Metropolitan müzesi, New York 83. sokakla 5. caddenin kesiştiği yerde
bulunur. Müzeyi gezmek için abimlerden
ayrıldığım günlük güneşlik bir New York sonbaharında, müzenin yakınındaki metro
durağının hemen karşısındaki Starbucksta içtiğim kahvenin verdiği hazzı, -aha
da iki ay sonra otuz olacam- bu yaşıma
geldim hiçbir yerde tatmadım. Manhattan’ın bir tık dışına çıktığınız için
şehrin o gürültüsünün, göğe giden binalarının yarattığı sersemliğin tesirinin
azaldığı, yıllar yılı maruz kaldığımız Amerikan fimlerinden/dizilerinden (bana
niyeyse hep Baba 2 filminde Robert De Niro’nun Don Vito Carleone’nin gençliğini
oynadığı sahnelerini çağrıştırır) aşina olduğumuz apartmanlara, onların
zikzaklı yangın merdivenlerine, kapı önlerindeki geniş ve yapıştırma falan
durmayan, basbayağı ağaçlı kaldırımlara bakarken, birazdan dünyanın bu en meşhur
müzesine gitmek için güç topluyordum. Kesif bir özgürlük hissi duyuyordum,
belki de bu yüzden bu kadar mutluydum.
Üç buçuk saat süren turun sonunda, artık dizlerimin dermanı kesildikten
sonra, Japonya haricindeki en büyük Japon silah sergisini gezmenin bahtiyarlığı
ve eskiçağ kısmında bir Hatay mozağiyle karşılaşmanın şaşkınlığıyla klasik İslam
sanatları kısmına yollandım. Tüm yorgunluğuma rağmen bir rahatlık da vardı
üzerimde, çalıştığın yerden sorulunca duymaya alışık olduğunuz bir rahatlık.
Yine de bir dalına merak salmış olduğum İslam sanatlarının
yaban ellerde nasıl algılandığını görecek olmaktan ötürü heyecan duyuyordum.
İslama mal olmuş masalların, kıssaların (Leyla ile Mecnun, Kerem ile Aslı, Hz. Yunus’un
balıkça yutulması vb.) birçoğunun minyatürüne ilgiyle baktıktan sonra, müzenin
benim için en müstesna eserini görmekten dolayı şok oldum: 15. yüzyılda
Timur’un sarayında yaşamış İranlı nakkaş Ebu Hafız’ın Tarih Mecmuası olarak
tercüme edebileceğimiz yazmasından bir minyatürde, Hz. Peygambere Cebrail (a.s)
tarafından getirilen ilk vahiy resmedilmişti. Farklılıksa,
Hz. Peygamberin yüz hatlarının belirginliğiydi. Hz. Peygamerin suretini çizmenin İslamda
niye bu kadar büyük bir tabu olduğunu hiçbir zaman anlayamamıştım. Sırf bu
yüzden onun suretinin ve bazı kişilik özelliklerinin tasvir edildiği metinler
(bunlara hilye deniyordu) İslam sanatında bir kilit rol oynuyordu. Bir
müzehhebin (tezhip sanatçısının), icazet alma beratıydı hilye tezhiplemek… Ama
işte o kutsal kuralın çiğnendiği beş asırlık bir minyatür kanlı canlı karşımda
duruyordu. Doğrusu bu minyatürü daha önce yine Metropolitan müzesinin bir eğitim
kataloğunda görmüştüm. Yani ufkum daha o müzeye gitmeden genişlemiş, ezberim (sadece benim değil, o resmi gösterdiğim tezhip konusunda doktora yapan hocamın da) tersyüz olmuştu bile. Yine de bu minyatürü gördüğüm andaki heyecanımı
azaltmıyordu. Zaten büyük şehirler taşradan o yönüyle ayrılır: Bir şekilde
öğrenip içselleştirmeye çalıştığınız bir bilginin tanığı oluverirsiniz, minyatüre bakarken bunu da düşündüm. (Bu haliyle bende yarattığı duygu, hep televizyondan izlediğim
Beşiktaşın maçlarını İstanbulda staddan izlemeye başlayınca duyduğum hissiyat
gibiydi.) Yine de müze dediğin biraz da mağazasından ucuz hediye almak için
gezilen bir şeydir. Gördüğüm en devasa müze mağazasında da bir saatimi zebil
ettikten sonra, üzerinde New York fotoğraflarının olduğu 2014 masa takvimimi ve
bir balya magneti alıp çıktım (Aldığım magnetler dolabı, masa takvimiyse işteki
masamı süslüyor, o güne dair hatıramı daim kılmak için) Müzeden çıktıktan sonra
biraz müzenin merdivenlerinde oturup bir daha burayı ne zaman görebileceğimi
düşündüm. Bununla ilgili üzülmek kendime haksızlık olurdu: Dünyanın bir ucunda,
amatör merakımı okşayan bir sanatın - ki bu aynı zamanda inancıma, kimliğime
dair bir parçayı da oluşturuyordu- sıradışı örneklerinin de yer aldığı bir
sergiyi barındıran dünyanın en meşhur müzesini tek başıma gezmiştim. Hem de, hedefimdeki
gibi, otuzuma gelmeden…