28 Ağustos 2013

Eski saç modellerinden ne kaldı?

Eski kafalıyım, bilmeyeneniz yok değil mi? Güzel. Söylemek kolay, olmak daha kolay: Dediğinizi diyeceksiniz, burnunuzun dikine gideceksiniz - burnunuz benim gibi yamuk olsa bile- muteber olana rağbet etmeden önce iki kere düşüneceksiniz, eski zamanların insanlarını ve o zamanki hayatı merak ve ona gıpta edeceksiniz, bellediğiniz insanları onlar sizi bırakana kadar bırakmayacaksınız. Sadece sonuncusu biraz zor olabiliyor. Siz endişeli modernler nasıl diyordunuz, travmatik. Hele benim gibi, bellediğiniz insan sınıfı esnaflara kadar genişliyorsa. Değiştirmek zorunda kalınca, bocalıyorsunuz. 

Evin alt katındaki berbere girince o zorluğun ne menem bir şey olduğunu tekrar anımsadım. Öncelikle sıra vardı, Zafer abide pek alışık olmadığım bir durum. Sonra çok düzenliydi her şey: klima içeriyi buz gibi yapmıştı, duvara monte lcd açıktı (en bayağısından türkçe dizi vardı ama olsundu), iki tane çırak sadece kaşla gözle idare edilecek kadar iyi eğitilmişti, iki berber de güleryüzlü ve az konuşuyordu. Sıramı beklerken kasanın arkasındaki siyah duvar kağıtlarının figürünü çözümleyecek ve saçımı tarif etmeye başlarken sesimin çatlamasını nasıl yöneteceğimi düşünecek kadar vaktim olmuştu. Yine de ağzımı açına bocaladım: çok açık bir tarif verememiştim, zaten eski berberime o kadar uzun süredir gidiyordum ki, saç tarif etmeyi de bırakalı çok olmuştu. Kendi sakal traşından berberlikten anladığı konusunda bende şüphe uyandıran gençten berber bana aynadan bakıp, "Zafer abiye mi traş oluyordun?" diye sordu. Dumur vaziyette kafamı evet anlamında başımı salladım. Neden sonra, o çocuğu Zafer abinin cenazesinde gördüğümü anımsadım, sanırım selamlaşmıştık da.

Zafer abi, benim bunu yazmamdan yaklaşık dört ay önce vefat etti. Tesadüfen cenazesinden haberim oldu, böylece Hatayın dar yokuşlarından birine konuşlanmış ve mimari olarak insanda zerre ibadet etme hevesi uyandırmayan bir camide cenaze namazını kılabildim. Ölümünden bir ay önce son kez traş olmuştum, kansızlığı o kadar artmıştı ki İzmirde nisan ayında elektrikli soba yakıyor, metastas yapan kanserinin kemiklerinde yarattığı ağrıdan durduk yere bağırıyor, ve beni her gördüğünde daha çok konuşmak istiyordu. Hastalığı bu derece ilerlemiş bir kanser vakasının insan içine çıkıp para kazanmaya çalıştığına daha önce tanık olmamıştım. Pankreas kanseri olduğunu ilk öğrendiğinde kötü sonu hissetmek zor olmamıştı, yine de ara ara iki haftada bir dükkanını açmaya gelirdi, ben de hep onu kolladım traş olmak için. Hatta ilk açık gördüğümde inanamamıştım, o hiçbir şey yokmuş gibi, "evde oturup napıcam?" demişti bana. İşini hakikaten severdi... Son görüşmemizde çenesinin iyice düşmesinden sıkılmıştım ama buna ihtiyacı vardı çünkü hal hatır soranlar ziyaretine gelenler zaman geçtikçe azalmıştı. Hastalık ve yalnızlık kimyasını bozmuştu, normalden de asabi ve isyankardı. Hastalığının ilk evresinde şifa dağıtan kerameti kendinden menkul sahtekarlarla beraber dalga geçmemize rağmen, sonra insanları madden ve manen sömüren bu adamlardan medet umar hale gelmişti. (Böylece bu sahtekarlara teveccühün cahillikle değil çaresizlikle ilgili olduğunu fark edecektim.) Dükkanı taşımaktan bahsediyordu ama kendisinin yürümeye mecali yoktu. Ona masrafını kısması için dükkanı kapatması gerektiğini söyleyemedim, işi onu hayata bağlayan tek şeydi. Zaferin tuhaf bir müşteri profili vardı, hep borç harç içinde yaşamasına rağmen müşteri seçerdi, ve tek sadık müşterisi ben değildim: Bir müşterisi onun tedavisini ayarlamış, bir diğeri on milyarlar değerindeki ssk borcunu ona haber vermeden kapatmıştı, o bunu ağlayarak anlatırken kendini hayırsever bilen ben hayatımın en büyük utançlarımdan birini yaşıyordum. Zeki Demirkubuzun dediği gibi memleketteki yerleşik kurgu, kendi hikayesini kendi yaratıyordu. Dayanamadım, onu son kez göreceğimden bihaber, bir bahane uydurarak çıktım. Onu en son o çaresiz takatten düşmüş halde muhtaçlığına ağlarken gördüm, ama öyle hatırlamayacağım. Rahmetli bundan daha fazlasını hak edecek kadar nevişahsına münhasırdı. Benim gibi eski kafalı birini sevecek, dost edinecek kadar hem de.