28 Ekim 2011

Atkı

İstanbul’da yaşadığım sekiz sene boyunca takım iki kere şampiyonlar ligine kalabildi. İkinci postada, utanç kaynağı 8-0lık Liverpool hezimetinden sonraki ilk maçta içeride Marsilya’yla oynuyoruz. Her maça tek gidiyorum, bölümden bir arkadaşımdan rica ettim, “gel” dedim, “eğlenceli oluyor.” O zaman da Camus’den konuşuyoruz devamlı, “Camus dediğin adam da kalecidir en nihayetinde” dedim, kandırdım bir şekil. Yakın arkadaşım, bir kere mi ne maça gitmiş ömründe. Alakasız. Çok kötü top oynuyoruz o zamanlar, bu takım şimdi bile o kadar karaktersiz bir top oynamıyor. İlk yarıda yalandan bir faul aldı Tello, alçaktan şık bir frikik golü attı. İkinci yarı Taewoo diye bir yarma yapıştırdı otuz metreden, Rüştü’nün tavukkarası maça dengeyi getirdi. Maç kördövüşüne bağladı, Bobo da o zaman tek başına takımı taşıyor ama takımın orta sahayı geçmeye mecali yok. Baktı maçtan bir cacık olmuyor geçti taç çizgisine son on dakikada markajdan kurtulmak için, önüne yuvarlanan bir topu aldı,  bir adamı düşe kalka çalımladı gitti çaprazdan kalecinin bacak arasından yuvarladı. Ağlıyor insanlar yanımda, o kadar içerlemişler bir önceki maça. Arkadaşım “olm çok mutluyum lan” dedi bana dönüp, “çok uzun zamandır bu kadar mutlu olmamıştım”. “Al” dedi, çıkardı Beşiktaş atkısını, “bu senin olsun.”

İstanbuldan gitmenin zorluklarını hala yaşıyorum, ekip toplantısında bunu tüm ekibin önünde müdürün gözünün içine baka baka söylemekten imtina etmedim. Bu ızdırabın küçük bir parçası da, malumunuz üzre takımı canlı izlemekten mahrum olmak. İstanbulda olmak tanık olmak demek; taşrada olmaksa takip etmek. Ben de biraz Beşiktaş’ı taşrada cam ekrandan takip edecek olmanın yaşatacağı karın ağrısı, biraz da şahsiyetsiz ve basiretsiz federasyonun eyyamına kızdığım için hiçbir lig maçını izlemedim bu sezon. Tövbemi, bir Beşiktaş – Fener maçı bozdu. Temiz maçtı. Herkes özlemiş zaten salt futbolun odakta olduğu tempolu bir müsabakayı, o özlemimizi giderdiği için emeği olanlara teşekkürler. Maçın sonunda yine hüsrana uğramış bir halde ekrana bakarken, atkıların bir bir sahaya atılmasını hayretle izledim. Meğersem, Çarşı’nın Van’daki depremzedelere katkısıymış, bu maçın atkıları. Keşke ben de statta olsaydım, ben de anılarımla beraber düğüm yapıp yollardım o atkıyı. Dudak büken yorumlar okuyorum sağda solda, bir taraftarın atkıyla kurduğu bağdan haberi olmayan kişiler tarafından. Fanatik taraftar için, atkı sadece atkı değildir. Depremzedelere selam olsun.

9 Ekim 2011

Bostanlı Vapuru

Şevket: Hiç ilgilenmedi benimle. Çay içmeye davet ettim, oraya da gelmedi.
Kedi: E, çaydan.
Şevket: Ne çayı, ne alakası var.
Kedi: Çaydan, çaydan... Bu durumlarda kahve her zaman daha çok işe yarar. Bak, çayda kadınları rahatsız eden bişiy, böyle "yerel bir tını" var.
Şevket: Yerel mi? Ne alakası var? Çay yerel, kahve değil mi?
Kedi: Bak, “benimle kahve içer misin?” sorusu, bütün kadınlarda, hepsinde aynı rahatlatıcı çağrışımı yapar; beyaz fincan, porselen, şık, mayhoş aroma kokusu, hele latin ezgileri heheeeyy neler neler... Ama çay, çay böyle "başarısız erkek" gibi bişiy demek çay.
                                                                    (Beş Şehir, Sen/Yön: Onur Ünlü)

İzmir’de en son bu kadar uzun kaldığım zaman yıl 2006’ıydı. Çok paralı, çok kapitalist çok Amerikan bir şirkette staj yapıyordum. Orada bir kız sevdim, ismi Nihan’dı, aha da ilk kez bu konuda gerçek isim kullanıyorum blogda. Aynı servisteydik, gidiş dönüş yol boyunca sohbet ediyorduk, ama benim açımdan derin manalar çıkarmaya gerek yoktu, sonuçta zorunlu bir yol arkadaşlığıydı bu, bizim serviste o yaşlarda başka kimse bile yoktu zaten. Bir keresinde başka biri Nihan’ın yanına oturunca, servise binmekte olan beni gösterip, “arkadaş oturacaktı ama” deyip kaldırmıştı adamcağızı. Ne kadar mutlu olmuştum, ne kadar kolay mutlu oluyordum o zamanlar… Neyse bizim hikayemiz de iki ay sürdü. Yaz aşkı gibi bir şey, staj aşkı diyelim. Stajın son günlerine yaklaşmışken tüm ekip Bostanlı sahiline gittik. (Bilmeyen İstanbullular için, Caddebostan sahil kafası) Gittik gitmesine de, nası dönücez, üniversitede öğrenciyiz o zamanlar kimsede araba yok. Dönerken Konak vapuruna bindik, sadece ikimiz. Hafta içi son vapur, kimse yok, çıktık terasa, aynı banka oturup ikimiz de birbirimize doğru döndük, elimizi çenemize yaslayıp, içeriğini hiç hatırlamadığım havadan sudan şeylerden konuştuk, o vapur yirmi- yirmi beş dakika falan sürer işte, o kadar. (O gün bugündür, Bostanlı’ya da bir daha gitmedim zaten) Sonra staj bitti, o Ankara’ya gitti ben İstanbul’a… O kıza en çok yakınlaştığım an o andı. 

Ama onunla bir kez daha baş başa buluştum… Üç sene sonraydı sanırım, bir öfke anında sildiğim telefonunu ne yapıp edip bir yerden bulup iki cümlelik mesaj attım, çat diye aradı. İstanbul’a taşınmıştı. Haftasonu buluşmayı teklif ettim, öbür haftasonu olabileceğini, kendisinin arayacağını söyledi. Ben kendimi tutmayı başarıp hiç aramadım, o on gün sonra cuma akşamı aradı. Ertesi gün karlı bir İstanbul sabahında Bebek Starbucks’ta buluştuk. Kahve içtik –vallahi çay değil!- takıldık birkaç saat, havadan sudan konuştuk yine. Karşıya geçecekti, Beşiktaş’a gittik. Vapuru beklerken, “Mehmet” dedi, “bizim üretimden x vardı ya” “Hee” dedim mal  gibi -çocuğu tanıyordum ama adını hatırlamıyorum şimdi harbiden- “ben staj yaparken onunla çıkıyordum”. Bir şey demedim, ama yüzüm artık nasıl bir hal almışsa, “ya tamam uzatma geçti zaten boşver,” dedi. “Senle birlikte vapurla Konak’a geçtiğimiz o gün var ya, o gün falan kafayı yedi bu, çok salak çocuktu zaten” dedi. Benim için önemli olan ama ona bir şey ifade etmemesi gereken o detayı bile hatırlıyordu, demek ki ona karşı ne hissetiğimi o zamandan beri biliyordu. (İnsanlara karşı hissiyatımı saklamak evvelden beri en başarısız olduğum konudur, bir de buna kızların gelişmiş sezilerini ekleyin…) Bile bile… Kızın bir ilişkisi olduğunu fark etmeyecek kadar salak ve öküz olduğum için öfkeleniyor, en mahrem duygularım rezil rüsva edilmiş olduğu için kendimi aciz hissediyordum. Gardım tamamen düşmüştü, sendeleyen bir boksör gibiydim, vapura güç bela attım kendimi. İnince bir daha ne zaman görüşeceğimizi sordum, biraz beklemek istediğini, acele etmememi söyledi.

Sadece bir hafta sonra cumartesi sabahının on birinde Barbaros’ta tesadüfen karşılaştık. (Kadere bak ki, ne hikmetse tanıştıktan sonraki beş yıl boyunca kendisiyle bir kere, o da buluştuğumuzun haftasında rastlaşmıştık.) Yanındaki ev arkadaşına beni, “işte Mehmet bu” diye tanıştırmıştı. Madara halimi demek ismini cismini unuttuğum bu kız da biliyordu. İnsan bir kere düşmeyegörsün… Sonra birkaç kez aradım, o hiç aramadı, benimle de bir daha buluşmadı, onu sıkboğaz ettiğimden yakındı konuşmamızın sonuncusunda. Sonra telefonlarıma da geri dönmemeye, arayınca açmamaya başladı. İzmir’de bir vapurda başlayan başbaşa muhabbetimiz de İstanbul’da bir vapurda işte böyle son buldu anlayacağınız…

Eski defterleri karıştırmanın nereden çıktığını merak edeniniz varsa - Before Sunrise ve Before Sunset’i izlememi, İstanbul’daki buluşmamızda bana Nihan tavsiye etmişti.

5 Ekim 2011

Paris Yahut İstanbul

Fransa ve kültürü, benim için, formasyonumun da (Boğaziçi!) önemli bir parçası olan Anglo-sakson kültürün bir antitezi, rakibi. 1789 Fransız İhtilali’nin vesile olduğu ulus devlet anlayışını yirminci yüzyıldaki felaketlerin (mesela Yahudi Soykırımı, mesela Bosna, mesela Irak, mesela Ruanda) müsebbibi bellerim, müdahaleci ve Amerika kadar çoğulculuktan nasibini almamış demokrasilerini illiberal ve noksan bulurum, Aydınlanma’ya da kaynaklık etmiş onca düşünüründen bir tek Camus’yü bilirim- onun da klasik bir varoluşçu olmadığına içten içe inanarak (öyle olmadığını umut ederek diyelim), Voltaire’ler, Moliere’ler, Sartre’lar, Baudelaire’lar, Hugo’lar, Balzac’lar, Flaubert’ler bana uzak. Son yüz yıl boyunca sömürgecilikte İngiltere ve ABD’den geri kalmamış olmalarına karşın özgürlüğün savunucusu görünme çabalarındansa tiksinirim, Irak Savaşı’nda da Libya Harekatı’nda da dinlerinin imanlarının petrol olduklarını ispatladılar indimde. Hal böyleyken, bu medeniyetin şehirleşmiş hali olan Paris’in bu zamana kadar merak ettiğim yerler listesine girememesine şaşmamak lazım. Şaşırma hakkımı Paris’in güzelliği karşısında kullanmak istiyorum, müsadenizle.

Diyar-ı küfrü gezdim, beldeler kaşaneler gördüm,
Dolaştım mülk-i İslamı bütün viraneler gördüm

Türkçede aydına eskiden münevver denirmiş, etrafına nur, ışık saçan kişi manasında. Yukarıdaki dizenin sahibi Ziya Paşa da bir Osmanlı aydınıydı. Akranları gibi, kendisi aydınlanmış, toplumu da aydınlatmayı kendine vazife edinmiş, yurt dışına gitmiş/sürgün edilmiş bir edebiyatçıydı. (Devlette devamlılık esastır malum, balya balya aydınımızın sürgün edilmesi, bize Osmanlı’dan mirastır) Şimdikilerin var mı emin değilim, ama Ziya Paşa’nın mensubu olduğu Jön Türklerin bir tasavvuru vardı. İktidara ortak olmuş, onu dönüştürmeye çalışan Tanzimatçılar gibi yavaş değil, örnek aldıkları Fransızlar gibi kesin bir devrim yapacaklardı. Paris’te, istisnasız her kamu binasının girişinde özgürlük, eşitlik, kardeşlik yazar. Paris’te ve Londra’da nefes alma olanağı bulmuş Jön Türkler de Abdülhamit’in prangalarından kurtulup önce hürriyet getireceklerdi memlekete. Sonra herkesin eşit olduğu bir anayasayla kardeşliği egemen kılacaklardı milletler arasında. Olmadı. Olmamasının faturasını bu ülkenin evlatları ödedi, hala ödüyor. O aydınların refleksleri, yaşadıkları ikilemler, hayal kırıklıkları, yılgınlıkları, adam olmayacaklarına içten içe kanaat ettikleri bir millet uğruna hayatlarını vakfetmelerinden doğan öfke, kendi kültürüne olan yabancılık, nesilden nesile kalıtsal olarak geçen bir lanet gibi izledi diğer nesillerdeki okumuş yazmışları. Taşrada doğmuş, kendini geliştirmiş ama modernleşmenin çelişkileriyle Doğu ve Batı arasında sıkışmış aydınlar yetişti bu ülkede (Bu arada kalmışlıktan ilk bahseden Tanpınar, arada kalmış aydını -kendi üzerinden- hicveden ilk yazarımız Oğuz Atay oldu, Tutunamayanlar’la.) Ziya Paşa da benzer bir şaşkınlık üzerine yazmış olabilir mi bu satırları, bilmiyorum. Paris’teyken en çok bu soruyu sordum kendime- biz niye böyleyiz, her yerimiz niye virane? Niye yere göğe koyamadığımız İstanbul’a on sene öncesine kadar bir metro hattı açamadık? Nasıl oluyor da Paris’in en içteki iki zone’unu boydan boya kat eden on dört metro hattı olabiliyor, şehrin en turistik yerlerinin kapısına kadar bu metro hatları gidebiliyor peki? Niye şehrin merkezinde böyle parklarımız yok bizim, niye her boş bulduğumuz yere plaza kondurur olduk?





Yukarıdaki fotoğrafın çekildiği Lüksemburg Bahçeleri, şehrin en işlek caddelerinden St. Michels üstünde, 11 numaralı metroyla gidebileceğiniz halka açık bir park. Şehrin sakinlerini orada çimlere uzanmış, çiftleri birbirlerine sarmaş dolaş, spora meraklılarını içindeki kortlarda tenis oynarken görebilirsiniz. Lüksemburg Bahçeleri’nin St. Michels kapısından çıkıncaysa İtalyan Pantheon Tapınağı’nın bir benzeri olarak inşa edilmiş –ve aynı ismi taşıyan- içinde Voltaire, Alexandre Dumas, Emile Zola, Victor Hugo, Jean Jacque Rouessau gibi yazarların mezarını da bulunduran devasa Pantheon Tapınağı’yla karşılaşırsınız. Binanın ortasında Faucault Sarkacı’nın olması hoş bir sürpriz, keza binanın alelade sütunlarından birinde Antoine de Saint-Exupery’nin anısına bir not görmek de- sadece bellatrixin kulağının çınlamasına vesile olduğu için değil, yazarlarına saygı duruşunda kusur etmeyen bir şehir görmek insanı teselli ettiği için (Ahmet Kaya da Paris’e sürgüne gitmişti değil mi…)         





Pantheon ile St.Michels arasında kalan mekanlar kahvaltı için iyidir. Yeri gelmişken tüm şehirde meşrubatın çok pahalı (metroda otomatta yarım litre su €1.8, markette bir buçuk litre su €0.75!) ama ana yemek fiyatlarınınsa çok fahiş olmadığını belirteyim. Biftek türevi yemeklerini ben çok lezzetli buldum ki genelde yurt dışına çıktığım zaman yemekte çok zorlanırım. Aynı övgüler tatlıları için de geçerli, bıldır yediğimiz fondüler midemin içinde döndüler sayın okuyucu. Onun dışında yemekleri yağlı tabi, klasik Orta Avrupa mutfağı.

Pantheon’un çaprazında ise “Universite de Paris” olarak da geçen Sorbonne Üniversitesi’nin arka kapısı bulunmakta, ana kapıdan güvenlik marifetiyle püskürtülünce, buradan giriş yaptım. Şehrin üniversitelerine sızmak, taa Barselona’dan beri yineleyegeldiğim bir gelenek olmaya başladı, ama böyle bir adetim olmasaydı da, Avrupa’nın Oxford’la beraber en iyi sosyal bilimler okulunun koridorlarında dolaşmak isterdim açıkçası.



Boğaziçi’nin en iyi (ve en Frankofon) sosyal bilimler hocası –biraz iddialı bir laf oldu akademik bir titr için ama- Edhem Eldem, kendi uzmanlık alanı olan Aydınlanma’yı anlatırken hiç unutmuyorum “Anlatacak bir şey yok aslında, aydınlanmayı herkes bilir” diye başlamıştı derse. Edhem Eldem tabi ne eylerse güzel eyler, ama aydınlanmanın ne demek olduğunu daha iyi anlamak için 1 numaralı metro hattıyla Louvre’a gidin- medeniyet dediğimiz şeyin bazı taşların daha üstte olduğunu ima eden piramidimsi hiyerarşik bir yapı değil, halka halka genişleyen bir okyanus dalgası olduğunu görmek için. Louvre o halkaların en dışta, en kapsayıcı olanı. İçinde Hammurabi Kanunu’nun olduğu anıt da var, Mona Lisa da. Bundan bin sekiz yüz yıl önce kozmpolit, yöneticilerini halkın seçtiği bir Roma tahayyülü kuran İmparator Marcus Aurelius da var, 2012’de büyütülmüş olarak açılacak İslami eserler müzesi de. Dört katlı dikdörtgen bir geometriye sahip bu devasa yapının bir katını yarım günde ancak gezersiniz, zaman kazanmak için müze kombine bileti alın, girişte kilometrelerce beklemekten kurtulur, şehirdeki altmış küsur müzeye de bedava girersiniz. Benzer bir kombineyi metro için almakta da fayda olduğunu hatırlatayım.…



Paris’in alametifarikası Eiffel’eyse akşam gidin, ışıklandırılmış hali, çok daha etkileyici.  Eiffel gibi birçok müze akşamın ilerleyen saatlerine kadar açık. En kestirme ulaşım, 6 numaralı metroyla Bir-Hakeim’de inmek veya C banliyösünü kullanmak. Eiffel’in, yani Paris’in tepesine çıkmadım. Söylemesi ayıptır yalnızdım, pek içimden gelmedi dolayısıyla. (İstanbulda olduğum sekiz senede de  Kız Kulesi’ne gitmedim mesela.) Paris’te hiçbir yerde yalnız olduğumu Eiffel’deki kadar hissetmedim, bunda Eiffel civarındaki çimlerde gecenin on birinde sere serpe yatmış beş bin civarında genç görmem de etkili oldu sanırım. Siz de bu duyguyu yaşamak istemiyorsanız ve eğer imkanınız varsa, sevgilinizle gidin bu şehre.



Yok eğer Paris’e hasbelkader yalnız gitmişseniz, ve illa da şehre kuşbakışı bakmak istiyorsanız, Notre Dame’ın kulesine çıkmanızdaysa bir mahsur yok: Eiffel yirminci yüzyılda geçen romantik bir aşk hikayesiyse, Notre Dame da  çirkin Quasimodo’nun mutsuz sonla biten imkansız aşkının peşinden heder olmasının konu edildiği romana hayat veren bir bir ortaçağ anlatısıdır. O anlatıda Qasimodo, kaderini (Anarkh) takip eder. Sonunu bile bile… Aşk da din gibi kadere razı olmaktır biraz. Şehrin bu simetrik kulelere sahip Gotik Katedrali, şehrin merkezindeki küçük bir adacıkta bulunuyor, St. Michels’den yürüme mesafesinde ve B, C banliyöleriyle 4 numaralı metro katedralin üç farklı noktasına çıkıyor. 






Şehirde görmeniz gereken bir diğer kilise ise neoklasik bir mimariye sahip diyebileceğimiz Sacres de Cour. İçerideki fotoğraf çekme yasağına uyun, sonra benim gibi müze görevlisiyle papaz olup keyfinizi kaçırabilirsiniz, bu konuda hem benim başımdan geçen olay, hem de Louvre’da tanık olduklarım görevlilerin nezaketten zerre nasibini almadığı kanaatini uyandırdı.

Fransa’nın merkezi Paris, Paris’in merkezi Concorde meydanı. Bu meydandaki obeliski merkez kabul edip, kuzey-güney ve doğu-batı yönünde hayali çizgiler çizerseniz meydanın bu eksenler etrafında simetrik olduğunu görürsünüz: Obeliskin olduğu yerdeki iki çeşme; Rue Royal sokağını başında Hotel de Crillon’a karşılık Hotel de la Marine; Concorde’un ucundaki Ulusal Meclise karşışılık Rue Royal’in ucunda Madeleine Kilisesi tıpatıp aynı mimariye sahip. Bu matematik mükemmelliğiyle diyebilirim ki (Sen Pietro’yu görmedim ama) benim bu yaşıma kadar gördüğüm en etkileyici meydan kesinlikle burası. Arc de Triumph ve Concorde Meydanı arasındaki cadde meşhur Champs-Elyseess caddesi, dört katlı Louis Vitton’dan, Mercedes galerisine, cadde üzerindeki barlardan, envayi çeşit mağazalarına kadar, Bağdat Caddesi’ni andırıyor. L’entricotte isimli restoranı tavsiye ediyorum, fiyatları biraz tuzlu ama antrikotu ekabir. Champs-Elyseess, cumartesi akşamı kalabalık olmasıyla beni şaşırtmıştı, zaten Paris’i Viyana’dan, Münih’ten, Stockholm’den hatta Barcelona’dan ayrı kılan benim için, güneş battıktan sonra da, şehrin sakinlerinin dışarıda, şehirdeki dükkanların açık olması. 1 ve 8 numaralı metrolar Concorde’dan, 1 ve 13 numaralar Champs-Elyseess’den geçiyor. Arc de Triumph da tıpkı Eiffel gibi, Louvre gibi, birazdan bahsedeceğim Savaş Müzesi gibi devasa bir yapı. Şehrin düz olmasının da etkisiyle bu devasa büyük yapılar her yerden gözünüze çarpıp, gezerken pusulanız oluyor. 





Şehrin suyla rabıtası doğu batı yönünde şehrin göbeğinden geçen Seine nehri. Eğer gezmekten bitap düştüyseniz, nehir üzerindeki bir saat süren tekne turlarından birine katılabilirsiniz, bu Paris’e başka bir perspektiften bakmanıza olanak sağlayacaktır. Şehrin üzerindeki en müstesna köprü olan, Pont Alexandre III köprüsü, Concorde meydanının paralelinde kalıyor ve bir ucu Champs-Elyseess’ye, diğer ucu yine mimari bir harika olan Askeri Müze’ye açılıyor. Askeri müzeyi gezmek kısmet olmadı- Tıpkı Sinan’ın “en beğendiğim yer” dediği, C banliyösüyle şehre kırk beş dakika mesafedeki Versay Sarayı’na gitmenin kısmet olmadığı gibi.




Benim randıman alamadığım kısmı gece hayatıydı, şehrin Moulin Rouge ve diğer pavyonları Pigalle ve Blanche tarafında yoğunlaşmış durumda. Moulin Rouge’un bar tarafında bildiğiniz sinevizyon gösterimi vardı Allahın cumartesi günü. O hizada birkaç disko var fakat, genelde pub şeklinde yerler konuşlanmış cadde üstünde, ama dediğim gibi çok yardımcı olamıyorum. Anlıyorum ama konuşamıyorum.



Geçenlerde Cömert’le twitterda geyiğini yaparken anımsadım- Before Sunset, yıllar önce Viyana’da tesadüfen tanışmış ve beraber bir gece geçirmiş Fransız entel bir kızla Celine (Julie Delpy) Deniz’in deyimiyle Celine’e kesik Amerikalı bir Jesse’nin (Ethan Hawke) yıllar sonra Paris’te geçirdikleri bir günü anlatır. Yıllar geçmiş, karakterlerimiz kendilerine başka hayatlar çizmiştir. Paris’i çiftimizle birlikte adım adım arşınlarken, (Eiffel klişesi hiçbir sahnede gözükmez) mutlu sonla bitmemiş bir aşk hikayesinin sonrasına tanık olmanın hüznü içinize oturur, film tüm sıcaklığına, pozitifliğine rağmen, varlığıyla başlı başına bir kara filmdir aslında. Ama bu klişelerden uzak, yalın aşk filminin son sahnesiyle ima ettiği, başka bir sonun mümkün olabileceğidir. Paris, bu yanılsamayı sadece filmi izlerken değil, gezerken de hissettirmesi bakımından da, İstanbul’a benzer. Paris’e iki yüz küsur kilometre mesafede bir otel odasında bunu yazarken, planım dahilinde olmamasına rağmen, sanki haftasonu Paris’e bir kez daha gidecekmiş gibi hissediyorum. Gerçek olmayacağını bilsem de Fransa turum bittikten sonra, İzmir’e değil İstanbul’a dönüverecekmişim, çok özlediğim arkadaşlarımla istediğim zaman görüşebilecekmişim gibi.