13 Aralık 2011

Sersem

Rüya, Nişanyan’a göre arapça “rey”den geliyor. http://nisanyansozluk.com/?k=r%C3%BCya) Rey, görüş, kanı demek. Rüyayı da bu bağlamda “görme, hayal” olarak çevirebiliriz, bundan zaten, Nolan’ın Inception’ı vesilesiyle daha önce bahsetmiştim. Bahsetmediğim, Sünni İslam teolojisinin, (tersten okunuşla dogmasının) zannımca bir numaralı mimarı Gazali’nin yorumu. “Nasıl ki”, der, “insan rüyadayken başka bir alemde olmasına rağmen, uyanana kadar ‘gördüğü’  alemi gerçek zanneder, işte günlük hayatımız da bu çeşit bir rüya olabilir. Belki biz bir rüyada yaşıyoruz, ve hiç uyandırılmıyoruz. Ta ki ölene kadar.” (Bana Freud demeyin, sevmem, seveni de sevmem.)

Bazı rüyalardan uyandırılmazsınız, bazılarındansa uyanmak istemezsiniz. Bulunduğunuz ortam o kadar gerçek, başınıza gelenlerse bir o kadar olanaksızdır. Benim bu sabahki rüyam gibi. Sabahın kör karanlığında rüyamı çok net hatırlıyordum, uzun kış gecesinin karanlığında hatırladıklarımsa daha flu: Yine her zamanki kalabalık toplaşmalarımızdan dağılıyoruz, en son benle Yaprak kalmışız, bir arabadayız, o kullanıyor arabayı. (Gerçekte o da araba kullanmaz.) Yaprak “ya aslında sinemaya gitsek olur ama geç olmuş napsak ki”, falan diyor bana. O diyor! Eski zamanlardaki gibi. O son bir bir buçuk senedeki buğz yaşanmamış gibi. Gidiyoruz bir tatlı yiyoruz benim teklifimle. Alelade bir gün işte. Sonrasını hatırlamıyorum, uyandım sanırım. Erken uyanıyorum da biraz, üzerinize afiyet. Romantik şeyi bozduk sanırım, kusura kalmayın. Mevcut blog akımlarından gerçekçiliği temsil ediyorum.

O rüyanın gerçeğin hepsi değil ama bir parçası olduğu zamanlar da vardı. Hani Al Pacino “there were times I could see you know” der ya Scent of a Woman’daki tiradında, öyle. O günlerin birinde, İstanbul’un en sevdiğim muhitinde, Beylerbeyi’nde, bir balıkçıya gittik. Mekanı ben seçmiştim ve daha önce gitmemiştim. Boğazın bir sokak paralelinde, yaşlı bir incir ağacının altında, saatlerce oturduk. Ben, o, bir de yakın bir arkadaşım, adı Attila olsun. Oturduk ve üşüdük. Üşüdük ve konuştuk. Durmadan. Muhabbet ilerledi, ilişkilere geldi. Benim olduğum masada muhabbet aslında o kadar ilerlemez ama, İstanbul’un, mekanın ve rakının etkisi diyelim. Biraz Attila’yla paslaştık konuşurken, yaparız arada, eski arkadaşınızla hızlıca geçtiğiniz ve çevrenizin dahil olamadığı, zorlukla takip ettiği bir frekans vardır ya, Xavi’yle İniesta’nın pas bağlantısı gibi bir şey, hemen yakaladık onu. Sistematiğimiz ve teorimiz çok başarılıydı aslında, birçok konuda da hemfikirdik. Yaprak da şaşırdı garibim, bir bana bakıyor, bir Attila’ya. “İyi de” dedi, “bu kadar düşünürseniz olmaz ki, kafayı yersiniz.” “Ne sandın Yapraam?” diyemedim. Sadece onaylar bir bakış attım.

Bu kız hakkında artık pornografik yaftasını kolayca yapıştırabileceğimiz teşhir seviyesine gelmiş ve hepsinde ona farklı müstear isimler taktığım onca yazı, çok yakın bir iki arkadaşıma bahsettiğim onca anı, üzerine kafa yorduğum bunca vakit olmasına rağmen, bütün o bir –iki senenin, gerçekliği tartışmalı flu bir rüya haline gelmiş olmasını, hala hazmedemiyorum. Ondan gelecek bir haberi, mesajı veya telefonu bekliyorum. Veya bu rüyadan uyandırılmayı. Bu uyku, bende sersemlik yaptı çünkü.

6 Aralık 2011

Bedelliyi Kaçıranlara Bir Darbe de Benden: Askere Gitmeden Önce İzlenmesi Gereken Beş Film

Nefes - Vatan Sağolsun: Gören Karakolu, 8. Hudut Taburu’na bağlı beş karakoldan biri ve Ermenistan sınırına 600m mesafededir, çıplak gözle karşıdaki Ermeni köyünü ve iki köşede, Rus askerlerin konuşlandığı Ermeni karakollarını gözleyebilirsiniz. Hudut taşı nedir bilir misiniz, sınırı ayıran taşa verilen addır hudut taşı. Bildiğin taş, boyanır kırmızı beyaza. Numaralandırılır. 138 ila 141 arası hudut taşı o karakolun mıntıkasıydı yanlış hatırlamıyorsam. Orası, vatanın en uç toprağıdır. Tamamı şantiye halinde olan, sadece siperlerin bulunduğu, er gazinosunun iki masa, 41 ekran bir televizyon ve odun sobasından müteşekkil olduğu, içecek suyun, yenecek karavananın aşağıdaki karakoldan geldiği, kanalizasyonun bulunmadığı bu karakolun personeli dört ay boyunca günde dört saat -20’nin altında nöbet tutan yirmi küsur asker ve başlarında 24 yaşında bir teğmenle ayağında iki mermi olan yarıdeli bir uzman. 650000 silah altındaki asker arasından iyi piyango. Bana vurmadı, ben bir yirmi kilometre kadar şanslıydım, ama ne kadar iyi olduğunu, ben kestirebiliyorum. Siz, o piyangonun ne menem bir şey olduğunu anlamak istiyorsanız bu filmi izleyin. Otuz senedir, Türkiye’nin bir bölgesinde ne Gören’ler olduğu, askerliğini oralarda yapan ülke evlatlarının neler gördüğünü anlamak için. Birileri nutuk çekerken, fakir başkalarının nasıl öldüğünü görmek için. Türkiye’de bedelli, daha önce yok mu zannediyordunuz yoksa?



Letters from Iwo Jima: Japon kültüründe kurban olma ve onuru için intihar etmenin vakayı adiye olmasından mütevellit, İkinci Dünya Savaşı sonlanınca kitlesel intiharlar furya haline gelmiş. (Bir diğer örneği de Almanya’da, Hitler’in peşinden intihar eden Alman sayısını bir yerlerde okuyunca kulaklarıma inanamamıştım) Japonya’da savaş bittikten yıllar sonra bile, savaşın devam ettiğini zannedip, düşmanla çarpışmayı bekleyen askerler olduğu da tarihi bir gerçek. Clint Eastwood’un bu iki realite üzerine inşa ettiği ve empatinin dibine vuran filmi, bence üstadın hak ettiği ilgiyi görememiş filmlerden biri. Holywood’un Japon büyükelçisi olmuş Ken Watanabe’nin Japon general rolünde döktürdüğü bu film bizi İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna götürüyor ve kaybeden psikolojisini, yaşamanın anlamsızlaşmasını Japon askerlerin yazdığı mektuplar üzerinden gözler önüne seriyor. Bu film, Flags of Our Fathers’la birlikte çekilmiş, o filmde de, Amerikan zaferinin alametifarikası olmuş fotoğrafın nasıl bir mizansen ve dümenle çekildiğini kafamıza çakmıştı. (O da bundan kötü film değildir, ben Japonlara hissettiğim yakınlıktan ve Ken Watanabe sempatisinden mütevellit listeye aldım Iwo Jima’yı…)



Full Metal Jacket: Kubrick pek tarzım değil, ama bu filmin ilk yarısı bir nakış gibi işlenmişti beynime. Antimiliterliğinin yanında insan psikolojisini en iyi anlatan filmlerden biri olduğu için de beni çok etkilemiş bir filmdir. Mizacı askerliğe yatkın olmayan bazıları için, hikaye çok tanıdık gelecektir. Bizim gazinoda denk gelince, güç bela bir on dakika erlere izletmiş, çocuklarda belli belirsiz bir sırıtışa rast gelmiştim. Başınızdan geçen kötü şeylerin, başkalarının da başından geçtiğini/geçebileceğini gördüğünüzde, yalnızlıktan kurtulmuş olmanın verdiği rahatlama hissi vardır ya, o ifadeyi suratlarında görmüştüm. Askerlik her yerde askerlik kafası.



Platoon: Vietnam Savaşı’yla ilgili sarsıcı filmler listesinde zirveye oynayan bu film, bir çoğu o zaman sabi diyebileceğimiz yıldız adaylarından oluşan kadrosuyla, Willem Dafoe’nun tertemiz oyunculuğuyla, askerlerin içindeki husumetin nasıl dışavurulabileceğini göstermesiyle alanında artık bir klasik, diyip keseyim, fazlası spoilere girer zaar. Ha bir de Barber's Adogio for Strings de iyi şarkıdır.


The Deer Hunter: Filmin mottosunu "askerler tek bir atış için yaşarlar. Hayatlarında da savaşta da" diye özetleyebiliriz sanırım. Vietnam Savaşı'ndan dönen bir asker arkadaş grubunun Amerika'nın taşrasında hayata tutunmadaki başarısızlıklarını anlattığı film, Christopher Walken’ın unutulmaz Rus ruleti sahnesi için bile izlenir.  Hükümet gibi Meryl Streep, sniper Robert de Niro da cabası. Filmde geyiğin bile oyunculuğundan etkilenmiştim öyle diim ben size.