10 Aralık 2010

Tasfiye Nedeniyle Zararına Yazılar

Mörfi kanunlarını üç diye bilirsiniz ama benim için mörfi kanunu hükmünde dördüncü bir kural daha var (yoksa termodinamiğe ve dolayısıyla ilk yazıma atıfla sıfırıncı kural mı demeliyim, usta yazar yine bağladı, ilk yazısına bağladı, abicimabicimbaamsızyazılarbirbiriylealakalımıyoksaabicim): Büyük konuşma, sonradan lafını yersin. “Ya bu Kars harbiden çok güzel yermiş” kanaatim “abi soğuk her halükarda iyidir, soğukta giyinebilirsin ama sıcakta soyunamazsın” olarak dillendirilen şahane teorimle birleşti ve TSK benden borcunu beş ay Kars'ta piyade olarak tahsil etmeyi münasip gördüğünü perşembe gece yarısı ilan etti. Kaderimizde bu şehrin, Kar'dan, İklimler'den, Kader'den fazlasını çağrıştırması varmış, herkesin geçtiği yoldan biz bu rotayla geçecekmişiz... Birkaç ay burada ve twitter hesabımda bir güncelleme olmazsa bu rota değişikliğine yormanızı rica ederim, ben birkaç gün sonra aşağıdaki kapıdan geçip buralardan çıkacağım, hakkınız varsa helal edin tekrardan...
Saint-Gut Free'yle Dersaadet'te sessizce volta atarken birbirimize fısıldadığımız bir sır var: Şehir, bilhassa ilk gelişte ve ondan ayrılırken göze çok güzel geliyor. Vaatkar. Şiirdeki gibi, efsunlu. Ama yaşarken, pek o kadar değil. Belki de öyle ama biz bunu algılayamıyoruz. Seneca'nın hakkı var, "biz erteledikçe, hayatımız hızlanıyor". Zaman hızlanıyor. Son bir haftada gördüğüm tüm eski dostlarla ve akrabalarla laflarken mutlaka dudaklarımdan dökülüveren cümle, “o kadar oldu mu be abi?” idi. Babaannemin bahçeli evinin koridorunda bir baştan bir başa koşmayalı, o taş evde gaz sobasına yapışık bir vaziyetle ders çalışmayalı, perşembe günü dedemin dükkanında çorap satmayalı, bir bayram sabahı buz gibi suyla abdest alıp akrabalarla namaz kılmayalı, lisemin koridorlarında avazım çıktığı kadar bağırmayalı, gece yat saatinden bilmem kaç saat sonra kıç kadar odada avcumuzu bir fincan şekersiz çayla ısıtırken memleketi kurtarmayalı, bomboş Menderes Ovası'na bakarken dalıp gitmeyeli, yazın hacı bekler gibi eş dostun gelmesini bekleyip ekip kurulunca sabahlara kadar oturmayalı, yazlık yerin kış vakti suratımıza çarptığı yabancılığıyla yüzleşmeyeli o kadar olmuş muydu? Geleceğimle ilgili hayal kurmayı ne zaman bırakmıştım? İstanbul'a geldikten kaç sene sonra? İstanbul'dan ne zaman hakikaten gitmek istemiştim? Barselona'dan önce mi sonra mı? Hakkımın her alanda devamlı yendiği hissi bende ne zamandan beri sabit bir fikir halini aldı, üç buçuk senelik çileli iş hayatımın hangi evresine tekabül eder? Peki hakkımı aramayı ne zaman bıraktım acep, onun da var mı bir miladı?

Ayhan Aydan'ı bilen bilir, bilmeyenin bi gugıllamasına bakar. O sevdiği adamı, tüm o apoletlerin, cuntanın, mahkeme diye kurulan tiyatronun önünde, tek başına ve dimdik şu sözlerle savunmuş: “Adnan Menderes'i 51 senesinde tanıdım ve kendisini çok sevdim. Bütün emelim ondan bir çocuk yapmaktı ve maalesef bunda muvaffak olamadım” Bu laf beni etkilemişti. Bu cesaret. Bu cesaret Adnan Menderes'i bu davadan beraat ettirmişti- Yassıada'da beraat ettiği tek dava. Bu cesaret beni hala etkiler. Ben bu kadar cesaretle söyleyebildim mi sevdiğimi, söylemiş kadar olmuşumdur be, var mı aranızda inkar edecek babayiğit? Ah, bu sorunun muhataplarından bazıları bu meydan okumamı hiç duyamayacak, bu yazıyı hiç okumayacak di mi, unutmuşum...

Çok meşhur bir “iki karınca hikayesi” vardır İslamda, bilenler ve daha önce anlattıklarım affetsin. Topal bir karınca hacca gitmeye yeltenmiş, ormanda bunu gören hayvanlar “ya karınca kardeş sen ne içiyosan aynısından biz de istiyoruz” demişler. “Sen nasıl gidicen o kadar yolu bu topal halinle?” Karınca dönmüş, “iyi de” demiş, “biz bu yolda ölmez miyiz de?” Niye yazıyorum diye kendime sorup duruyorum ya, anladın sen anladın...

4 Aralık 2010

Oyunculuk Nedir, Nasıl Yapılır (Golf Sopasız Versiyon)

Hep çok beğendiğim filmleri yazdım, bu sefer o kadar da beğenmediğim bir filmi yazayım, Yavuz Turgul'un hepimizi heyecanlandıran Av Mevsimi'ni. O kadar tafsilatlı bir analize girişmeden söyleyeyim, gidin, bir Eşkıya veya Muhsin Bey beklemeden. Yavuz Turgul'un nostaljisi, zamanını (daha moda tabirle zamanın ruhunu) ıskalamış kahramanları, oyuncu yönetimi, yerel ama hakkı yeterince teslim edilmemiş sanatçılara saygı duruşu içeren müzik seçimi (Eşkıya'da Kazancı Bedih, Gönül Yarası'nda Aynur Doğan ve bu sefer Kazım Koyuncu) ve hikayelerinin naifliği bana hep iyi gelmiştir. Bu filmde de Turgul, aynı dili başka bir platform üzerinden (polisiye hikaye) anlatıyor. Film sonlara doğru temposunu kaybetse de bilhassa ilk bir buçuk iki saati bayağı kolay izleniyor, kendimi filme kaptırmamdaysa Cem Yılmaz'ın oyunculuğunun etkisi yadsınamaz, niyeyse kendisini Zeki Demirkubuz'un filminde izleyemezsem gözüm açık gidecekmişim gibi gelirdi şu hayattan, bu filmle o inancım artık dogmatik bir hal aldı diyebilirim. Kendisinin merkezinde olduğu, meyhanede geçen ve Hayde şarkısında tüm masanın coştuğu sahne, hayatımda izlediğim en iyi sahnelerden biriydi, defalarca sıkılmadan izleyebilirim o sahneyi. (Filmdeki sahne henüz nete düşmemiş, Kazım Koyuncu'nun söylediği versiyonunu alta koyuyorum) Hep ne diyorum, marifet iltifata tabi, biz vazifemizi yapalım da...