                                         
Keyfinizi kaçırmak gibi olmasın ama bu 12 adalardan bazıları mesela Zeytin Adası, Türkiye’nin önde gelen zenginlerine ait olagelmiş. Özal zamanında Asil Nadir’in, sonra Cem Uzan’ın, şu anda da Ahmet Nazif Zorlu’nun… (Rantın, hadi ayıp olmasın, sermayenin son otuz yılda nasıl el değiştirdiği de herhalde daha basitçe anlatılamaz) Keza Simavi ailesina ait de bir başka ada var.

Akşam yemeğini Can Restaurant’ta yedik, biraz tuzlu olmakla birlikte çok da fena değildi, tüm gezide İzmir’de uğrak yerlerimiz olan balıkçılar kalibresinde bir yer göremediğimizi belirteyim yalnız.

Beldede hatrısayılır oranda Amerikalı turist olması ve bisikletin de bir Türk beldesine göre ortalamanın üstünde bir sıklıkla kullanılması da ilginç geldi bana, demek insanlar çok pahalı oyuncaklardan sıkılınca çocukluklarına mı dönüyorlar, nedir…

342: Maruz kaldığımız kodaman radyasyonundan arınmak için İnlice Köyü’nün yakınlarındaki İnlice Halk Plajı’na gidip orada çekip fotosunu Zaytung’a koyabileceğimiz kuma gömülmüş amcalarla beraber denize girmek de isteyebilirsiniz. Ayrıca bu eşsiz deneyiminizde nasıl olup da kumda terlikle yürürken belinize kadar kum sıçratmayı başarabildiğiniz üzerinizde derin derin düşünme imkanınız olacaktır. Gün sonunda plajın oradaki marketten alacağınız magnumla da mutluluğun dibine vuracak, ergenken yılda sadece birkaç kere cornetto almanıza müsade edilen yıllarınızı gülümseyerek anımsayacaksınız.

366: Fethiye Marina’da, fiyat performans olarak şiddetle tavsiye edeceğim Alesta Otel’e varışta kadranda okuyacağınız km. Ama esas film, Fethiye’de değil, Ölüdeniz’de dönüyor, oradaki oteller de daha az lüks olmasına rağmen görece daha pahalı. Fethiye Liman’dan kalkan tekneler de Göcek’teki 12 adalara götürüyorlarmış, ama daha uzun bir deniz yolculuğuyla, dolayısıyla o tura Göcek’ten çıkmayı tavsiye ediyorum. Balık yemek isteyenler için Fethiye Balık Hali, İzmir Güzelbahçeyi andıran bir atmosfere sahip, çok matah olmamakla birlikte Hilmi’nin yerini tavsiye ediyorum.
376: Ölüdeniz. Namını kesinlikle hakeden bir yer. Öncelikle bitki örtüsü ağaçlık (daha çok çam) ve diğer yerlerden daha da abartılı olarak denizin bittiği noktadan itibaren ağaçlar yükselmeye başlıyor, mesela At Bükü’nde (at mı bükü?) çam iğneleriyle beraber yüzmek çok keyifliydi. Burada yapılacak temel aktivite, tekne turuna katılmak: Burada da kendine faydası olmayan bir başka adam Fatih Tabak’la beraber birnevi askerlikte acemilik günlerini anımsatan manzaralar görüp yurdum insanının neden böyle olduğuna dair felsefi tartışmalar yapmaktan arta kalan vaktimizde, hepsi birbirinden özgün koylarda ense yapma imkanı bulduk: Mavi Mağara, Aziz Nicolas’nın şöle bir uğradığına inanılan köy, -ki bu yörede bunlardan balya balya var- ve tabi ki Kelebekler -bizim deyimimizle Öberekler-Vadisi..




Tekneyle yanaştığınızda elektriğin bile olmadığı ve 95’te 1. Derece SİT alanı ilan edilmiş bir koy Öberekler; ismiyle müsemma bir kaya üstüne konuşlanmış bir Rock Bar, zorlayıcı bir parkurla gidip dönmesi kırk dakika alan küçük şelale, sağa sola konuşlanmış bilumum incik boncukçu ve billur gibi bir koy, bu vadinin diğer atraksiyonları. Teknenin burada bir saat civarında kalması benim için biraz asap bozucuydu, dediğim gibi tercihen daha küçük bir ekiple bir tur ayarlayabiliyorsanız, burada hiç sıkılmadan bir gün eğlenebilirsiniz, zaten yurdum hippilerinin tatilini bu koyda geçirdiğini duyagelmiş olmalısınız. Buraya dair duyduğum bir diğer rivayet burada tatillerini geçirenlerin, aslen teknelerin yanaştığı saat olan 11-4 arasında plaja hiç çıkmadıkları yönünde, bu da aslında benim plajda niye bu kadar az insan gördüğümü açıklıyor olmalı.




390: Faralya Köyü, bu vadinin tepesine konuşlanmış bir köy, hiç de fena olmayan bir asfalta sahip olsa da, yolun diğer tarafının uçurum olduğunu ve iki kere %10’luk eğim çıktığınızı belirtmekte fayda var. Öberekler vadisinin tepeden bir görüntüsü aşağıda, Faralya (yeni adıyla Uzunyurt) Köyü üzerinden son derece dik bir kanyonla bu koya inilse de, bunun özel kıyafetler olmadan yapılması imkansız, sarp yamaçta meydana gelen ölümlerle ilgili haberleri internette okuyabilirsiniz (Benzer eğim ve kıvrım uyarısını Kalkan-Kaş ve Kekova-Göcek arası için de yapabilirim, bu yolların hatrısayılır bir kısmı tek şerit, dolayısıyla sabırlı ve güvenli şoförlük lazım…) Köye giderken Kelebekler Vadisi'ni tepeden görme imkanınız olacak, vadinin tepeden görünüşünün çok daha etkileyici olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bu köyün bir yolu Kelebekler Vadisi’ne inerken, bir diğer yolu Kabak Koyu’na iniyor.


396: Öberekler ne kadar hippi kafasıysa, Kabak Koyu da bir o kadar Hindu Kafası. Şaka gibi ama bir yoga merkezi bile var koyun içinde! Koya, kendi arabanızla inmeniz imkansız, ama ücreti mukabili Faralya Köyü'nden ring yapan nuh nebiden kalma ciplerle koya inebilirsiniz. Burada birkaç işletme Bungalow tipi evlerle (Mekanı parsellemiş olan SeaValley’nin geceliği 250 lira!) konaklama imkanı sunuyor, fakat çadırınızı da kapıp gelebilirsiniz. Öncelikle Kabak Koyu medeniyetin ulaştığı bir yer, (lütfen bunu elektrik var diye okuyunuz) mesela Sea Valley Restaurant hemen ön tarafına ufak bir havuz bile yapmış. Bilhassa sözlükte (harbi bir ekşisözlük vardı ona noldu?) bu durumu kötüleyen ve koyun orjinalitesinin bozulduğunu iddia eden birkaç yorum okudum, bence bu bir çeşitlilik sunmuş burada tatil yapacaklara: İsterseniz tamamen doğal şartlarda Kelebekler’de, veya yine bakir bir koyda ama daha pahalı ve daha nasıl denir… medeniyetin nimetlerinden faydalanan bir şekilde Kabak Koyu’nda tatil yapabilirsiniz, (Sea Valley plaja nazır beach cluba benzeyen bir restaurant da açmış ve adamlar mesela mekan önündeki minderlerden para almıyorlar!) Üçüncü bir seçenek de Kabak Koyu’nda çadır kurabilirsiniz -bungalow’ların önünde hindubaş gördüm ben gayet de. Öbereklerin kumsalı olmasa da denizi Kabak Koyu’na basar onu diim yalnız…

Ölüdeniz'e dair son not, yükseklik korkusuna sahip ve cenabetliğiyle maruf bloggerınız, kendine faydası olmayan ekürisi Fatih’i de kandırıp yamaç paraşütü yapmadı, paraşütleri dolanıp 700 metreden çakılanlarla konuşmadım, ne var ki yapan ve salimen yere inenlerin hepsi bunun dayanılmaz bir zevk olduğundan ve onsuz Ölüdeniz gezisinin bir anlamı olmadığından bahsediyor, eh bloggera zeval olmaz. Zaten ekürileri yardan uçuran bir tutam özgürlük…

496: Patara Ören Yeri Müzekart’ın (tıpkı Aziz Nicolas’nın köyü gibi) da geçtiği ve Turizm Bakanlığı bünyesinde bir yapı, aynı biletle hem örenyerine hem plaja 5 tl’ye girebiliyorsunuz. Plaj, 18 km kumsalıyla Türkiye’nin en uzun plajı,  bununla beraber denizi açık olduğu için dalgalı, dolayısıyla esas hazine Likya devletine başkentlik yapmış olan Patara şehri.


Örenyeri çok geniş bir arazi üzerinde, ve bilinen ilk meclis olan Ulusal Meclis’le Romalılar zamanında inşa edilen tiyatro, birbirine bitişik. Tavsiyem buraya güneşin batmasına yakın gelin, hem havanın kızıllığında tarihe dokunmanın tadını çıkarın, hem de geniş alanda gezerken ziyan zebil olmaktan kurtulun





                                                    
Söyleyecek çok fazla bir şey yok aslında, Patara’ya 40 km mesafedeki Xanthos’la birlikte, burada büyük bir cevher yatıyor. Hem de tamamen saldım çayıra mevlam kayıra şeklinde kendi haline bırakılmış (bilhassa UNESCO Kültür Mirası’nda olan Xanthos-Letoon şehirleri) çok kıymetli bir mirastan bahsediyoruz, neyse öfkemin birazını Xanthos bahsinde kusayım, Patara yine daha ehven diğerlerine göre- yine de saldım çayıra mevlam kayıra her manasıyla doğru, Patara’da da harabeler üzerinde koyunlar keçiler otlamaya devam ediyor- tıpkı Selçuk Efes’teki gibi.

537: Kaş tuhaf yer. Hatrısayılır bir 25-30 yaş civarı kitle var beldede ve merkez akşamları çok hareketli, ben yol üstünde üç tane canlı müzik yapan yer saydım. Bir Mavi Bar tutturmuş gidiyor herkes, ayıp olmasın diye biz de oturduk. Ondan gayrı buradaki dükkanların sattığı mallar da çok özgün, her gördüğümde, Kuşadası Kaleiçi’ni istila etmiş çakal esnaf ve onların sattığı sahte mallar aklıma geldi gezi boyunca, Kuşadası ne kadar şanssız bir memlekettir ya… Kaş’taki oteller apartmandan bozma, ama yine de Çeşme’dekilerden iyi. Gece marinadaki Vita Restauran’da yedik, çok boş olması dışında bir eksisi yoktu, biraz romantik kafalar biz iki erkek fatihle baya sakil durduk, yapacak bir şey yok, sayfalar yabışıyo.

Bomba hadise, son gün vuku buldu: O gün de bir tekne turu yapmak istiyor ama, bu 537 kmlik yolu geri gideceğimizi de hesaba katarak tam günlük bir tura katılmak istemiyorduk, bunlardan iki tanesini geçtiğimiz üç günde yapmıştık zaten. İstediğimiz iki üç saat boyunca gezeceğimiz ufak bir tekneydi ama bu iş iki kişi için çok tuzluydu. Bu sırada iki çift gördük, onlar da bizim gibi bir tur organize etmeye çalışıyorlardı, onlarla beraber biraz arandık, olmayınca ayrıldık. Saat sabah 11’de gözümüzün önünden tekneler bir bir kalkarken, iki kendine faydası olmayan adam bir banka oturmuş terimizi siliyor ve hiç konuşmuyorduk. Derken ben kalktım arabaya geri gitmeyi teklif ettim. Ne de olsa motoru olup dili olmayan siyah Polo’mla bir şekilde eğlerdim kendimi- veya buna ikna olmuştum. Tam o sırada dörtlü grubu ufak bir teknede gördük, bize heyecanla el ettiler, biz de kısa bir kararsızlıktan sonra onlara dahil olmaya karar verdik. İçeride bizim gibi birkaç kişi daha vardı, toplamda on kişilik ufak bir tekneyle tatilimizin en güzel gününü geçirdik. Dünya gözüyle cüssesine nazaran şaşırtıcı hızda hareket eden carettalarla yüzdük, Kaş’a niye balya balya insanın dalmak için geldiğini suyun altında geçirdiğimiz dakikalar boyunca daha iyi anladık, Bir Fatih Akın filmini anımsatan bir iştah ve muhabbetle aynı yemek masasının etrafında hararetli sohbetler ettik, kaptanın (sanırım adı Ömer’di) maharetli eşinin yaptığı zeytinyağlıları afiyetle yedik, kaptanın eski patronu olan İtalyan’ın nasıl olup da teknesine “Dua” adını koyduğunu anlamaya çalıştık, geminin ufak güvertesinde gölgeye kıvrılıp hiçbir zaman gerçekleşmeyeceğini onu gerçekleştirmek için hiçbir şey yapmayacağımızdan emin olduğumuz için bildiğimiz hayaller kurduk. Bu turları Ölüdeniz’de ve Göcek’te de bu şekilde yapmamız gerektiğini işte o zaman anladık. Fakat heyhat! Anladığımızda, ben dönüş için kontağı çevirmiştim bile.

572: Ben Likya turunu tamamlayıcı olması hasebiyle UNESCO Kültür Mirası Listesi’nde olan Xanthos ve Letoon’a da gitmek istedim, bir şeyler olduğunu kestirebiliyordum, ama karşılaştıklarım yine de beni dehşete düşürdü. Kapandıktan sonra gittiğimiz için sadece Xanthos’un ana meydanını görebildik, bize orada engel olabilecek herhangi bir görevli olduğundan değil, güneş batmak üzere olduğundan… Xanthos, trajik hikayesi bir yana, en meşhur eserleri British Museum’a kaçırıldığı için de talihsiz bir kent (ama hala mesela bilinen en uzun Lik yazıtı Xanthos’ta), ama en büyük talihsizliği bizim yönetimimizde olması sanırım, çünkü, Patara’da en azından göstermelik olan denetimler, yönlendirmeler, broşürler  buradan komple esirgenmiş, bir kere güvenlik hak getire, herhangi bir taşı insanlar çalıp evine koymuyorsa tamamen kendi iyi niyetlerinden… Sanırım sözlükte, şehrin altındaki su seviyesi yüksek olduğu için kazıların iyi gitmediği yazılmış, bunu anlayabilirim, zaten anlamak zorunda da değilim, aklım ermez… Ama şunu biri anlatsa sevinirim: Gördüğünüz mozaik toprağın sadece iki parmak altında, bunu ortaya çıkarmaktan bizi alıkoyan ne olabilir…


5 gün sabah 10-akşam 12-1 gezi, 1074 km, dört ayrı belde. Pekala karadan yapılmış bir mavi tur olarak adlandırabiliriz aslında, daha Saklıkent’e, Kekova’ya gidemedim. Güzel geziydi, bilhassa deniz tutkunlarına tavsiye ederim. Tuhaf ki pazartesi sendromunun en yoğun hissedildiği bu saatlerde bunları tekrar hatırlamak beni kötü bile yaptı: Çok eğlendiğin bir tatil sonrası sanki dergiye yazı yetiştiriyormuşçasına didinip yorulduğunda, yazını editleyip vazifeni yapmış olmanın rahatlığı geçer geçmez, el ayak çekilip yalnızlığınla bir başına kaldığında ve hayatında aslında hiçbir şey değişmediğini fark ettiğinde, kendine şu soruyu sorarsın: Benim hayatım hep böyle mi geçecek? İşte bu geziye, bu sorunun cevabını birkaç günlüğüne değiştirmek için bile çıkılır.

11 Ağustos 2012

Boğaziçi’nin Şifreleri

Bu, eski bir yazının devamı aslında. NTV Tarih’in Eylül 2011 sayısında Neşet Eren’le yapılan mülakatın üstünden, Nafi Baba Tekkesi’nin şeyhleri ile Robert Kolej’in bağlantısına değinmiştim. (http://metusmehmetus.blogspot.com/2011/09/okul.html) Bu rabıtanın sadece o kadarla sınırlı kalmadığını öğrenmem, kendisinin de o şecereye mensup olduğunu satır aralarından öğrendiğimiz ve halen Boğaziçi İşletme Bölümü hocası olan Mehmet Artemel’in enfes makaleleri sayesinde oldu (bkz. Kaynakça) ki onların biri de okulun iki kurucusundan biri olan Cyrus Hamlin’in günlüklerine atıf yapıyor. Geçenlerde yönetmen Metin Erksan’ın vasiyeti üzerine bir süredir defin yapılmayan Nafi Baba Tekkesi’ne Bakanlar Kurulu kararıyla gömülmesi, konuya dönmem için iyi bir fırsat.

Öncelikle biraz Osmanlı tarihi: Şu anki Nafi Baba Tekkesi, İstanbul’un ilk şehitliği olarak geçen –ve bizim sekiz yıl boyunca yanlışlıkla “Doğatepe” olarak adlandırdığımız- Duatepe üzerinde kurulmuş. Bu şehitlik, hisar yapılırken Bizans’a yapılan saldırılarda şehit düşen akıncılar için yapılmış. Yani Abdünnafi Efendi, Bizans’a saldıran akıncıların şehit olunca gömüldüğü mübarek topraklar üzerine kurmuş dergahını. Bir bakıma hisar İstanbul’un fethinin hareket noktasıyken, dergah da Robert Kolej’in sıfır noktası olmuş, hem arazi olarak, hem de zaman içinde Abdünnafi Efendi’nin oğlu ve Robert Kolej’de hoca olan Mahmud Cevad Baba’dan başlayan ve Mehmet Artemel hocamızla devam eden silsileyle… Kamuoyunda -haklı olarak- Anglosakson eğitim geleneğiyle bilinen Boğaziçi’nin bir de böyle bir damarı varmış yani…

Robert Kolej, aynı zamanda Amerika’nın kendi toprakları dışında açtığı ilk eğitim kurumu, okula adını veren Christopher Robert ve okulun en popüler binası olan - okulun bir önceki rektörü Kadri Özçaldıran tarafından gayet de şık biçimde restore edilen - 1. Erkek Yurdu’na adını veren Cyrus Hamlin’in yoğun çabalarıyla taş taş inşa edilmiş. Hamlin kızlarına yazdığı 19 Temmuz 1869 tarihli mektupta, şehirde meydana gelen su sıkıntısının inşaatı yavaşlattığından bahsederken ilginç bir noktaya değiniyor: “Şehitlikten gelen dervişler beni geçen gün yapacakları yağmur duasına çağırdı. Daha önce bir Müslüman’ın bir Hristiyan’ı duaya çağırdığına tanıklık etmemiştim.” Hamlin, on gün sonra bir başka mektubundaysa, “yağan kuvvetli yağmurla suyun nerdeyse inşaatın temellerine ulaştığını” yazmış. Daha matrağı, bir başka tarihsel belge, güzel havada dışarıda yapılan bir derse (o zamanki öğrencilerin de istekleri çok farklı değilmiş anlaşılan), tekkenin şeyhlerinden Mahmut Baba’nın bizzat katılarak, dersin Amerikalı hocasını dumura uğrattığından bahsediyor.

Konuyu romantize ettiğimden şüphelenebilirsiniz, ama yazdıklarımın somut gerçekler olduğunu Mehmet Artemel hocamızın makaleleri sayesinde biliyorum. Peki ben bunları tesadüfen twitter’da avarelik yaparken mi öğrenmeliydim? Okulun, öğrencilerine kendi tarihini nakletmek gibi bir misyonu olmamalı mı, konuyla ilgili bir ders açılsa, Boğaziçi’nin sadece günde bilmem kaç yüz soru çözmekle kazanılan bir okuldan ibaret olmadığı, o okulun öğrencilerine bu derste öğretilse fena olmaz mı?

Kaynakça:

1) National Geographic’in ilk editörlerinden birinin Robert Kolej’de hoca olduğundan bahseden ilginç bir makale: https://dl.dropbox.com/u/81375544/From%20Istanbul%20to%20the%20North%20Pole-Robert%20College%20and%20the%20National%20Geographic%20by%20Mehmet%20Artemel.pdf

2) Robert Kolej , Nafi Baba Tekkesi  ve Duatepe arasındaki rabıtanın detayları:

3) Nafi Baba Tekkesi’nin şu anki içler acısı durumuyla ilgili olarak:

4) Konuyla ilgili beni uyandırdığı içeren tekraren: NTV Tarih Eylül 2011

7 Ağustos 2012

Son Berber Hikayesi

Söylemek için değil, söylememek için yazılır
Louis Gouilloux

 - Zafer nerde?
- Burlardaydı, telefonla konuşmaya çıktı şimdi, dışarıda değil mi?

Çocuğu ilk kez görüyordum, benden büyüktü. Bir Kurtlar Vadisi prototipi: Kirli sakal, yakası açık beyaz gömlek, boyunda siyah muska. Berbere yeni girmiş olmalıydı, ama çocukta çırak olacak yaş yoktu, benden büyüktü çocuk. Bir de traş etmekteydi müşteriyi, Zafer bir çırağa hemen traşı teslim etmezdi. Bütün bu düşünceler peşisıra zihnimden uygun adım geçerken, benim Zafer’e baktığımı fark eden dışarıdaki biri Zafer’i parmağıyla işaret etti. Son aylarda o kadar zayıflamıştı ki sırtından görünce tanıyamamıştım. Sol eliyle tuttuğu telefonunu kulağına dayamışken, boşta olan sağ elini bana uzattı, kuvvetlice sıktı. Elinde çok küçük bir pansuman ve bileğinde hastanede takıldığı belli olan bir künye vardı. Sırf geçmiş olsun demek için oturdum bekledim. Zafer beni hep bekletirdi. Bir işi vardı hep, ya ek gelir olsun diye birine bir şey satmaya çalışır, ya biriyle lafa dalar, ya da facebookta öylece takılırdı. Sabırsız bir adam olduğumu bildiği için de yalandan özür dilerdi her defasında. Tanpınar’ın lafı aklıma geldi o esnada: “Şark, oturup beklemenin yeridir. Biraz sabırla her şey ayağınıza gelir.” Konuşmalarına kulak misafiri oldum, birine abartılı bir sevgi gösterisinde bulunuyor, başlarına geleni beraber atlatacaklarını bahsediyordu. Telefonu kapatınca bana döndü:

 Naber Mehmet?
 İyi abi, hayırdır geçmiş olsun, neyin var?
- Neyim yok ki? Karaciğerimde tümör varmış, pankreasa vurmuş. Kanserim ben. (Aklıma hemen Steve Jobs geldi. Bir de pankreasın ne kadar ölümcül bir kanser türü olduğu. Ondan sonra Zafer'in son zamanlarda niye bu kadar kilo verdiği. Şüphelenmediğim için kendi kendime kızdım.)

Yerimden kalktım, onu tabureye oturttum. Kemoterapiden geliyordu. Geçen hafta kemik ağrılarına dayanamayınca doktora gitmişti. Doktor teşhisi koyduktan bir hafta sonraya kemoterapi koymuştu. O kadar vahimdi yani durum.  Az önce dükkanda konuştuğum çocuk bu sırada kapı önüne çıktı. Zafer onu tanıttı:

- Bu Serdar, benim trekten arkadaşım. (Geçen traş olduğumda, beni ne kadar ısrarla treke çağırdığını hatırladım. Her defasında başka bir bahaneyle onu ektiğim için içim cız etti) Berber ama yapmıyor mesleğini. Bak Serdar, ben üç dört ay gelemicem, burası sana emanet. Maksat müşteri kaçmasın, zaten senin elin de iyi. Vergi işini falan ben ayarlayacağım şimdi, sen sadece z raporunu alacaksın günlük. Maliyeden gelirlerse, sen sadece dükkanda duruyorsun, açık kalsın diye. “Fiş” derse Mehmet senin arkadaşın, onu traş ediyorsun, para almıyorsun bile, ne fişi? Bu sorulara hazırlıklı ol diye söylüyorum… Müşterilerimden 15 veya 20 lira alırım, 3-4 kişi 50 lira verir, ‘ne alıyordu sizden Zafer Abi?’ diye sorarsın, onlar zaten verir. Burası bana ve aileme baktı, eğer sen buraya bakarsan, sana da bakar, bana da bakar. Sen şimdi bugün git, oradan da biraz para al, yarın 9’da gel.

- Tamam abi. Hadi eyvallah.
- Para al lan!
- Tamam abi görüşürüz.
Çocuk para almadan gittikten birkaç adım sonra Zafer arkadan seslendi:
- Olm Serdar!
- Söyle abi!
- Bugün vaktinde açmadın zaten, ulaşamadım sana!
- Abi sabah mahkemem vardı dedim ya.
- Olm ortada bırakma beni lan…

Bu cümleyle birlikte bombok oldum.İki çocuğa ve çalışmayan eşine o bakıyordu ve bu adam şu anda ayakta duramıyordu, zayıflıktan damağının kemiği görünür hale gelmiş, zorlukla soluk alıp veriyor, kelimeler ağzından tıslayarak çıkıyordu. Ama belagati hala yerindeydi. Çocuk biraz durdu, Zafer’in gözünün içine bakıp, “yarın gelicem  sen merak etme abi” dedi. 

Bu yazıyı aslında yazmayacaktım. Bir insanın en önemli mahremi sağlık durumu, ondan bir yazı devşirmek bana bu durumu ticarileştiriyormuşum gibi geliyor, bu ahlaksızlığı işlemekle tanık olduğum sıkıntıyı sizinle paylaşarak hafifletmek arasında gidip geldim bir hafta boyunca. Önce abime sonra ailemin geri kalanına bahsettim, annem ağzımdan hiç hayırlı bir laf çıkmadığını öfkeyle söyledi bana. Haklıydı.  Hikayeyi bu kadar detaylı olarak sadece dün Deniz’e anlattım, bundan bahsetmek bile yeteri kadar acı veriyor. Belki de o yüzden yazıyorum, Gouilloux’nun dediği gibi.

Dün evine gittim. Evde sadece annesi vardı, durumun vahametine dair bir emare daha: Türk erkeğinin sadece çok muhtaç ve müşkül olduğu zaman annesine sığındığını bilecek kadar bu ülkede yaşadım ben. Ayağa kalkamadı. Beni yanına oturttu, annesine beni ne kadar eski tanıdığından, tavlada beni ne kadar feci yendiğinden bir çocuk gibi bahsetti. Aklıma Demirkubuz’un Kader filmindeki Uğur'un (Vildan Atasever) yatalak babası geldi. On dakikadan fazla duramadım evde, kızının onu öptüğünü görür görmez çıktım. Ben kapıdan çıktıktan sonra bile Zafer, ‘herkese selam söyle’ diye bağırıyordu arkamdan.

Dükkan bir haftadır kapalı. Artık önünden geçerken kafamı çeviriyorum. Saçım papaz gibi oldu. Bugün gidip traş olacağım başka birine. Kendi kendimi traş edebilmeyi hiç bu kadar istememiştim.

31 Temmuz 2012

Affedilmeyen Biz Miyiz, Günahlarımız mı?

-Aşağıdaki yazı Unforgiven filmi hakkında spoiler’ın dibini içerir-

19. yy’da Vahşi Batı’sında küçük bir kasabada yaşayan fahişeler, arkadaşlarının yaralanmasına kasaba şerifinin gereken cezayı vermemesinin öfkesiyle üç kişilik bir çete tutarlar: Azılı katillik günlerine “tövbe edip” kendi halinde sığırlarını otlatmaya çalıştığı bir hayatta debelenen kovboy William Munny (Clint Eastwood), The Schofield Kid (Jaimz Woolvett) namıyla maruf bir çaylak ve Munny’nin en yakın arkadaşı Ned Logan’ın (Morgan Freeman) oluşturduğu zoraki bir çetedir bu. Clint Eastwood, ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu, western filmlerinin tüm yerleşik kalıplarını ters yüz ettiği bu filmi çekerek ve başrolünü oynayarak gösterir: Filmde silahlar doğru dürüst ateş almaz, karakterlerin hepsi ölümden korkar, tüm Western filmlerinde dekor malzemesi olan kadın karakterler filmin merkezinde yer alır, hem de fahişeler olarak- Eastwood’un vizörü, bize onların o sefil hayatlarını da alttan alta gösterip adeta westernle özdeşleşmiş cinsiyetçi bakış açısı için özür diler.

Ben, bu filmi bambaşka bir sahne yüzünden severim. Filmin sonunda Ned’in öldürüldüğünü öğrendiğinde, Kid’in elinden içkiyi aldığı ve ağır ağır diktiği sahnede o zamana kadar biz izleyicileri de şüpheye düşürecek kadar sarsak bir portre çizen Munny’nin ne menem bir şey olduğunu, Ned ölürkenki (yani Munny’nin gıyabındaki) konuşmanın ona fahişelerin biri tarafından nakledilmesiyle yavaş yavaş öğreniriz. İçer ve günaha girer Munny. İçer, ve masumiyette başarısız olduğu hayatını terk eder. Azılı katil olduğu hayatına kesin olarak rücü eder o içkiden sonra. Onun Zeki Demirkubuz’un Muharrem’inin o yürek parçalayan deyimiyle, “iyi olmaya çalışan ama iyi olmasına müsade edilmeyen” biri olduğunu anlarız. Günah işlemenin, eskilerin “iğva”, elin Amerikalısının “temptation” dediği halin ne kadar kaygan bir zemin olduğunu o sahne o kadar net gösterir ki o suça, izleyici olarak siz de ortak olursunuz. Kendi hayatınızda da öyle bir kırılma anınız olmasını beklediğinizi fark edersiniz. Masumiyetinizi kaybettiğinizden emin olduğunuzda, birisinin içkisini elinden almak ve yavaş yavaş içmek isterseniz. İçip sonra işleyeceğiniz günahı adım adım tasarlamak. İçmek başlı başına günah olsa da katlanılabilir- katlanılamayan alkollüyken yaptıklarınızdır, ve yapamadıklarınız. Hristiyanlıkta içmek zaten “haram” veya men edilmiş değildir. Hristiyanlıktaki günah mefhumu da farklıdır- Şeytan iyi bir Hristiyan’ın mutlak düşmanı, onu yoldan çıkaran bir figürdür. Hristiyan bu yolda kendi başınadır, doğru yolu kendisinin bulmasının gerektiği bir patikayı şeytanla çarpışa çarpışa çıkacaktır. Müslümanlıktaysa, emirler ve yasaklar aşikardır. Şeytan, ancak ona izin verileni yapabilir- mücadeleyse içeridedir, insanın ruhuyla, nefsi arasında. Müslüman neyin haram/günah olduğunu bile bile yapar seçimini.

Eğer kronik ve stabil bir isyankar henüz olamadıysam o sınırı geçince yapacaklarımdan korktuğum kadar, ayılınca/dönüp arkama bakınca kendime duyacağım tiksintiyle boğuşmak istemediğim içindir biraz da. Affedilmeyecek bir hayatı zımnen kabullenmediğimdendir. Henüz.

10 Temmuz 2012

Vazife

Ne zaman şirket seyahati lafını duysam ayaklarım geri geri gider. Hep tamamlanması gereken bir vazife olarak gördüm onları şimdiye dek, her ne kadar mesela Paris gezimi böyle uzun bir şirket seyahatinin haftasonlarına sıkıştırmış olsam da. Bu vazifeyi biraz Jön Türkler’in Avrupa’ya gidişine bile benzetirim, onlar bizde olmayan demokrasiyi, ifade özgürlüğünü, temel hakları ve bir muhayyileyi yerinde müşahade etmek ve bu hayalleri Osmanlı için de kurdukları için -daha çok Fransa’ya- gitmişlerdi, ben de, böyle dönüştürücü bir misyonla gönderildiğimiz hissine kapılırım nedense. Ford’dayken Londra’nın Gebze’sinde 4000 beyaz yakanın çalıştığı bir arge merkezine gidiyorduk, şimdi bir imalatçıda çalışıyorum, ve Bükreş’in Gaziemir’i sayılacak bir yere (gerçi Bükreş’le de coğrafi olarak alakası yok ama, işte teşbihte atış serbest malum) gönderildim, Iaşi diye yazılıyor Romencede, bildiğiniz Yaş işte. (Yok bildiğinizden değil, ama en azından okunuşunu biliyorsunuz.)

Cuma günü son dakikada Romanya pasaportunu alıp bu sabah Bükreş üzerinden pırpır bir pervaneli uçakla Kars’takine rahmet okutacak Yaş havaalanına indiğimizde, bizi karşılayanlar, tamamı atarlı kamu görevlileri (insan ister istemez Fatih Akın’ın o şiir gibi Im Juli filminin pasaport polisini hatırlıyor: “no passport, no Romania”), İzmir’den beter bir nem, yarısı tarihi, öbür yarısı restorasyonda ve şantiye halinde bir şehirdi. Yine de, her ne kadar zorla bir yere gönderilseniz bile, hiç bilmediğiniz ve bir daha hiiç gelmeyeceğiniz bir şehirde avare avare dolaşmak insanda bir tatil illüzyonu yaratıp insana kendini iyi hissettiriyor.

Akşam yemeğinde arkadaşlara bu akşam fırtına beklendiğinden bahsettiğimde, havada tek bir bulut bile yoktu. Yemek yediğimiz restoranın karşısında bir çocuğun keman çaldığı kafeye oturduğumuzda da… Önce gök gürlemelerini duyduk, sonra da bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru. Tepemiz şemsiyelerle tamamen kapatılmış olmasına rağmen, Allahın temmuz ayında öyle öfkeli bir yağmur yağıyordu ki, oturma düzenimizi değiştirmek ve safları sıklaştırmak zorunda kaldık, benim daha işe başladığımın birinci ayında keşfedilmiş cenabetliğimle ilgili peşisıra espriler patlattık karışılıklı. O sırada masadaki arkadaşlardan en ağırbaşlı, en beyefendisi arkamızdaki masada oturan kızı gösterdi.

- Olm bu arada Mehmet arkanda en başından beri bir hatun var. Evliyim ama bakıyorum yani, yapacak bir şey yok.
- Neyse abi kalkarken bakarım ben de. Tek mi? (Yine yanlış yere oturmuştum. Herhangi bir mekana gittiğimde masanın en kör yerine oturmayı nasıl bu kadar iyi becerebiliyordum?)
- Valla bir çocuk vardı karşısında ama kalktı gitti, epeydir de tek başına oturuyor.

Yağmurun beni ıslatmayı başarmasıyla ve garsonun da önerisiyle yandaki masaya geçtik. Hesabı ödemiştik, ama o kadar kuvvetliydi ki fırtına, yerimizden kıpırdayamıyorduk. Aslında bir başka arkadaşın taksi çağırma önerisini alelacele bertaraf ettiğimize göre kıpırdamak da istemiyorduk. Kıza ilk o zaman baktım, ve bok atmaya çalıştım: “Büyük olm bu” “Yok be abi” Siyah giyinmişti, simsiyah. Uzun siyah saçları omzunu geçiyordu. Bu haliyle kime benzediğini biliyordum aslında. Ama bu daha uzun boyluydu, ve açıkçası daha güzeldi. Masada Yaş’ın Moldova’ya olan yakınlığıyla ilgili manasız bir laf açıldı. Ben az önce çalan müziği hatırlattım arkadaşlara. Kemanlı çocuk Scent of a Woman’daki dans sahnesindeki müziği çalmıştı. (Bir kere de Barcelona’da yine bir kafede bu kez Sinan’la benzer bir sahneye denk gelmiştik. Sadece orada öyle bir kız yoktu, zaten ona gerek de yoktu. İçim orada da cız etmişti. Bu şarkıya dair ne hissettiğimi sevgilimle hiç paylaşmadan ölecek miydim?) Bu şarkının geçtiği sahneyi ve bu filmi ne kadar sevdiğimden bir iki cümleyle alelacele birkaç dakika önce masadaki arkadaşlarıma bahsetmiştim zaten. Derken yağmur iyice çıldırdı, beni oturduğumuz masanın etrafında nereye oturursam oturayım ıslatıyordu. Arkadaşım ciddi ciddi kızın masasına oturmamı teklif etti, kızın karşısındaki sandalye hakikaten mekanda hiç ıslanmada oturulabilecek tek sandalyeydi -veya ben öyle görmek istedim (İçeri oturmaktansa dışarıda arada bir ıslanmayı ve kızın güzel yüzüne bakmayı ben de yeğlemiştim). Birden kafamda o an havada çakanlara benzer keskin bir şimşek çaktı: Scent of a Woman’da o müzik çalıp Yarbay Slade (Al Pacino)’le o kız o müzik eşliğinde dans etmeden önce, o kız da erkek arkadaşını beklemekteydi. Bunun gibi simsiyah giyinmiş bir kız. Masadakilere bunu tasvir ettiğimde, herkesin sahneyi gözünde canlandırmış olduğunu ve kastettiğim benzerliği anladığını mutlulukla fark ettim.



Birkaç dakika sonrası, kızın sevgilisi olduğunu el ele tutuşmalarından anladığımız çocuk, üstü başı yamyaş kafeye geri geldi. Tüm masa,  bu kadar güzel bir kızı bir saat kadar tek başına mekanda bıraktığı için bağıra çağıra sövüp rahatladık. Yağmur durmuştu. Canlı müzik bitmişti. Onunla tanışmamıştım. Ama benim için önemli değildi, ben nasıl olsa buraya bir vazife için gelmiştim.

30 Mayıs 2012

Eşyaların Hafızası

‘İyi misin?’ …berbatmışsın, berbat olduğunu duydum, görüyorum berbatsın, ne iyi. Daha az kötü niyetli kullanım belki şu; hiç iyi değilsin, çok kötüsün, biliyorum, onun için şu retorik soruyla sorup emin olayım dedim. Berbatsın, ne güzel, zaten sana da berbat olmak yakışır. (Fatih Özgüven, Yerüstünden Notlar, Kendinize İyi Bakın)

Ezel’de Ramiz Dayı’yla Eyşan’ın yüzleştiği ilk sahnede Ramiz Dayı’nın ağzından dökülen ilk cümle şudur: “Eyşan Eyşan dedikleri, sen miymişsin?” Moda’da yağışlı bir mayıs akşamı, onun sevgilisiyle tokalaşmak için elimi dostça uzattığımda, benzer bir lafı söylememek için dudaklarımı ısırmamayı ne kadar isterdim! Ama yapamadım, onun yerine “yeni” hayatımdan, (aman ki ne yeni!), iyi/memnun olup olmadığımdan Türkçe sınavında kompozisyona nereden başlayacağını bilemeyen acemi bir ortaokul öğrencisi gibi bölük pörçük bahsettim. Bocaladığım için kendime kızamıyorum, ne de olsa, soru olmasa da kişi, çalışmadığım yerden gelmişti. Attığım bir cümlelik sms’ime cevap vermeye tenezzül etmemesinden ve arkadaşıma söylediği yarım ağız “Başka yere sözümüz var ama belki bir uğrarız yeaea” cümlesinden benim çıkarsadığım, davetime icap etmeyeceğiydi zira. Fakat heyhat! Hayat, benim gibi sıradan biri için bile sürprizlerle dolu olabiliyor işte. Yine de öncekilere kıyasla tüm yüzleşmelerim içinde en “tek” durduğum buydu sanırım, bende nadiren müşahade edilen tuhaf bir özgüven, uzun süredir görmediğim diğer arkadaşlarımla da birarada olmaktan dolayı bir şımarıklık vardı üzerimde. (Bir de çocuğu beğenmemiştim sanırım, en azından benden iyi olduğunu düşünmüyordum. En azından bu duygumda samimi olduğuma kendimi ikna edebilmiştim) Meş’um ikilimiz de zaten başka bir yere verdikleri sözü mazeret gösterip masada çok durmadan ikilediler. Beni daha erken bekliyorlarmış. Gaziemir’den Moda'ya sarı dolmuş ring yapıyor sanki anasını satayım.

Neyse canlar, gece, yediğimiz bir waffle’ın ardından çokça şirket dedikodusuyla ve kahkahalara gark olan bir dost sohbetiyle sona erdikten sonra, gece konaklayacağım arkadaşın evine gittim. Bana yatmam için gösterilen odaya girdim, gözümden uyku akıyordu. “Odaya yabancılık çekmeyeceksin”den kast edileni, o mahmurlukla idrak edememiştim, en azından her şeyi bu kadar aynı bulacağımı tahmin etmemiştim. Yatağım, dolaplarım, hepsini ayrı ayrı kolilediğim tabaklarım bile oradaydı, sanki o eşyalar kadim bir arkadaşıma iyilik olması için verilmiş değil de, benim de bir zamanlar o şehirde yaşadığımın nişanesi olsun diye oraya bırakılmıştı. Sanki diğer arkadaşlarımla ve o kızla benim evimde geçen anılar (evet, bir kere de olsa ta evime kadar gelmiş, benim eski İstanbul kartpostallarıma, birbirine benzemez posterlerime, heyula mertebesindeki film arşivime –nezaketen olduğunu için için hissetsem de- ilgiyle bakmıştı.) benim değil o eşyaların da hafızasına kazınmıştı. Bu düşünceler kafamda fıldır fıldır dönerken gayriihtiyari dolabımın kapağını açtım. Bizans zamanında tarihi yarımadayı gösteren bir gravür kopyasının dolabın içine asılı olduğunu görür görmez elim ayağım boşandı. Nasıl olsa dönerim diye, taşınırken posteri dolaptan sökmeye gerek bile görmemiştim. Birden onu o o ücra evde bırakmaya gönlüm elvermedi. Hatıralarımı bırakmış, o şehirden gitmek durumunda kalmış, “iyi misin” sorusuna defaatle muhatap olmuş olabilirdim, ama o posteri götürecektim. Öfkeyle postere hamle yaptım, poster artık yapışkanı da sertleşmiş sımsıkı bantla tahta dolapla bütünleşmişti sanki. Muzo bir sene nemli bir depoada durmasına rağmen sapasağlam kalabilmiş posterin başına geleceği anlamış olmalı ki “abi onu yarın yapalım istersen” dedi. “Yok” dememle, posteri boydan boya yırtmam bir oldu. Kabahat işlemiş bir çocuğun suçluluğuyla dolabı derhal kapattım. İstanbuldaki hayatımdan geriye kalan buydu:  Sağda solda yarı atıl duran üç beş eşya; sadece ne kadar özlediğimi hatırlamaya yetecek kadar görebildiğim birkaç arkadaş; her gittiğimde değiştiğini/dokusunun bozulduğunu/tadil edildiğini gördüğüm birkaç mekan… “Neyse” dedim Muzo’ya, “en azından blog yazısı çıktı.”


Ertesi sabah uyanıp kahvaltı yaptıktan sonra, bir zamanlar günlük hayatta kullanılmış eşyalarla İstanbul’u hatırlamanın ne demek olduğunu bir de Orhan Pamuk’un gözünden görmek için Masumiyet Müzesi’ne gittim.

24 Mayıs 2012

Dindarlık Değil Yalnızlık Ömür Boyu

Yalnızlığıyla nasıl başa çıkacağını bilmeyen ve hiçbir zaman yalnız olmayan kişi, hiçbir zaman gerçek anlamda dindar olamaz. Din, boşluk olan Tanrı’dan düşman olan Tanrı’ya oradan da yoldaş olan Tanrı’ya geçiştir. (Alfred North Whitehead)

Hoop, konu geldi mi yine yalnızlığa. Canlar, şimdi beni siktir edin. Bir sürü falsom var benim – tanımadığım insanlara çok mesafeliyimdir, zor samimi olurum, genelde pek eğlenceli değilimdir, hayata karamsarca bakacak bir sebep hep bulurum vesair. Hepinizin olduğu gibi, benim hayatımda da kendi başıma gelen musibetlerin benim tercihim olduğunu iddia eden arkadaşlarım var, onlara da sorup teyit edebilirsiniz bu durumu. Ben size başka birinin hikayesini anlatayım. (İnsanların bana güvenerek anlattığı hikayeleri, değiştirip çarpıtıp müstear isimle buradan açık etmenin suçluluk psikolojisi ne kadar ağırdır bir bilseniz) Günlerden bir gün, Batı Avrupa şehirlerinden  bir şehir, o şehrin çeperine kurulmuş ve bizim 3. sınıf mukallitliğine öykünmekten öteye gidemediğimiz mühendislik merkezlerinden bir merkezde geçiyor hikayemiz. Sigara molasına çıkmışım- ne kadar daraldığımı artık varın siz hesap edin. Dönüyoruz, ekipte o zaman samimiyetimizin olmadığı bir yöneticim var. İş bağlamında rol modelim adam, teknik yetkinliğiyle, bulunduğu pozisyonun fiyakası ve tabi özlük hakları (yani kazandığı para) vs bir sürü açıdan. Sigara içilen alanın yanındaki park alanında muhtelif araçlar var, hepsi gizlilik sebebiyle bir şekilde kamufle edilmiş prototip seviye araçlar. Bunlardan eski bir tanesinin önüne geldi, epeydir görmediği dostunu tanımaya çalışırcasına ön tampona kamuflaj için örtülmüş brandaya dalgın gözlerle baktı. “Benim de burada üç ay kaldığım sürede bana tahsis edilmiş bir aracım vardı Mehmet, o bu mu diye baktım” dedi. “İsim takmıştım hatta” diye iç çekti “yalnızlık işte böyle şeyler yaptırır adama”. Dinle herhangi bir rabıtası yoktu, ve sadece o açıdan değil dünya görüşü olarak da benim antitezimdi. O laftan o yüzden çarpılmıştım. Ben “ben” olmasaydım da bu kadar yalnız olabileceğime, haliyle bu girdaptan çıkmak için çabalamanın beyhude olduğunaysa o anda kani oldum. Bazen, kendi yalnızlığımdan boğulacak gibi olduğumda, o laf aklıma geliyor, ve peşinden o soru: Yalnızken ne yapar insan? Bellatrix, “yazar” demişti. Herhalde bu cevap doğru şıklardan biri- edebiyatımızda son bir asırda yalnızlıktan ve ölümden bahseden bu kadar (güzel) şiir olmasını ben başka şekilde açıklayamıyorum: Gözlerimde parıltısı bakır bir tasın / Kulağım komşunun ayak sesinde / Varsın bir yudum su veren olmasın / Başucumda biri ‘su yok’ desin de.

Hayır, bu kıtanın yazarı Kemalettin Kamu da -bilindiği kadarıyla- dindar değildi.

20 Mayıs 2012

"Arkadaşımın Aşkısın"


Arkadaşımın aşkı ile hayatıma birdenbire bir başkası girer, acımasız bir öteki, bir kitap arası, potansiyel bir düşman. Kimdir bu arkadaşımın aşkı? Onu hak ediyor mu? Onu benim kadar tanıyor mu? Benim kadar anlıyor mu? Arkadaşımla arama giren bu yabancıdan, aklım ne derse desin, bütün gücümle nefret ederim… Arkadaşıyla aşkının arasına girmeye çalışanlar, ‘nasılsa yakında bitecek’ diye pusuya yatanlar ya da hemen arkadaşının aşkını da ‘kazanıp’ üçlü düzene geçen (ikisi de aynı kapıya çıkar) becerikli stratejistler vardır, onlardan söz etmiyorum. ‘Hiç bitmeyecek, hiç bitmeyecek’ diye ortalıkta dolaşanlardan söz ediyorum. Arkadaşlığa yürekten sadık oldukları için gardını almayı bilmeyenlerden, Oktay Rıfat’ın güzel dizesindeki gibi birdenbire ‘unutuluşun çiyiyle ıslak’, ne ıslağı, sırılsıklam, sıçana dönmüş bir halde kalakalanlardan, zokayı yutmuş balık gibi sersem sersem ortalıkta gezenlerden, kendileri terk edilmiş birer aşık gibi arkadaşlarının yasını tutanlardan söz ediyorum. Çünkü derin arkadaşlık en çok gençlikte aşka benzer. (Yaş aldıkça türlü tehlikeler atlatılıp ayakta kalmışsa arkadaşlık da karşılıklı ‘sevgi ve saygıya dayalı’ bir çeşit evlilik haline gelir.) Durmadan birlikte gezen iki arkadaştan birinin, dalgın dalgın tek başına ortalıklarda dolaştığını görürseniz bilin ki ortada bir ‘arkadaşımın aşkı’ durumu vardır. Oscar Wilde, nüktedanlığı bir kenara bıraktığı anlardan birinde, ‘arkadaşlarımızın acılarına üzülmek marifet değil, marifet arkadaşlarımızın mutluluklarına gerçekten sevinebilmektir, bu çok daha enderdir’ demiş. (Fatih Özgüven, Yerüstünden Notlar)

14 Mayıs 2012

Bizim Ülke Milliyetçilik Okur...


Aşağıdaki röportaj Altüst dergisinin internet sitesinden kopyalanmıştır http://www.altust.org/2012/04/tanil-bora-milliyetcilik-dogallikla-mesrulastirilamaz/ Söyleşinin bir önceki sürümüne http://metusmehmetus.blogspot.com/2011/06/milliyetcilik-nereye.html den ulaşabilirsiniz. Ne de olsa bir başka memleketim, eski sürümlere uygundur.

Arife Köse: ‘Türkiye’de bugün milliyetçilik ve ırkçılık’ gibi bir başlığı konuşuyor olmamızın en önemli nedenlerinden biri özellikle Van depreminin ardından en görünür yüzünü medyada gördüğümüz, en hafif haliyle ‘onlar da insan’, en ağır şekliyle ise ‘Allah belalarını verdi’ söylemiyle ifade edilen bir kesimin görünür şekilde ortaya çıkmış olması. Ne hissettiniz, ne düşündünüz bu söylemler karşısında?
Tanıl Bora: Bunları çok görmemeye çalıştım. Ben facebook ya da twitter kullanıcısı değilim, eşimden ya da arkadaşlarımdan duydum bu tür mesajların varlığını. Ama kuşkusuz insan bunun üzerine düşünüyor. Burada orta sınıf egoizmine bulaşmış bir ırkçılık görüyoruz. Bu, genel olarak halden anlamazlık, şiddetli empati yoksunluğu aslında geçmeyen bir ergenlik belirtisidir. Milliyetçilik, her toplumun atlatması gereken bir ergenlik sivilcesi gibi görülür. Bence milliyetçilik, geçmeyen ergenliktir. Erkekliğin, maçoluğun en sevimsiz, en kıyıcı tezahürleri olan ebedî oğlan ergenliği, milliyetçiliğin karakteridir. Ayrıca bu söylem, şiddetli empati yoksunluğu ve ‘öteki’ olarak gördüğünü çok kolayca dünyadan ve insanlıktan ihraç etme, asla ama asla kendini onun yerine koymaya çalışmama biçimindeki orta sınıf egoizmi ve orta sınıf zihniyeti ile de çok bağlantılı. 

Arife Köse: Türkiye’de milliyetçiliğin ve ırkçılığın oluşumuna bakarsak, milliyetçiliğin etkisi açısında ulus devletin oluşumuyla örneğin Avrupa’daki ulus devletlerin oluşumu arasında bir fark var mıdır? Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinin milliyetçilik açısından belirleyici nitelikleri nelerdir sizce?
Tanıl Bora: Türk milliyetçiliğindeki en büyük etken, ki onu Balkan milliyetçilikleri ile aynı kategoriye koymayı mümkün kılan bir özellik, gecikmişliğidir. Gecikmişlik göreceli olabilir tabii, buna gecikmişlik algısı da diyebiliriz. Millet olmakta, millet inşasında geç kalmış olma duygusu; geç uyanmış olduğunu düşünerek, hatta imparatorluk özgüveniyle fazla hoşgörülü, fazla esnek davranarak millî refleks geliştirmekte gecikerek kendi kendine ihanet ettiğini düşünerek, enayi yerine konmaya, horlanmaya göz yummuş olduğunu düşünerek, bu gecikmeyi telafi etmeye yönelik şiddetli bir hırs ve hınç beslemek. Gecikmiş millet inşasını olabildiğince hızlı telafi etme duygusu çok güçlü bir duygu Türk milliyetçiliğinde. Rusya’yla ‘93 Harbi (1877-78) ve Balkan Savaşları bu açıdan dönüm noktası. Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Millî Mücadele birbirine bağlanan süreçler. Bu uzun eşikte yoğrulan ve yatağına oturan bir milliyetçilik Türk milliyetçiliği. Bu gecikme telaşı, alarmizm dediğim şey yani alarm duygusu, ciddi bir yok olma endişesi, beka kaygısı dediğimiz psikotik hal. Bu beka kaygısının daha sonra belirli eşiklerde yeniden üretildiğini görüyoruz. Soğuk Savaş döneminde komünizm tehdidiyle yeniden üretiliyor. Jeo-stratejik konumun hassaslığı nedeniyle Türkiye’nin sürekli tehdit altında olduğu ve hep teyakkuz halinde olmak gerektiği duygusu hakimdir. Soğuk Savaş sonrasında da en önemli etmen olarak da Kürt meselesinin ve bölünme tehdidinin bunu yeniden ürettiğini görebiliyoruz. Kuşkusuz her şey aynen devam ediyor diyemeyiz, elbette değişiyor, ama kalıcı bir örüntü olarak, kalıcı bir yapı olarak bu gecikmişlik duygusu ve onun verdiği güvensizlikte, beka kaygısına dayanan alarmizmde, sürekli müteyakkız ruh halinde belirli bir devamlılık var. Bu da sürekli bir olağanüstü hal rejimine dayanak oluşturuyor. Burada da ergenlik semptomlarını görebiliyoruz. Tabii ki bu ergenlik metaforunu abartmamak ve her şeyi bununla açıklamaya çalışmamak lazım – ama en azından tasviri gücü yüksek bir metafor olduğu açık.
Arife Köse: Toplum açısından baktığımızda şöyle bir manzara çıkıyor karşımıza; Başbakan Tayyip Erdoğan anayasa değişikliği referandumundan hemen önce, devletin Öcalan ile görüştüğünü kabul etmiş ve buna rağmen sandıktan yüzde 58 ‘evet’ oyu çıkmıştı. Yani aslında toplumun belirli bir kesimi bu gerçeğe de ‘hayır’ dememiş oldu. Ama yine aynı toplumun aynı zamanda çok kolay teyakkuza geçebildiğini de görüyoruz, tıpkı Hakkari- Çukurca’daki olaylardan sonra olduğu gibi. Çelişkili gibi görünen, çok kısa zaman dilimleri içinde aynı toplumda var olabilen bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tanıl Bora: Milliyetçilik bir takım merkezlerce düğmeye basılarak harekete geçirilen yapay bir oluşum değil. Toplumsal bir karşılığı var. Kurumsal bir takım reaksiyon unsurları olduğu doğru ama devlet tarafından bir kukla gibi yönetiliyor gibi tasarlayamayız milliyetçiliği. Elbette ki devletin ya da iktidarın yönlendirmesinin çok payı var. Bir olağanüstü hal havası, millî seferberlik havası yaratıldığında, bunun işaretleri verildiğinde, devlet güvencesiyle ve devlet teşvikiyle seferber olmaya yatkın bir kitle tabanı var. Bunu hesaba katmakla beraber komplocu ve tepeden inmeci analizlere şüpheyle yaklaşıyorum. Örneğin geçmişte MHP’nin de tamamen kontrgerilla tarafından tertip edilmiş bir operasyon olduğu açıklamasına itibar edenler çok oldu. Böyle bir boyutu da olmakla beraber MHP’nin kendi gerçekliği de vardı, bunu göz ardı edemeyiz. Birileri düğmeye basıyor olabilir ama düğmeye basıldığında coşmaya hazır bir potansiyel var, bunu görmezden gelemeyiz. O potansiyel düğmeye basılmadığında da duruyor orada.
Bir de şu noktayı vurgulamak istiyorum. Milliyetçilik, onu bu kadar önemsememiz hilafına, kendi iddiasının da hilafına, her şeyi belirlemiyor, kendi başına bir gündem değil. Milliyetçilik, somut siyasal, toplumsal gündemleri kendine uyarlayan, aslında daha doğrusu onlara tahakküm eden, onları deforme eden bir ideoloji ve siyasettir. Yine de, şükür ki, başka toplumsal ve siyasal gerçeklikler varlıklarını sürdürüyorlar. İnsanlar bir şeye karar verirken, bir şeye kızarken, bir şey için seferber olurken, milliyetçiliğin iddia ettiği gibi, sadece millî dürtülerle ve önceliklerle hareket etmiyorlar. “Millî” denen konularda bile böyle olmuyor bu! Dolayısıyla bir millî infialin beklenebileceğini durumlarda başka öncelikler öne geçebiliyor. Bundan birkaç yıl önce MHP’nin bir seçim sloganı vardı, ‘Tek bir cevap yeter’. AB meselesi, Kürt meselesi, ekonomi – hepsinin tek bir cevabı vardır buna göre. Milliyetçiliğe çok uygun bir slogan gerçekten. Milliyetçilik her şeyin tek ve yalın cevabı olduğunu söyler ama hiçbir şeyin cevabı değildir aslında. Her konunun kendi özgül alanına ilişkin özgül bir cevabı vardır. Milliyetçilik bütün bu cevap arayışlarını tek bir cevaba indirgeme iddiasındadır, ama hiçbir şeyin cevabı da değildir.
Arife Köse: Ama bir karşılığı var ki toplumda MHP hâlâ oy almaya devam ediyor ya da milliyetçi duygular bu kadar hakim olabiliyor zaman zaman. Demek ki bir cevap üretiyor…
Tanıl Bora: Tabii ki üretiyor, çünkü çok kolay ve hazır bir cevap üretiyor: Kimlik. İster etnik ister kültürel temelde tanımlanmış olsun, millî kimliği bir olgu olmanın ötesinde başlı başına bir değer ve bir cevap, bir programmış gibi sunuyor. Milliyetçilik kimliği bir siyasal program gibi sunma becerisine, gücüne, imkanına sahip bir ideolojidir. Cazibesinin belki en güçlü kaynağı bu zaten. Bir kimliği bir program haline getirmek,  sözgelimi “Türk olma”yı başlı başına bir değer ve başlı başına bir siyasî program yerine getirmek, gayet konforlu bir durum, “Türk” olana kendini iyi ve güçlü hissetmeyi vaad ediyor. Sırf Türk olmakla siz değerlisiniz, sırf Türk olmakla zaten bir cevaba sahipsiniz meseleler karşısında. Bu, insanın kendisini iyi hissetmesini sağlayan “kolay” bir “çözüm”. Edinilmiş, edineceğiniz, inşa edilmesi gereken bir değere hacet olmaksızın buna sahipsiniz. Bu kof, altı boş ama cazip bir şey. Bu milliyetçiliğin hem kritik eşiklerde çuvallamasını, bir politik seçenek ortaya koyamamasını ama bir yandan da dokuz canlı olmasını sağlayan bir temel.
Arife Köse: Peki bugün milliyetçiliğin yükseldiğini söyleyebilir miyiz? Bu ruh hali ne kadar belirgin ya da hakim sizce bugünün toplumsal ve politik atmosferine?
Tanıl Bora: Yaklaşık 20 yıldır, bu “yükseliyor mu, alçalıyor mu?” anketlerine muhatap oluyorum inanın! Ve hep şunu söylemeye çalışıyorum: Konjonktürel gelişmelere göre bazen alçalıyor, bazen yükseliyor, ama önemli olan, hep orada sotada bekliyor olması, düşük denen seviyesinin de yeterince yüksek olması! Bence önemli olan budur. Uzun vadeli bir bakışla şunu söyleyebiliriz: “Normalleşme”, “istikrar” süreçleri güçlendiğinde geriliyor milliyetçi teyakkuz; millî meselelerle alakası olmaksızın, herhangi bir gerilimde de kolayca yükseliyor. Çünkü yangın söndürme setimizde bu var, politika esnafının alet çantasında bu var, başka da fazla bir şey yok.
Arife Köse: Bu kimliğin ‘öteki’leri de var değil mi?
Tanıl Bora: Tabii, zaten milliyetçiliğin çukuru da budur. Düşman imgelerine muhtaçtır. Her siyaset aslında düşman ya da hasım tanımıyla var olur. Burada düşman ile hasım arasındaki fark önemli; düşman yok edilesidir; hasmı ise alt etmeniz, geriletmeniz, nötralize etmeniz, mağlup etmeniz, en önemlisi, bazen de dönüştürmeniz gerekendir. Milliyetçilik, yapısal olarak, eğilim olarak hasım değil düşman görür karşısında. Kimlik siyaseti, düşmanlaştırılan bir “öteki”ye şiddetle muhtaç olan siyasettir. Kimlik siyasetlerinin ağası olan milliyetçilik için, bu bir alamet-i farika. Özellikle Türkiye’deki gibi gecikmiş milliyetçilikler, yani özgüven ve beka kaygısı yüksek milliyetçilikler açısından düşman onsuz olunmaz kurucu unsurdur.
Arife Köse: Milliyetçi ve ırkçı ideoloji açısından, bir düşman olarak ötekinin yok edilmesinde şiddetin nasıl bir rolü vardır? Özellikle çatışmaların yeniden başlamasından sonra Kürtlere yönelik olarak kullanılan şiddeti, hatta zaman zaman linç girişimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Tanıl Bora: Milliyetçilik-ırkçılık, şiddetin yegâne sebebi değil elbette fakat kuvvetli moderatörleri, ‘kolaylaştırıcısı’dırlar. Irkçılık, malum, bazı insan topluluklarını insanlık-dışında sayar; onları eşiti görmez, insanca değerlere hatta merhamete bile layık görmez. Yine malum, ırkçılık ve milliyetçilik, hele bizimkisi gibi sosyal-Darwinizmden de ilham almış olanlar, topluma biyolojik ve tıbbi metaforlarla bakarlar, sosyal ve millî problemlere “habis uru kesip atmak”, “cerahati kazınmak” gibi bir terminolojiyle yaklaşırlar. Şiddet, cerrahi bir sağaltım kavramıdır bu zihniyette. Kürtlere yönelik linç girişimlerinin kaynağında da bu zihniyet var. Türkiye’de lincin skandallaştırılmaması, dehşet uyandırmaması, gündelik dilde rahat rahat deveran eden, basitçe “haddini bildirmeyi”, “şiddetli tepki göstermeyi” ifade eden bir kavram gibi kullanılması, bu derin duyarsızlık, bence ayrıca ele alınması gereken bir arıza.
Arife Köse: Van’dan sonra ortaya çıkan ırkçı, milliyetçi tepkilere yönelik, bu yaklaşımları onaylamasa da ‘anlayan’ iki söylem ortaya çıktı; birincisi, ‘milliyetçilik ve ırkçılık da bir fikirdir, düşünce özgürlüğü bağlamında onlar da konuşabilir’, ikincisi ise, ‘ama canım Kürtler de fazla ileri gitmişti zaten’. Bu tür ırkçı, milliyetçi söylemleri normalleştiren bu ifadeler hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tanıl Bora: Milliyetçiliğin ayakta kalmasını ve insanları kolay tavlamasını sağlayan yanı, aynı zamanda en tehlikeli yanı, bu doğallaştırıcı söylemidir. Tepkileri, duyguları, bunların dışavurumunu doğal, insanın tercihinden bağımsız, kabaran bir doğal afet kadar doğal, bedenin bir refleksi kadar doğal sayar ve bu son derece tehlikelidir. Duygular sandığımız kadar kendiliğinden oluşmuyor. Duygular oluşturulan, beslenen, büyütülen, eğitilen güçlerimizdir. Milliyetçilik özellikle duygu siyasetini yönetmekte çok iddialı ve mahir. Çünkü her şeyden önce elinde çok güçlü araçlar var; hiçbir şey yoksa millî eğitim tornası var. Onun “doğal tepki” dediği şey aslında insanların içine ekilmiş tohumlarla, kurulmuş duygusal mekanizmalarla alakalı. Pek o kadar “doğal” değil yani! Milliyetçilik doğallıkla meşrulaştırılamaz. Hem o kadar da doğal olmadığı için, ikincisi, “doğal” olan sorgulanamaz olmadığı için. İnsanın temel vasıflarından biri kendi doğasını da sorgulayabilmesi ve değiştirebilmesi değil mi? 

Arife Köse: Peki ırkçı fikirleri ifade etmek düşünce özgürlüğü müdür? Örneğin, ‘Vanlılar bunu hak etti, Allah belalarını verdi’ demek düşünce özgürlüğü müdür?
Tanıl Bora: Bu bir düşünce değil. Düşünmenin yerine kör öfkeyi, nefreti geçiren bir ‘şey’. İnsanlar olarak ortaklığımızı yok sayan, konuşmanın, iletişimin imkanını ortadan kaldıran, insan ilişkisinin imkanını iptal eden bir ‘şey’. 

Arife Köse: Bu tür ırkçı-milliyetçi söylemlerin üretilmesinde devletin rolü nedir sizce?
Tanıl Bora: Bütün milliyetçilikler iki yanlıdır ve iki kutup arasında salınırlar. Bir uçta vatandaşlığı esas alan, ortak vatanı, ortak yaşam ve deneyim bağını millî kimliğin ve milliyetin esası sayan bir kutup var. Bir de, o milliyeti mutlaka bir özle, dinsel, kültürel bir kimlikle yücelterek biricikleştiren kutup var. Bütün milliyetçilikler bu iki kutup arasında salınır. Türk milliyetçiliğinde ikinci kutup baskındır her zaman. Bu özcülüğün illa soy sop, kan, ırk milliyetçiliği olması gerekmez, kültürel ırkçılık da olabilir. Türk kimliği kültürel temelde de tanımlanmış olabilir, ama özcü milliyetçilik Türk milliyetçiliğinde her zaman barizdir. Cumhuriyetin kurucu elitinden Mahmut Esat Bozkurt’un ölümsüz bir ayrımı var: kanun Türk’ü ve öz Türk ayrımı. Kanun Türk’ü, kanun nezdinde, anayasal temelde Türklüğünü kabul ettiğimiz fakat gerçek anlamda Türk olmadığını bildiğimiz kişilerdir buna göre. Öz Türkler ise, etno-dinsel ya da etno-kültürel temelde Türk olarak tanımlanırlar, “sahici” Türklerdir. Bu ayırım yazılı olmayan bir anayasal ölçüt olarak her daim geçerlidir. Bunu değiştirmek ve sökmek için salt anayasa değiştirmek, salt devlet nutku söylemek yeterli olamaz. Bu gerçek bir zihniyet dönüşümünü gerektirir. Çünkü bu, çok derine işlemiş bir şey. Öz Türk tanımında, yani vatandaşlık bağını yeterli saymayan bir milliyet ve millî kimlik tanımında Kemalist resmi milliyetçiliğin yanı sıra hemen bütün diğer milliyetçilikler de mutabıklar aslında. İslamcılığın milliyetçilik tanımı da dini temelde bir öz Türk ayırımına dayalıdır, böylelikle ayırımcı ve dolayısıyla ırkçılığa yatkın bir milliyetçiliktir. MHP’ninki zaten malum. Dolayısıyla bunun sadece resmi milliyetçiliğin bir problemi olmadığını, Türkiye’deki bütün milliyetçilik çeşitlerinin ortak paydası olduğunu düşünüyorum. Resmi milliyetçiliğin bir başka özelliği, milliyet tanımının ırkçılığa yatkın bir tanım olmasının ötesinde, milliyetçiliği zerk etmeyi, millî sembolleri olabildiğince sık tüketmeyi, millî ritüelleri toplumsal rızayı sağlamanın asli unsuru olarak görmesidir. Türkiye’de bayrağın, marşın, millî ritüellerin enflasyonist kullanımı bununla alakalıdır. Milliyetçilik devletin ve siyasal sistemin rıza üretim sisteminde çok güçlü, çok geniş bir yer kaplıyor. Sürekli referans veriliyor. Diyelim kendi halinde bir ortak payda olmanın ötesinde, sürekli yeniden üretilen, sürekli kafaya kakılan, sürekli törenselleştirilen, sürekli sadakat beyanı talep eden bir niteliği var. Bu kullanım, bu enflasyonist durum, içeriğinden bağımsız olarak faşizandır. Milliyetçiliğin böylesine gösteriselleştirilmesi, böylesine her an hazır ve nazır kılınması başlı başına faşizan bir etkendir. Çünkü bu siyaseti boğan bir etmendir.
Arife Köse: Devletin milliyetçiliğinden bahsetmişken, Atatürk milliyetçiliğine de değinmekte fayda var. Nedir Atatürk milliyetçiliği? Nasıl bir işlevi var?
Tanıl Bora: Türkiye’de birisi ‘ben Atatürk milliyetçisiyim’ dediği zaman, aslında ‘ben aşırı milliyetçi değilim, ırkçı değilim’ demiş oluyor; öyle demek istiyor. Buna çok emin bir şekilde, çok güvenle inanıyor. Aslında Atatürk milliyetçiliği yapay ve görece yeni bir tanım. Bu tanım, esasen 12 Eylül sonrasında yaygınlaştı. 27 Mayıs’tan ve 12 Mart’tan sonra kullanılır olmaya başlamıştı. Onun öncesinde Atatürk milliyetçiliği diye bir laf yok. 12 Eylül’den sonra Turan Feyzioğlu’nun yazdığı “Atatürk Milliyetçiliği” adlı kitabın yanı sıra Millî Güvenlik Konseyi yığınla Atatürk milliyetçiliği telkin eden doküman üretti. Askeri darbelerle, 27 Mayıs’tan başlayıp 12 Mart’ta güçlenip, 12 Eylül’de iyice altı çizilerek, resmi ideolojiyi pekiştirme gayretinin bir unsuruydu Atatürk milliyetçiliği. Bütün ‘izm’lerin ötesinde, herkesin biat edeceği bir resmi ideolojiyi tahkim etme emeline dönüktü. Hem milliyetçiliği bir zorunluluk olarak vurguluyordu, hem de özellikle MHP’nin açıkça ırkçı milliyetçiliğinden rahatsız olanlara bir alternatif sunuyor, “aşırı” ve “fanatik” sayılmadan milliyetçi olma imkanını sağlıyordu. İnsanın eğer ırkçılık ile ilgili samimi bir kaygısı varsa, ki bu insanların bir bölümünün gerçekten söyle bir kaygısı da var, Atatürk milliyetçiliği onun bundan korunmasını sağlamıyor. Çünkü Atatürk milliyetçiliği lafzı altında, yine o Türk kimliğini yücelten ve ayrıştıran bir ırkçılık yapılıyor. Son dönemde ulusalcılık adı altında gönül rahatlığıyla bunu ırkçı ifadelere vardıran çok örnek görüyoruz.
Arife Köse: Ne tür örnekler mesela?
Tanıl Bora: O korkunç Türk Solu dergisi bunun bir örneği işte. 2000’lerde birçok emekli generalin yazıp söylediklerinde, açıkça ırkî bir Türklük yüceltisi görürsünüz. Osman Pamukoğlu bunun bir örneğiydi, parti de kurmuştu biliyorsunuz. Doğu Silahçıoğlu’nun Cumhuriyet’te bir yazısını hatırlıyorum, erken cumhuriyet dönemi politikalarının Nihal Atsız’ın görüşleri doğrultusunda geliştirilmemiş olmasına hayıflanıyordu.

Arife Köse: Irkçılık ve milliyetçilik arasında ayırım yapmak neden önemlidir? Örneğin MHP’nin farkı nedir?
Tanıl Bora: Farklı milliyetçilik türleri arasındaki ayırım öncelikle analitik açıdan anlamlıdır. Daha iyi anlamamızı sağlar. Ama politik olarak da anlamlıdır. Yurtseverlik olarak tanımlanan, ama sahici anlamıyla yurtseverlik olarak tanımlanan, yani gerçekten vatandaşlık bağı, ortak vatan deneyimi ve ideali dışında bir bağa bakmayan bir milliyetçilik ile, etnisist, ırkçı bir milliyetçilik arasındaki fark kuşkusuz önemsiz değildir. Gerçi ikisi arasında aşılmaz bir duvar yoktur, yoğun git-geller olur aralarında, ama yine de bu ayrım sadece analitik açıdan değil, politik açıdan da önemsiz değildir. Keza sizin sorduğunuz noktada her milliyetçiliği doğrudan faşizm ile damgalamanın, faşizm kavramını ve ithamını sıradanlaştırmanın doğru olmadığını düşünüyorum. Tabii burada şöyle bir hazin nokta da var; Türkiye’de birisine ‘faşist’ dediğiniz zaman bu aslında çok da ayıp ve kötü bir şey olarak düşünülmüyor. Bu konuda çok güçlü bir duyarlılık olduğunu düşünmüyorum. Faşizmin kötü bir şey olduğuna dair genel bir ‘duyum’ var, ama onun içeriği ile ilgili çok derin ve yaygın bir bilinçlenme yok. 

Arife Köse: Yine Van depremi sonrasından yola çıkarak örneklendirecek olursak, özellikle sosyal medyada görülen bu ırkçı söylemlere Devlet Bahçeli çok sert yanıt verdi, bu tür mesajların “ihanet” olduğunu söyledi. Bu, birçok insan tarafından MHP’nin değiştiği, artık eskisi gibi faşist bir parti olmadığı şeklinde yorumlandı. Siz ne düşünüyorsunuz?
Tanıl Bora: Faşist ya da faşizan olarak değerlendirebileceğimiz hareketlerin bir özelliği, faşizan bir taban dinamiğidir. Van sonrası o mesajlarda da kendini gönül rahatlığı ile ifade eden, birilerinin kesilmesi gerektiğini düşünen, çok kuvvetli bir devlet isteyen, idam isteyen, kellelerin yuvarlanmasını isteyen ve homojen, kendi gibilerden müteşekkil, sürekli ajite bir toplum hayali güden, faşist bir imgelemin taban dinamiği var. Bir yandan da bu taban dinamiğine dayanan, onu bir koz olarak kullanan, o potansiyeli güdüp yönetme, o potansiyeli seferber etme gücünü siyasal kâra dönüştüren bir liderlik, bir parti dinamiği vardır. O parti, o liderlik zaman zaman, belki çok zaman, merkez sağda konumlandırabileceğimiz orta karar bir yerde durabilir. Çünkü o saldırgan, radikal potansiyeli gemleme yeteneği, onu zaman zaman öne sürme, zaman zaman geri çekme yeteneği, o taban dinamiğine hakimiyet, bu partilerin sistem nezdindeki güvenilirliğinin bir unsurudur. Yani bir iç savaş çıkarabilecek, icabında Kürtlerin üzerine yürüyebilecek o potansiyeli (beslenip büyütülmesinde ciddi paylarının olduğu o potansiyeli) dizginleme ve durdurma yeteneğini gösterirlerse ciddiye alınırlar. Yoksa geminden boşalmış bir güruh politikası, o partiyi sistem nezdinde de tehlikeli kılar. Bu bir hilebazlık değildir, faşist siyasetin kendi doğal ritmi ve işbölümüdür. 

Arife Köse: Günümüzde bir neo-faşizm, neo-ırkçılık var mıdır?
Tanıl Bora: Bunlar boş terimler değil, bunların işaret ettiği bir gerçeklik, bir değişim var. Deyim yerindeyse, bir tür kibarlaşma görünümü bu. Örneğin biyolojik ırkçılığın kültürel ırkçılığa dönüşmesi, ırkçılık ve neo-ırkçılık arasındaki bir fark etmenidir. Açık seçik, doğrudan doğruya ten rengi, soy, kan temelinde bir ayırımcılıktan öte kültürel davranış ile ilgili, kültürel değer ile ilgili, kültürel farkçılığa dayanan bir ırkçılığa yönelim var. “Siyahlar da muhteremdir, ama onlar kendi bahçelerinde iyidir, bizim buralara gelmesinler” gibi… “Her kültür kendi doğal ortamında güzeldir” gibi… “Demokrasi, çoğulculuk vs. bunlar belirli botanik koşullarda ortaya çıkmış bize özgü değerler, bunu herkes paylaşamaz” gibi… daha kibar gibi görünen bir ırkçılık söylemi var Avrupa’da, Amerika’da. Hem de daha esnek, daha pop, yani klasik faşizmde olduğu gibi sıkı hatta bazen paramiliter örgütlenme ile kitlelerin sürekli ayakta olmasını, sürekli militan seferberliğini talep etmeyen, daha esnek bir ilişki içerisinde katılım sağlanabilen bir milliyetçilik.   

Arife Köse: AKP’nin milliyetçiliği hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tanıl Bora: Türk milliyetçiliğinin sürekli teyakkuz halinde, şiddetli tehdit algısına ve beka kaygısına dayalı negatif diyebileceğimiz ideolojik söyleminin daha özgüvenli, pozitif bir ideolojik söyleme dönüşmesi ile ilgili bir dinamiği tartışabiliriz burada. Bir ara Tayyip Erdoğan’ın da kullanıldığı “pozitif milliyetçilik” lafı vardı. Aslında bunun başlangıcını Turgut Özal dönemine uzatabiliriz. Türkiye’nin otarşist havadan çıkıp dışa açıldığı, iyimser bir ekonomik gelişme trendine girdiği, soğuk savaşın bitmeye yüz tutmasıyla komünizm korkusundan arındığı, bir yandan yeni Türk cumhuriyetlerinin kurulmasıyla ekonomik temelde bir yeni Turan ufkunun ortaya çıktığı bir temelde daha özgüvenli bir milliyetçi ruh hali gelişmişti. Burada bir neo-Osmanlı nüfuz potansiyeli de önemli temadır. Kısacası ‘Biz büyük ülkeyiz’ söyleminin Özal dönemine kadar uzatılabilecek bir geçmişi var. AKP’nin milliyetçilik söyleminde de bu kendisini gösteriyor. Neo-Osmanlı olarak tanımlanan dış politika perspektifi bunun bir parçası. Türkiye bu söylemde sürekli jeo-stratejik tehdit altında, etrafı düşmanlarla çevrili bir ülke olarak değil, tersine bölgesinde bütün ülkelerin Türkiye’nin himayesine mazhar olmayı istediği, “doğal” nüfuz alanını oluşturan bir fırsat coğrafyasıyla karşı karşıya bulunan bir ülke olarak sunuluyor. ‘Türkiye büyük bir ekonomik güçtür, bir büyük devlettir, bizim millî kimliğimizi korkular ve husumetlere değil, özgüvene ve ekonomik-siyasal nüfuz potansiyelimize dayandırmamız lazım’ gibi bir ideolojik söylem hâlâ baskın hâlâ gelmemiş olmakla birlikte, bunun ipuçları var. Bir yandan da o sürekli müteyakkız, tehdit algısına dayalı söylem rahatlıkla ortaya çıkabiliyor. Demin Özal’a götürdüm, ama aslında bu Türk sağının iktisaden müreffeh, politik olarak istikrarlı dönemlerinde daha önce de peydahladığı bir söylemdir. Mesela 1960’ların Demirel’i de böyle konuşur. Millî gururun kaynağını fütuhatlarda, eski kahramanlıklarda, cengaverliklerde değil, ekonomik başarılarda, medeniyette ileri gitmekte, medeniyet başarılarında aramak gerektiğini söyler, gerçek milliyetçilik ölçütü olarak bunları görür. Bu, Türk sağının uzun tarihi içerisinde refah ve istikrar konjonktürlerinde peydah olan bir milliyetçilik söylemidir. Hep kısa ömürlü olmuştur. 

Arife Köse: Peki bu da ırkçı, tehdit algısı ve beka korkusuyla dolu milliyetçiliği güçlendiren bir söylem midir?
Tanıl Bora: Tabii bu da üstünlük kibriyle yine tehlikeli bir söylem. Osmanlı’dan Türk milliyetçiğine devreden “millet-i hakime” motifinin modern yeniden üretimi.  Malzemesi, motifleri değişse bile bu millet-i hakime kabulü zemininde Türk milliyetçiliğinin ana çizgisinin yeniden üretimini sağlıyor. Tehdit algısı ve beka kaygısını, bu defa “emperyal vizyon” çerçevesinde bir teyakkuz hali ikame ediyor. 

Arife Köse: Tüm bunların yanı sıra bir suçlama olarak dile getirilen Kürt milliyetçiliği meselesi var. Sizce Türk milliyetçiliği ile Kürt milliyetçiliği bir ve aynı görülebilir mi?
Tanıl Bora: Aynı formülü tekrarlayacağım: Milliyetçilik sadece milliyetçilik değildir. Kürt siyasal hareketinde güçlü bir milliyetçilik etmeni olduğunu ben de düşünüyorum. Fakat bu onun milliyetçiliğe indirgenebileceği anlamına gelmiyor. Sadece milliyetçilik düzleminde ele alamayız Kürt siyasî hareketini, onun sadece milliyetçi bir hareket olduğunu söyleyemeyiz. Bu hareket açısından bence tartışılması gereken şey şudur; onlar yurtseverlik kavramını milliyetçilikten azade kılan garantili bir panzehir gibi kullanmaya yatkınlar. Bunun garantili bir panzehir olmadığını tartışmak gerekir. Kürt kimliği açısından meseleyi şu noktada görmek gerektiğini düşünüyorum: Millî kimliği nedeniyle aşağılananlar, millî kimliği tanınmayarak dışlananlar tepkisel olarak o millî kimliklerine sığınır. Hannah Arendt’in yazdıklarını hatırlarsak; bir Yahudi sadece Yahudi değildir, onun birçok kimliği, birçok yüzü vardır, ama Yahudi olarak aşağılandığı zaman bir onur tepkisiyle Yahudiliğine sığınır ve böylece onu sadece Yahudi olmaktan ibaret hale getirirsiniz. Öyle davranır, öyle tepki gösterir. Kürtler açısından da buna benzer bir durum var. Kürtlerdeki milliyetçilik bu dinamik göz ardı edilerek anlaşılamaz. Ayrıca Kürt milliyetçiliğinin biçimlenmesinde Türk milliyetçiliğinin bir rol modeli işlevi gördüğünü görebiliyoruz.  

Arife Köse: Türkiye’de özellikle ulusalcılık kavramını sık sık kullandığını gördüğümüz sola bu milliyetçi fikirler nereden bulaşmıştır ve bunlar sola nasıl bir zarar vermektedir?
Tanıl Bora: Bunun standart cevabı Kemalizmin mirası veya etkisidir. Doğru, bir kere bu var. Türkiye’de sol ’71 hareketinden beri Kemalizmden kopmaya yöneldi, ama bu kopuş kâmilen gerçekleşmiş değildir. Bir başka etken, emperyalizm kavramının deyim yerindeyse “istismarıdır”. Emperyalizm kavramının, Lenin’in anlattığı gibi kapitalizmin dünya sathına yayılması, kapitalist egemenliğin tüm dünyaya nüfuz etmesi olarak değil de, “millî işgal” mantığıyla anlaşılması. Anti-emperyalizmin bir nevi “mütekâmil ve global anti-kapitalizm” olması gerekirken, millîci bir darlığa sıkıştırılması. Buna bir de “ezilen ulus milliyetçiliği” kavramının istismarını ekleyelim. Bu kavramın, göreceliliğinden tamamen arındırılarak, milliyetçiliği mübah gösteren bir umumî vekâletnameye dönüştürülmesi.
Arife Köse: Yukarıda bahsettiğiniz gibi, ‘faşizm’ dendiğinde kötü bir şeyin anlaşılması, milliyetçiliğin muteber olmayan bir hale gelmesi nasıl mümkün olabilir? Milliyetçilik ve ırkçılığa karşı neler yapmak gerekir?
Tanıl Bora: Bildiğim bir reçete yok! Kınamak ve karşı çıkmanın olmazsa olmaz olduğunu teslim etmekle beraber, bu tür karşı-propagandanın yeterli olacağını da düşünmüyorum. Bence işin esası, uzun erimli ama sağlam çare, ‘konuyu değiştirebilmektir’. Milliyetçiliğin, ırkçılığın, faşizmin beslendiği zeminden farklı zeminlerde, farklı gündemlerle, farklı bir dille bir sosyalleşmeyi, bir politizasyonu sağlayabilmektir.