21 Ağustos 2014

Yunanistan Yazıları 2- Aylaklık, Çocukluk, Hafiflik

Tatil rotamız, 730 km görünüyor, biz 1300 yaptık!

İstanbul için Sultanahmet neyse, Atina için Akropolis odur: Şehrin arz noktasında ve en göz alıcı tepesinde, şehrin kimliğini ve karakterini oluşturan tarihi bir yapı, şehre mağrur bir edayla asırlardır nazar eder. Akropolis, benim gibi mitoloji cahilleri için bile, Antik Yunan kültürünü (ve bu kültürün Bizans/Roma imparatorluğuna attığı imzayı) cazip kılacak kadar iyi korunmuş durumda. Son derece geniş bir yüzölçümüne yayılmış bu yaşayan tarihi sıcak bir yaz gününde gezmek size yorucu gelecekse, güneşin tepede olduğu saatlerde Akropolis müzesinin nadide eserlerinin sergilendiği kapalı müzeyi gezip, arazideki antik yapılara gün batımına doğru bakabilirsiniz. Arazide mutlaka görmeniz gerekenler listesi yapacak olursak: Stoa of Eumenes, Odeon of Herodes Atticus, Dionysos Tiyatrosu, Parthenon olarak sayabiliriz. Akropolisin güney ayağında ayrı bir girişle (Akropolis bileti tabi ki geçiyor) Olympian Zeus Tapınağı da gün batımında fotoğraf için çok keyifli oluyor...

Akropolis'teki tarihi tiyatro
Akropoliste kaplumbağa olmak vardı anasını satayım
Yukarıda bahsettiğim Zeus Tapınağı renkleri bu, gün batımına doğru uzayan ışıkta çok daha etkileyici
Başkentin tamamen müflis bir vaziyette olduğu doğru: Binalar metruk, dükkanlar kapalı, inşaatlar yarım, şehirde ve ülkede bir miskinlik var, Atina dahil gittiğimiz yerlerde sanayiye dair bir şey görmedik. Ama Yunanistanın vaat ettiği zaten para basan fabrikalar, büyük ve donanımlı arge labaratuvarları, gıcır arabalar değil, başka bir dünya tasavvuru, ki o tasavvurda çocukluğuma dair anılar var, mesela mahalledeki çeşmeye ağzımızı dayayıp kana kana su içtiğimiz zamanlar: Havaalanından, Akropolise, sonradan gezeceğimiz Olimpiyadan turistik adasına kadar tüm ülke sathına yayılmış sebillerin bendeki çağrışımı başka bir şey olamaz zaten. Mesela  bir Avrupa ülkesinde de çocukların sokak aralarında top oynadığını görmenin bahtiyarlığı, mesela akşam sekiz dokuzdan önce kapanmayan mağazalarda dolanmak; Akropolisin olduğu sokakta, şehrin göbeğinde açık hava sinemasının faal olduğunu hala görüp özlemek de o tasavvura, o tasavvurun verdiği o serinlik ve rahatlık duygusuna dahil. Dahası, Yunanistan, o tasavvurun bile zaman zaman bir tık fazlası: Küçük bir çocuk polis tarafından katledildiğinde, emniyet müdürü ve içişleri bakanının anında istifaya zorlandığı insan haklarına saygılı bir devlet. Bu topraklarda büyümüş birine "bunlar burda da mı var lan" dedirten başka benzerlikler:  Basbayağı kahvehanenin önünde oturup tesbih çeken, sol kol dışarıda geniş geniş araba kullanan mütebessim Yunanlılar, sabahın bir saatinde megafonla sokaktan geçen seyyar manavlar (Fatih 'overlokçu herhalde' dediydi), atarlı garsonlar, yeşilliklerin ve zeytin ağaçlarının içinde, pek çoğunda giriş ücreti olmayan, kablosuz interneti olan masmavi ve upucuz plajlar: Lagonissi, Agia Marina, Anavsissos ve diğerleri... Bu plajların en fahiş giriş ücretine sahip olanı, 9€ ile bir göl olan Lake Vouliagmeni. Bu suyu turkuaza çalan renge sahip gölde sizin derinizi ısıran küçük balıklarla yüzmek değişik bir haz veriyor cidden.

Çocuklukta lolipop kadar sevilen şeyler: Yazlık sineması
Yunanistan tatilimizin özeti
Yunanistan plajlarındaki tavernalar gayet nezih, tıkış tıkış olmayan ve hesaplı restoranlar
Akşamları şehrin Taksime tekabül eden meydanı Synagma'nın devinimi çok eğlenceli. Biz ilk gün o civarda, ikinci gün şehrin varlıklı kesminin oturduğu Eleas Gi'de yemek yedik. Bu restoran, ritüellerle bezeli girişi, kartal yuvasını andıran manzarası, değişik mezeleriyle mutlaka uğranılması gereken bir durak.

Atinada bir gece daha kalsaydık Pire ve Attica taraflarına gitmek isterdim, ama tekeri döndürüp Patra üzerinden Zakynthos'a doğru yol aldık. Patrada bir kahve içimlik soluklandık, gördüğümüz diğer liman şehirleri gibi, bu Yunanistanın en büyük üçüncü şehrinin de hareketli bir çarşısı vardı. Bu rotayı kuzeyden yaparsanız, antik Delphi şehrini de gezme imkanınız olur. Biz turistik ada Zakynthos'a gitmek üzere Kyllini'ye varmamız gerektiğinden orayı bypass ettik, Atina - Kyllini 300 km civarında bir yol ve yolun yarısında otoban yapım aşamasındaydı, ki ben o yolu sevgili Yunan karayollarının tamamen kafasına göre aldığı otoban ücretlerine bozukluk denkleştirmek ve muntazman arabanın radyosunu kurcalamakla yedim.

Kyllini'de şehre 3 km mesafedeki Fragos Garden Studios'da beklentimizin çok ötesindeki apartın yeşil bahçesinde bolca kendimizle hesaplaşma imkanımız oldu, orada bahçede fotoğraf çekilip karşıladığımız günbatımında balkona dolan huzur elle tutulacak seviyedeydi sanki. Ama günümüzün iyi geçeceği Kastronun manavını ihya edip, Analipsinin dalgalı plajında burayı Shawshank Redemption'daki ağacın altına benzettiğimizde belli olmuştu zaten... Biz Atina hariç hep beklentimizin ötesindeki otellerde, hep iyi fiyatlara kaldık, ama arayana 4-5 yıldızlı kendi beachi olan oteller gittiğimiz en ufak ve turistik görünmeyen yerleşimlerde bile mevcuttu. 

Kyllini'den yukarı çıktığınız zaman Kastro'dan göreceğiniz manzara
Kendiyle hesaplaşan adam bu bölümde, Fragos Garden'ın asude bahçesinde...
Zeytinyağı önemli hafız
Tatilimizi planlarken bizim için Zakynthos adasına geçişten öte bir anlam taşımayan Kylliniden bu güzel anılarla ayrıldıktan sonra, sabah feribota atlayıp (imkanınız varsa high seasonda bileti bi gün önceden alın, kafanız rahat olsun) artık turistik hale gelmiş Zakynthos adasında iki gece konakladık. Şehrin merkezinde konakladığımız Otel Yria'nın, asgari konfor koşullarını muntazaman karşıladığını söyleleyim. Zakynthos, batık geminin kumsalına vurduğu Navaggio Plajıyla ve denizinin buz mavi rengiyle meşhur, adanın batısındaki bu plaja hem şehir merkezinden, hem de Zygia Plajından feribotla ulaşabilirsiniz. Batık gemi namını hak ediyor, adaya geldiyseniz görmeden dönmeyin, ama tüm Yunanistan gezimizde en turistik yerin de bu ada olduğunu söylemem lazım. Adanın güneyindeyse bir caretta caretta adası var, Keri ve Dafni plajlarından buradan kalkacak turlara katılabilirsiniz. Bu tekne turları konsept olarak benzese de, Ölüdeniz ve Kuşadasındaki muadillerinden daha nezih turlar, sonuçta bangır bangır yazın en cıstak şarkısına maruz kalmadan geziyorsunuz. Restoran olaraksa Rakomeladiko ambiyansını da katarsak fena değildi, Ammos Tavernaysa onun iki tık üstüydü, balık çorbasının yazarken tekrar anımsadım ve resmen ağzım sulandı... Bu arada bir hafta boyunca tüm Yunanistanda gittiğim hiçbir restoranda saganaki, feta cheese ve cacığın kötü olduğunu görmedim, öğlen akşam da kalamar/karides/ahtapot üçlüsünden ikisini yedik ki genelde soğukta mezeler 4-6€; sıcakta 8-12€ arası oynuyor ama porsiyonlar ziyadesiyle büyük, ama bilhassa İzmirlilerin aşina olduğu üzre yok lağostu, adabeyiydi veya başka tip balıkların buradaki restoranlarda olduğu gibi kiloyla satılıp kızartıldığına pek denk gelmedik.


O maviyi gördük, Navaggio Sahili, Zakynthos

Havadan yana talihsizdik Zakynthosta,batık geminin olduğu plajı gezerken de hava zaman zaman kapandı
Esnafı kalkındırma hamlemizin bir diğer ayağıysa arabanın lastiğini patlatıp Yunanistanın lastik tamircilerinde soluğu almamızdı, Yunanistanda, bilhassa küçük yerlerde araba kullanırken dikkatli olmakta fayda var, güneşin bağrında lastik değiştirip Tarzanca lastikçilerle anlaşmaya çalışmak çok eğlenceli olmayabiliyor...
Zakynthostan Antik Yunanda olimpiyat oyunlarının yapıldığı Olimpia şehrine yol aldığımızda, aracımızın kadranı 1000 kmyi vurmuştu ve biz artık dönüş rotamıza girmiştik. Olimpiadaki kalıntılara dair en beğendiğim, tüm kalıntıların arasında göğe uzanan zeytin ağaçlarının altında nefeslenmek, o ağaçların altında öbekleşmiş turist gruplarının ilgiyle dinlediği mihmandarlara kulak kabartmaktı. Olimpiyanın müze kısmını da gezmenizi tavsiye ederim, hele benim gibi Ridley Scott'ın Gladyatör'ü sizin için bir filmden daha fazlasıysa, Lucius'un büstünü, Marcus Aurelius'un çift atlı zırh kuşanmış heykelini görmek sizi o filmin atmosferine tekrar sokacak... 

Bundan asırlar önce olimpiyatların yapıldığı Olimpia'daki belki de en fotojenik kalıntı
Olimpia'nın müzesinde görülmeye değer parçalardan kalkan üzerindeki motifler
Gerçekten inanılmaz: İmparator Marcus Aurelius'un ikiz atı, Gladyatör filminde Maximus bundan bahsediyordu, sinefiller hatırlayacaktır.
Olimpianın kalıntıları arasında bir göğe bakma durağı
Olimpiadan sonraki durağımız Nafplion hepi topu 35 000 nüfuslu tipik bir liman kasaba irisi olmasına rağmen Yunanistanın Osmanlıdan bağımsızlığı kazandıktan sonraki ilk başkenti olması hasebiyle ülkenin yakın tarihinde kilit bir öneme sahip. Tıpkı Kyllini gibi, şehre ilk girdiğimizde burada konaklamakla doğru yapıp yapmadığımızla ilgili çekincelerimiz, ayrılırken yerini özleme ve dönüş biletini yakma hayaline dönüşmüştü bile. Şehrin alametifarikası, Yunan İsyanında da kilit çarpışmaların yaşandığı Palamidi Kalesi, şehrin kurulduğu ovaya ve limana son derece müstahkem bir tepeden bakıyor, eğer öğlen olmadan gelebilirseniz güneşi arkanıza alıp çok güzel pozlar yakalayabilirsiniz. Denize girmek için Tolo tarafındaki Plaka, Psili Amos ve Iria plajlarını tercih edebilirsiniz, özellikle kampçıların da karavanlarıyla konaklama alanı olarak kullandığı Iria tarafındaki plajlar çok huzur vericiydi. İlk gün, şehirde sadece müdavimleri tarafından bilinen çıkmaz sokaktaki yerini ancak adres sorarak bulabildiğimiz O Pseiras isimli et lokantasında yedik. Yunanlıların kokoreçi aynı kelimeyle çağırsalar da pişirme usülünden anladığı bizimkinden biraz farklı, onu diyebilirim. Nafplionun kalabalık çarşısında salınmak, daha önceki yazımda da belirttiğim üzre, bana Kaş'ı anımsattı diyebilirim, merkezdeki dondurmacıdan aldığım külahla sokaktaki bir apartmanın merdivenlerine oturuduğumdaki hafiflik ve serinlik duygusuyla, yazlıkta bir zamanlar gölgesinde serinlediğimiz asma ağacının altında arkadaşlarımla gecenin bir yarısına kadar oturduğumda hissettiğim bahtiyarlığın akraba olduğunu, işte o zaman keşfettim. Bu yaza dair başka bir şey keşfetmeme gerek kalmamıştı. Ne de olsa bir hafta boyunca aylak aylak tatil yaparken, Ege'nin karşı yakasında büyümüş olmanın burayı anlamak için yeterli olduğunu görmüştüm.

Palamidi Kalesinden Panoramik Nafplio Manzarası
Nafplio'da Savaş Müzesi
Nafplio'da Gravürcü, fotoğraf 1850'lerde Rumelihisarından İstanbulu gösteriyor 
Sizce?

11 Ağustos 2014

Yunanistan Yazıları 1- Memleket Neresi?

Nafplion 35000 nüfuslu bir Yunan liman şehri. Bir hafta boyunca yaptığımız 1200 km sonunda son kez bir Rum tavernasında yarısı Türkçe mezelerden müteşekkil (cacciki, kokoreçi, fava, kalamari, kelimesi bile aynı olanlar grubuna dahil; patlıcan ezme, etli sarma, baklava, kadayıfsa aynı tat fakat Yunanca kelimelerle mevcut, Türk kahvesiyse tüm ülkede Yunan Kahvesi olarak geçiyor) bir ziyafet çekmek için şehre inip, güzelim şehrin Alaçatı/Kaş karışımı sokaklarında uçarcasına hafiflikle salınırken, bir hediyelikçi dükkanına takıldı gözüm. O kadar yoğun gezmiştik ki, magnet/ayraç/incik boncuk faslı son güne kalmıştı, ama sabah kertildiğimiz yetmemiş olmalıydı ki Fatihi dükkana sürükledim, bir haftada öğrenebildiğimiz üç Yunanca kelimeden biriyle selam verdik: Kalispera!

Dükkanın yaşlı, ak çember sakallı, şişman sahibi okuduğu kitaptan kafasını kaldırmadan, selamı aldığını hissettiren Yunanca bir cevap verdi. (Turist olmadığımızı sandıklarını düşündüğümüzde oryantalist bir zevke kapılıyorduk) Bir süre dükkanda parıldayan zırhlara, kılıçlara ve diğer hediyelik eşyalara hayran hayran bakıp, paramıza kıyıp kıyıp kıymamanın tereddüdüyle dükkanın arkasındaki zemin katta vakit eğledik, Fatih kız arkadaşına güzel bir küre aldı, Yunan mitolojik şeysi vardı içinde sanırım figür olarak, mitoloji konusundaki cahilliğimi mazur görün. Adam büyük bir ciddiyetle hediyeyi güzel bir paket yaptı, o esnada benim gözüm adamın okuduğu kitaba takıldı, latin alfabesiyle Amin Maoulof'un adı, okuyup anlayamadığım Grek alfabesiyle de kitabın adı yazıyordu. Derken kitabın arasından uç veren ayracı fark ettim: Basbayağı Karadeniz yazıyordu, Türkçe. Adam sabah girdiğimiz gravürcüdeki gibi iş için Türkiyeye seyahat etmiş, veya o gece tavernadaki Rum komi gibi Türkçeye merak salmış ve öğrenmeye çalışmış olabilirdi. İngilizce, "bu ayraç Türkçe, değil mi?" diye sordum. Biraz duraksadı, ilk kez o zaman bize baktı (veya bana öyle geldi), dudağının kenarında hafif bir gülümseme ve sonradan öğrenilmediği çok belli bir Türkçeyle bizi dumur eden soruyu sordu: Memleket neresi?

"Siz Türk müsünüz?" değil, 'Nerelisiniz" değil, "Nerde yaşıyorsunuz" hiç değil... "Memleket neresi?" (Üniversitede Humanities dersinde Selim Deringilin bu cümlenin milleti ve aidiyeti tanımlayan bir soru kalıbı olduğundan bahsettiği bir an şimşek gibi kafamda çaktı.) Gayrimüslimlere has bir aksanı vardı ama duraklamadan ve çok akıcı konuşuyordu, heyecanla cevap verdik, bir daha da aramızda Türkçeden başka dilde konuşmadık: 
- Biz İzmirliyiz, siz?
- Ben İstanbulluyum, Beyoğlunda doğdum. 82de göçtüm, 26 yaşında. Şu an artık oralarda ev kalmadı tabi. 
- En son ne zaman geldiniz?
- Her sene geliyorum. Babam hala orada.

Benzer hikayeler duymuştuk. Çağan Irmak'ın güme giden Dedemin İnsanlarını izlemiştik. Ama bütün bunlar Alexandros Zacharopoulosla ("Türkçe adım Ali Şekercioğlu" demişti) tanışmanın şerefini ve heyecanını azaltmamıştı. Hızla hayat hikayesini anlatmaya başladı, Çengelköyde oturan kalorifer tesisatçısı babasının Tarabya otelinin inşasında çalıştığından, annesinin Vaniköyde oturduğundan, evlenince Kuzguncukta yaşadıklarından bir çırpıda bahsetti, bütün bunları yaparken bir yandan da bilgisayarından evrakı metruke kabilinden en yenisi 60 senelik aile ve İstanbul fotoğraflarını gösteriyordu. Dönmeyi düşünüp düşünmediğini sordum, her gün yaşamaktan nefret ettiğim bu ülkenin yine de 82deki halinden daha iyi olduğunu biliyordum, "hayır" dedi. "İstanbul artık kocaman bir taşra. Vitrinler dolu ve güzel, ama arkası bomboş." 

Ben göç hikayesini biraz provoke ettim, Alexandros Beyin niye geldiğini anlamaya çalıştım, sanırım AB vatandaşlığı biraz cazip gelmişti, söylediklerinden ben öyle anladım veya. 1986da konsolosluğa gittiğinde kodumun konsolos görevlisinin höt zötünden çekinip kendine gösterilen yerleri imzaladığından ("e tabi biz de alışmışız, devlet memurundan korkuyoruz" diye basmıştı kahkahayı) ve böylece bir oldubittiyle kendi iradesi dışında vatandaşlıktan çıkarıldığını anlattı bize. 1986 tarihli konu evrakı gösterdi, evrak "iş bu yazı, başvuranın isteği üzerine düzenlenmiştir" diye bitiyordu, bu lafa çok içerlemişti. "Yunancada" dedi "şöyle bir laf vardır: "Kuşunu ve imzanı nereye koyduğuna dikkat et!"

Kartını hatıra olarak aldım, kendiminkini verdim, "yolunuz İzmire düşerse arayın" diyecek oldum, hemen reddetti, çekmeceyi açtı, köşede tek başına bir kart duruyordu, üzerinde "Egemen Bağış: AB Bakanı" yazıyordu. (çok ilginç bir detay Alexandros Beyin Türkiyeye dair tüm resimleri, resmi evrakları dükkanında, elinin erişebileceği yerde tutmasıydı) Egeboy bu küçük şehre gelince dükkanını da ziyaret etmiş, hikayesini duyunca Atina Başkonsolosuyla beraber vatandaşlık için ısrarcı olmuşlardı, o "cam kırılmadı, paramparça oldu" diye cevap vermişti. Egemen Bağış aile fotolarını müzeye koymak için istemiş, onu da reddetmişti. "Siz" dedim, "yine de beni arayın, Egemen Bağış, bugün var yarın yok, biz her zaman ordayız". "Ben", dedi "burada iyiyim, ama misafirim. 82de buraya gelince Türk tohumu -piçi demek istiyolar- diye de hakaret ettiler buradaki Rumlar. Ölünce vasiyet ettim, krematoryumda yakılacağım, yarısı buraya, yarısı İstanbula savrulacak. Babama diyorum arada, kaç kişi kaldık zaten Türkiyede, kimse yok, gel artık diye, dönmüyor. Geçen yoğun bakımda kaldı, benim dört Türk canciğer arkadaşım var İstanbulda, onlar kendi babalarıymış gibi baktı, hakları ödenmez." Biraz daha üzerine gittim, "anneniz babanız dönmemiş ama buraya" dedim, "yanlış kelime kullanıyorsunuz" diye tersledi beni: "Buralı değiller ki dönsünler, onlar İstanbullu, ben de öyleyim. Bundan üç sene önce babamla Ayasofyaya gittik. Babam Türk vatandaşı olduğu için para vermeden geçti. Ben de aynı turnikeden geçmek isteyince, görevli TC kimliği sordu, bende yok tabi. Onun yerine pasaportumdaki doğum yeri hanesindeki İstanbul yazısını gösterdim. Görevli, 'Anlıyorum ama üzgünüm, para almak zorundayım' deyince, 'paramı veririm ama bileti almam, TC vatandaşlarının geçtiği kapıdan da geçerim' dedim, adam 'ne manyak', diye düşündü herhalde, ses etmedi." Gururla gülümsedi: "Öyle de yaptım." 

Sonra biraz Beşiktaştan, -Beşiktaşlıydı tabi, ya ne olacağdı!- o gece sonuçlanan cumhurbaşkanlığı seçiminden, Selanik'in cami inşa eden ateist belediye başkanından (Camiyi niye yaptığı sorulduğunda "Türklerle kardeşiz, Avrupalılarla ortağız" demiş), Türkiyenin Yunanistandaki algısından, kadına şiddetten ve Gezi hareketinden ve tabi ki birbirimize ne kadar benzediğimizden konuştuk. İzmire hiç gelip gelmediğini sorduk, "dört kere" dedi. "Bizim zamanımız farklıydı çocuklar, biz korkardık". İçim cız etti. Bir saat boyunca çalan tüm telefonları ya açmadı, ya da bir cümle ettikten sonra cevabı beklemeden karşıdakinin suratına kapattı. "Çok konuştum" dedi, ben hikayenin çarpıcılığını idrak etmeye çalışmaktan söylediklerinin yarısını takip bile edememiştim. Müsade istedik. Daha bir bara oturup Türkiyedeki sefil hayatımızın pasını silecektik. Elini uzattı, gözümüzün içine baktı, buğulu gözlerle "hakkınızı helal edin" dedi. Bir hafta boyunca bize zaman zaman rüya gibi gelen tatilimizin bittiğini, işte o zaman fark ettik.