"Kimse dinlemiyorsa beni -ya da istediğim gibi dinlemiyorsa- günlük tutmaktan başka çare kalmıyor. Canım insanlar! Sonunda bana bunu da yaptınız."
Oğuz Atay - Günlük
İstanbul’da
yaşadığım sekiz sene boyunca takım iki kere şampiyonlar ligine kalabildi. İkinci
postada, utanç kaynağı 8-0lık Liverpool hezimetinden sonraki ilk maçta içeride
Marsilya’yla oynuyoruz. Her maça tek gidiyorum, bölümden bir arkadaşımdan rica
ettim, “gel” dedim, “eğlenceli oluyor.” O zaman da Camus’den konuşuyoruz
devamlı, “Camus dediğin adam da kalecidir en nihayetinde” dedim, kandırdım bir
şekil. Yakın arkadaşım, bir kere mi ne maça gitmiş ömründe. Alakasız. Çok kötü top
oynuyoruz o zamanlar, bu takım şimdi bile o kadar karaktersiz bir top oynamıyor.
İlk yarıda yalandan bir faul aldı Tello, alçaktan şık bir frikik golü attı. İkinci
yarı Taewoo diye bir yarma yapıştırdı otuz metreden, Rüştü’nün tavukkarası maça
dengeyi getirdi. Maç kördövüşüne bağladı, Bobo da o zaman tek başına takımı taşıyor
ama takımın orta sahayı geçmeye mecali yok. Baktı maçtan bir cacık olmuyor
geçti taç çizgisine son on dakikada markajdan kurtulmak için, önüne yuvarlanan
bir topu aldı, bir adamı düşe kalka
çalımladı gitti çaprazdan kalecinin bacak arasından yuvarladı. Ağlıyor insanlar
yanımda, o kadar içerlemişler bir önceki maça. Arkadaşım “olm çok mutluyum lan”
dedi bana dönüp, “çok uzun zamandır bu kadar mutlu olmamıştım”. “Al” dedi, çıkardı
Beşiktaş atkısını, “bu senin olsun.”
İstanbuldan
gitmenin zorluklarını hala yaşıyorum, ekip toplantısında bunu tüm ekibin önünde
müdürün gözünün içine baka baka söylemekten imtina etmedim. Bu ızdırabın küçük bir
parçası da, malumunuz üzre takımı canlı izlemekten mahrum olmak. İstanbulda
olmak tanık olmak demek; taşrada olmaksa takip etmek. Ben de biraz Beşiktaş’ı taşrada
cam ekrandan takip edecek olmanın yaşatacağı karın ağrısı, biraz da şahsiyetsiz
ve basiretsiz federasyonun eyyamına kızdığım için hiçbir lig maçını izlemedim bu sezon.
Tövbemi, bir Beşiktaş – Fener maçı bozdu. Temiz maçtı. Herkes özlemiş zaten
salt futbolun odakta olduğu tempolu bir müsabakayı, o özlemimizi giderdiği için
emeği olanlara teşekkürler. Maçın sonunda yine hüsrana uğramış bir halde ekrana
bakarken, atkıların bir bir sahaya atılmasını hayretle izledim. Meğersem, Çarşı’nın
Van’daki depremzedelere katkısıymış, bu maçın atkıları. Keşke ben de statta olsaydım,
ben de anılarımla beraber düğüm yapıp yollardım o atkıyı. Dudak büken yorumlar
okuyorum sağda solda, bir taraftarın atkıyla kurduğu bağdan haberi olmayan
kişiler tarafından. Fanatik taraftar için, atkı sadece atkı değildir.
Depremzedelere selam olsun.
Şevket: Hiç ilgilenmedi benimle. Çay içmeye davet ettim, oraya
da gelmedi.
Kedi: E, çaydan.
Şevket: Ne çayı, ne alakası var.
Kedi: Çaydan, çaydan... Bu durumlarda kahve her zaman daha
çok işe yarar. Bak, çayda kadınları rahatsız eden bişiy, böyle "yerel bir
tını" var.
Şevket: Yerel mi? Ne alakası var? Çay yerel, kahve değil mi?
Kedi: Bak, “benimle kahve içer misin?” sorusu, bütün
kadınlarda, hepsinde aynı rahatlatıcı çağrışımı yapar; beyaz fincan, porselen,
şık, mayhoş aroma kokusu, hele latin ezgileri heheeeyy neler neler... Ama çay,
çay böyle "başarısız erkek" gibi bişiy demek çay.
(Beş Şehir, Sen/Yön: Onur Ünlü)
İzmir’de en son bu kadar uzun kaldığım zaman
yıl 2006’ıydı. Çok paralı, çok kapitalist çok Amerikan bir şirkette staj
yapıyordum. Orada bir kız sevdim, ismi Nihan’dı, aha da ilk kez bu konuda
gerçek isim kullanıyorum blogda. Aynı servisteydik, gidiş dönüş yol boyunca
sohbet ediyorduk, ama benim açımdan derin manalar çıkarmaya gerek yoktu,
sonuçta zorunlu bir yol arkadaşlığıydı bu, bizim serviste o yaşlarda başka
kimse bile yoktu zaten. Bir keresinde başka biri Nihan’ın yanına oturunca,
servise binmekte olan beni gösterip, “arkadaş oturacaktı ama” deyip kaldırmıştı
adamcağızı. Ne kadar mutlu olmuştum, ne kadar kolay mutlu oluyordum o zamanlar…
Neyse bizim hikayemiz de iki ay sürdü. Yaz aşkı gibi bir şey, staj aşkı
diyelim. Stajın son günlerine yaklaşmışken tüm ekip Bostanlı sahiline gittik.
(Bilmeyen İstanbullular için, Caddebostan sahil kafası) Gittik gitmesine de, nası
dönücez, üniversitede öğrenciyiz o zamanlar kimsede araba yok. Dönerken Konak
vapuruna bindik, sadece ikimiz. Hafta içi son vapur, kimse yok, çıktık terasa,
aynı banka oturup ikimiz de birbirimize doğru döndük, elimizi çenemize
yaslayıp, içeriğini hiç hatırlamadığım havadan sudan şeylerden konuştuk, o
vapur yirmi- yirmi beş dakika falan sürer işte, o kadar. (O gün bugündür,
Bostanlı’ya da bir daha gitmedim zaten) Sonra staj bitti, o Ankara’ya gitti ben İstanbul’a… O kıza en çok yakınlaştığım an o andı.
Ama onunla bir kez daha baş başa buluştum… Üç
sene sonraydı sanırım, bir öfke anında sildiğim telefonunu ne yapıp edip bir yerden
bulup iki cümlelik mesaj attım, çat diye aradı. İstanbul’a taşınmıştı. Haftasonu
buluşmayı teklif ettim, öbür haftasonu olabileceğini, kendisinin arayacağını
söyledi. Ben kendimi tutmayı başarıp hiç aramadım, o on gün sonra cuma akşamı
aradı. Ertesi gün karlı bir İstanbul sabahında Bebek Starbucks’ta buluştuk. Kahve
içtik –vallahi çay değil!- takıldık birkaç saat, havadan sudan konuştuk yine.
Karşıya geçecekti, Beşiktaş’a gittik. Vapuru beklerken, “Mehmet” dedi, “bizim
üretimden x vardı ya” “Hee” dedim mal
gibi -çocuğu tanıyordum ama adını hatırlamıyorum şimdi harbiden- “ben
staj yaparken onunla çıkıyordum”. Bir şey demedim, ama yüzüm artık nasıl bir
hal almışsa, “ya tamam uzatma geçti zaten boşver,” dedi. “Senle birlikte
vapurla Konak’a geçtiğimiz o gün var ya, o gün falan kafayı yedi bu, çok salak
çocuktu zaten” dedi. Benim için önemli olan ama ona bir şey ifade etmemesi
gereken o detayı bile hatırlıyordu, demek ki ona karşı ne hissetiğimi o zamandan beri biliyordu.
(İnsanlara karşı hissiyatımı saklamak evvelden beri en başarısız olduğum
konudur, bir de buna kızların gelişmiş sezilerini ekleyin…) Bile bile… Kızın
bir ilişkisi olduğunu fark etmeyecek kadar salak ve öküz olduğum için
öfkeleniyor, en mahrem duygularım rezil rüsva edilmiş olduğu için kendimi aciz
hissediyordum. Gardım tamamen düşmüştü, sendeleyen bir boksör gibiydim, vapura
güç bela attım kendimi. İnince bir daha ne zaman görüşeceğimizi sordum, biraz
beklemek istediğini, acele etmememi söyledi.
Sadece bir hafta sonra cumartesi sabahının on
birinde Barbaros’ta tesadüfen karşılaştık. (Kadere bak ki, ne hikmetse tanıştıktan
sonraki beş yıl boyunca kendisiyle bir kere, o da buluştuğumuzun haftasında
rastlaşmıştık.) Yanındaki ev arkadaşına beni, “işte Mehmet bu” diye
tanıştırmıştı. Madara halimi demek ismini cismini unuttuğum bu kız da
biliyordu. İnsan bir kere düşmeyegörsün… Sonra birkaç kez aradım, o hiç
aramadı, benimle de bir daha buluşmadı, onu sıkboğaz ettiğimden yakındı
konuşmamızın sonuncusunda. Sonra telefonlarıma da geri dönmemeye, arayınca
açmamaya başladı. İzmir’de bir vapurda başlayan başbaşa muhabbetimiz de
İstanbul’da bir vapurda işte böyle son buldu anlayacağınız…
Eski defterleri karıştırmanın nereden çıktığını
merak edeniniz varsa - Before Sunrise ve Before Sunset’i izlememi, İstanbul’daki
buluşmamızda bana Nihan tavsiye etmişti.
Fransa ve kültürü, benim için, formasyonumun da
(Boğaziçi!) önemli bir parçası olan Anglo-sakson kültürün bir antitezi, rakibi.
1789 Fransız İhtilali’nin vesile olduğu ulus devlet anlayışını yirminci yüzyıldaki
felaketlerin (mesela Yahudi Soykırımı, mesela Bosna, mesela Irak, mesela
Ruanda) müsebbibi bellerim, müdahaleci ve Amerika kadar çoğulculuktan nasibini
almamış demokrasilerini illiberal ve noksan bulurum, Aydınlanma’ya da kaynaklık
etmiş onca düşünüründen bir tek Camus’yü bilirim- onun da klasik bir varoluşçu
olmadığına içten içe inanarak (öyle olmadığını umut ederek diyelim),
Voltaire’ler, Moliere’ler, Sartre’lar, Baudelaire’lar, Hugo’lar, Balzac’lar,
Flaubert’ler bana uzak. Son yüz yıl boyunca sömürgecilikte İngiltere ve ABD’den
geri kalmamış olmalarına karşın özgürlüğün savunucusu görünme çabalarındansa
tiksinirim, Irak Savaşı’nda da Libya Harekatı’nda da dinlerinin imanlarının
petrol olduklarını ispatladılar indimde. Hal böyleyken, bu medeniyetin
şehirleşmiş hali olan Paris’in bu zamana kadar merak ettiğim yerler listesine
girememesine şaşmamak lazım. Şaşırma hakkımı Paris’in güzelliği karşısında
kullanmak istiyorum, müsadenizle.
Diyar-ı küfrü
gezdim, beldeler kaşaneler gördüm,
Dolaştım mülk-i
İslamı bütün viraneler gördüm
Türkçede aydına eskiden münevver denirmiş, etrafına
nur, ışık saçan kişi manasında. Yukarıdaki dizenin sahibi Ziya Paşa da bir
Osmanlı aydınıydı. Akranları gibi, kendisi aydınlanmış, toplumu da aydınlatmayı
kendine vazife edinmiş, yurt dışına gitmiş/sürgün edilmiş bir edebiyatçıydı.
(Devlette devamlılık esastır malum, balya balya aydınımızın sürgün edilmesi,
bize Osmanlı’dan mirastır) Şimdikilerin var mı emin değilim, ama Ziya Paşa’nın
mensubu olduğu Jön Türklerin bir tasavvuru vardı. İktidara ortak olmuş, onu
dönüştürmeye çalışan Tanzimatçılar gibi yavaş değil, örnek aldıkları Fransızlar
gibi kesin bir devrim yapacaklardı. Paris’te, istisnasız her kamu binasının
girişinde özgürlük, eşitlik, kardeşlik yazar. Paris’te ve Londra’da nefes alma
olanağı bulmuş Jön Türkler de Abdülhamit’in prangalarından kurtulup önce
hürriyet getireceklerdi memlekete. Sonra herkesin eşit olduğu bir anayasayla
kardeşliği egemen kılacaklardı milletler arasında. Olmadı. Olmamasının
faturasını bu ülkenin evlatları ödedi, hala ödüyor. O aydınların refleksleri,
yaşadıkları ikilemler, hayal kırıklıkları, yılgınlıkları, adam olmayacaklarına
içten içe kanaat ettikleri bir millet uğruna hayatlarını vakfetmelerinden doğan
öfke, kendi kültürüne olan yabancılık, nesilden nesile kalıtsal olarak geçen
bir lanet gibi izledi diğer nesillerdeki okumuş yazmışları. Taşrada doğmuş, kendini
geliştirmiş ama modernleşmenin çelişkileriyle Doğu ve Batı arasında sıkışmış
aydınlar yetişti bu ülkede (Bu arada kalmışlıktan ilk bahseden Tanpınar, arada
kalmış aydını -kendi üzerinden- hicveden ilk yazarımız Oğuz Atay oldu,
Tutunamayanlar’la.) Ziya Paşa da benzer bir şaşkınlık üzerine yazmış olabilir
mi bu satırları, bilmiyorum. Paris’teyken en çok bu soruyu sordum kendime- biz
niye böyleyiz, her yerimiz niye virane? Niye yere göğe koyamadığımız İstanbul’a
on sene öncesine kadar bir metro hattı açamadık? Nasıl oluyor da Paris’in en
içteki iki zone’unu boydan boya kat eden on dört metro hattı olabiliyor, şehrin
en turistik yerlerinin kapısına kadar bu metro hatları gidebiliyor peki? Niye
şehrin merkezinde böyle parklarımız yok bizim, niye her boş bulduğumuz yere
plaza kondurur olduk?
Yukarıdaki fotoğrafın çekildiği Lüksemburg
Bahçeleri, şehrin en işlek caddelerinden St. Michels üstünde, 11 numaralı
metroyla gidebileceğiniz halka açık bir park. Şehrin sakinlerini orada çimlere
uzanmış, çiftleri birbirlerine sarmaş dolaş, spora meraklılarını içindeki
kortlarda tenis oynarken görebilirsiniz. Lüksemburg Bahçeleri’nin St. Michels
kapısından çıkıncaysa İtalyan Pantheon Tapınağı’nın bir benzeri olarak inşa
edilmiş –ve aynı ismi taşıyan- içinde Voltaire, Alexandre Dumas, Emile Zola,
Victor Hugo, Jean Jacque Rouessau gibi yazarların mezarını da bulunduran devasa
Pantheon Tapınağı’yla karşılaşırsınız. Binanın ortasında Faucault Sarkacı’nın
olması hoş bir sürpriz, keza binanın alelade sütunlarından birinde Antoine de
Saint-Exupery’nin anısına bir not görmek de- sadece bellatrixin kulağının
çınlamasına vesile olduğu için değil, yazarlarına saygı duruşunda kusur etmeyen
bir şehir görmek insanı teselli ettiği için (Ahmet Kaya da Paris’e sürgüne
gitmişti değil mi…)
Pantheon ile St.Michels arasında kalan mekanlar
kahvaltı için iyidir. Yeri gelmişken tüm şehirde meşrubatın çok pahalı (metroda
otomatta yarım litre su €1.8, markette bir buçuk litre su €0.75!) ama ana yemek
fiyatlarınınsa çok fahiş olmadığını belirteyim. Biftek türevi yemeklerini ben
çok lezzetli buldum ki genelde yurt dışına çıktığım zaman yemekte çok
zorlanırım. Aynı övgüler tatlıları için de geçerli, bıldır yediğimiz fondüler
midemin içinde döndüler sayın okuyucu. Onun dışında yemekleri yağlı tabi,
klasik Orta Avrupa mutfağı.
Pantheon’un çaprazında ise “Universite de Paris”
olarak da geçen Sorbonne Üniversitesi’nin arka kapısı bulunmakta, ana kapıdan
güvenlik marifetiyle püskürtülünce, buradan giriş yaptım. Şehrin üniversitelerine
sızmak, taa Barselona’dan beri yineleyegeldiğim bir gelenek olmaya başladı, ama
böyle bir adetim olmasaydı da, Avrupa’nın Oxford’la beraber en iyi sosyal
bilimler okulunun koridorlarında dolaşmak isterdim açıkçası.
Boğaziçi’nin en iyi (ve en Frankofon) sosyal
bilimler hocası –biraz iddialı bir laf oldu akademik bir titr için ama- Edhem
Eldem, kendi uzmanlık alanı olan Aydınlanma’yı anlatırken hiç unutmuyorum
“Anlatacak bir şey yok aslında, aydınlanmayı herkes bilir” diye başlamıştı
derse. Edhem Eldem tabi ne eylerse güzel eyler, ama aydınlanmanın ne demek
olduğunu daha iyi anlamak için 1 numaralı metro hattıyla Louvre’a gidin- medeniyet
dediğimiz şeyin bazı taşların daha üstte olduğunu ima eden piramidimsi hiyerarşik
bir yapı değil, halka halka genişleyen bir okyanus dalgası olduğunu görmek için.
Louvre o halkaların en dışta, en kapsayıcı olanı. İçinde Hammurabi Kanunu’nun
olduğu anıt da var, Mona Lisa da. Bundan bin sekiz yüz yıl önce kozmpolit,
yöneticilerini halkın seçtiği bir Roma tahayyülü kuran İmparator Marcus
Aurelius da var, 2012’de büyütülmüş olarak açılacak İslami eserler müzesi de.
Dört katlı dikdörtgen bir geometriye sahip bu devasa yapının bir katını yarım
günde ancak gezersiniz, zaman kazanmak için müze kombine bileti alın, girişte
kilometrelerce beklemekten kurtulur, şehirdeki altmış küsur müzeye de bedava
girersiniz. Benzer bir kombineyi metro için almakta da fayda olduğunu
hatırlatayım.…
Paris’in alametifarikası Eiffel’eyse akşam gidin,
ışıklandırılmış hali, çok daha etkileyici. Eiffel gibi birçok müze akşamın ilerleyen
saatlerine kadar açık. En kestirme ulaşım, 6 numaralı metroyla Bir-Hakeim’de
inmek veya C banliyösünü kullanmak. Eiffel’in, yani Paris’in tepesine çıkmadım.
Söylemesi ayıptır yalnızdım, pek içimden gelmedi dolayısıyla. (İstanbulda
olduğum sekiz senede de Kız Kulesi’ne
gitmedim mesela.) Paris’te hiçbir yerde yalnız olduğumu Eiffel’deki kadar
hissetmedim, bunda Eiffel civarındaki çimlerde gecenin on birinde sere serpe
yatmış beş bin civarında genç görmem de etkili oldu sanırım. Siz de bu duyguyu
yaşamak istemiyorsanız ve eğer imkanınız varsa, sevgilinizle gidin bu şehre.
Yok eğer Paris’e hasbelkader yalnız gitmişseniz, ve illa da şehre kuşbakışı bakmak istiyorsanız, Notre Dame’ın kulesine çıkmanızdaysa bir mahsur yok: Eiffel yirminci yüzyılda
geçen romantik bir aşk hikayesiyse, Notre Dame da çirkin Quasimodo’nun mutsuz sonla biten
imkansız aşkının peşinden heder olmasının konu edildiği romana hayat veren bir
bir ortaçağ anlatısıdır. O anlatıda Qasimodo, kaderini (Anarkh) takip eder.
Sonunu bile bile… Aşk da din gibi kadere razı olmaktır biraz. Şehrin bu
simetrik kulelere sahip Gotik Katedrali, şehrin merkezindeki küçük bir adacıkta
bulunuyor, St. Michels’den yürüme mesafesinde ve B, C banliyöleriyle 4 numaralı
metro katedralin üç farklı noktasına çıkıyor.
Şehirde görmeniz gereken bir diğer kilise ise
neoklasik bir mimariye sahip diyebileceğimiz Sacres de Cour. İçerideki fotoğraf
çekme yasağına uyun, sonra benim gibi müze görevlisiyle papaz olup keyfinizi
kaçırabilirsiniz, bu konuda hem benim başımdan geçen olay, hem de Louvre’da tanık
olduklarım görevlilerin nezaketten zerre nasibini almadığı kanaatini uyandırdı.
Fransa’nın merkezi Paris, Paris’in merkezi Concorde
meydanı. Bu meydandaki obeliski merkez kabul edip, kuzey-güney ve doğu-batı
yönünde hayali çizgiler çizerseniz meydanın bu eksenler etrafında simetrik
olduğunu görürsünüz: Obeliskin olduğu yerdeki iki çeşme; Rue Royal sokağını
başında Hotel de Crillon’a karşılık Hotel de la Marine; Concorde’un ucundaki
Ulusal Meclise karşışılık Rue Royal’in ucunda Madeleine Kilisesi tıpatıp aynı
mimariye sahip. Bu matematik mükemmelliğiyle diyebilirim ki (Sen Pietro’yu
görmedim ama) benim bu yaşıma kadar gördüğüm en etkileyici meydan kesinlikle
burası. Arc de Triumph ve Concorde Meydanı arasındaki cadde meşhur
Champs-Elyseess caddesi, dört katlı Louis Vitton’dan, Mercedes galerisine,
cadde üzerindeki barlardan, envayi çeşit mağazalarına kadar, Bağdat Caddesi’ni
andırıyor. L’entricotte isimli restoranı tavsiye ediyorum, fiyatları biraz
tuzlu ama antrikotu ekabir. Champs-Elyseess, cumartesi akşamı kalabalık olmasıyla
beni şaşırtmıştı, zaten Paris’i Viyana’dan, Münih’ten, Stockholm’den hatta
Barcelona’dan ayrı kılan benim için, güneş battıktan sonra da, şehrin
sakinlerinin dışarıda, şehirdeki dükkanların açık olması. 1 ve 8 numaralı
metrolar Concorde’dan, 1 ve 13 numaralar Champs-Elyseess’den geçiyor. Arc de
Triumph da tıpkı Eiffel gibi, Louvre gibi, birazdan bahsedeceğim Savaş Müzesi
gibi devasa bir yapı. Şehrin düz olmasının da etkisiyle bu devasa büyük yapılar
her yerden gözünüze çarpıp, gezerken pusulanız oluyor.
Şehrin suyla rabıtası doğu batı yönünde şehrin
göbeğinden geçen Seine nehri. Eğer gezmekten bitap düştüyseniz, nehir
üzerindeki bir saat süren tekne turlarından birine katılabilirsiniz, bu Paris’e
başka bir perspektiften bakmanıza olanak sağlayacaktır. Şehrin üzerindeki en
müstesna köprü olan, Pont Alexandre III köprüsü, Concorde meydanının
paralelinde kalıyor ve bir ucu Champs-Elyseess’ye, diğer ucu yine mimari bir
harika olan Askeri Müze’ye açılıyor. Askeri müzeyi gezmek kısmet olmadı- Tıpkı
Sinan’ın “en beğendiğim yer” dediği, C banliyösüyle şehre kırk beş dakika
mesafedeki Versay Sarayı’na gitmenin kısmet olmadığı gibi.
Benim randıman alamadığım kısmı gece hayatıydı,
şehrin Moulin Rouge ve diğer pavyonları Pigalle ve Blanche tarafında
yoğunlaşmış durumda. Moulin Rouge’un bar tarafında bildiğiniz sinevizyon
gösterimi vardı Allahın cumartesi günü. O hizada birkaç disko var fakat,
genelde pub şeklinde yerler konuşlanmış cadde üstünde, ama dediğim gibi çok
yardımcı olamıyorum. Anlıyorum ama konuşamıyorum.
Geçenlerde Cömert’le twitterda geyiğini yaparken
anımsadım- Before Sunset, yıllar önce Viyana’da tesadüfen tanışmış ve beraber
bir gece geçirmiş Fransız entel bir kızla Celine (Julie Delpy) Deniz’in
deyimiyle Celine’e kesik Amerikalı bir Jesse’nin (Ethan Hawke) yıllar sonra Paris’te
geçirdikleri bir günü anlatır. Yıllar geçmiş, karakterlerimiz kendilerine başka
hayatlar çizmiştir. Paris’i çiftimizle birlikte adım adım arşınlarken, (Eiffel
klişesi hiçbir sahnede gözükmez) mutlu sonla bitmemiş bir aşk hikayesinin
sonrasına tanık olmanın hüznü içinize oturur, film tüm sıcaklığına, pozitifliğine
rağmen, varlığıyla başlı başına bir kara filmdir aslında. Ama bu klişelerden
uzak, yalın aşk filminin son sahnesiyle ima ettiği, başka bir sonun mümkün
olabileceğidir. Paris, bu yanılsamayı sadece filmi izlerken değil, gezerken de
hissettirmesi bakımından da, İstanbul’a benzer. Paris’e iki yüz küsur kilometre
mesafede bir otel odasında bunu yazarken, planım dahilinde olmamasına rağmen, sanki
haftasonu Paris’e bir kez daha gidecekmiş gibi hissediyorum. Gerçek
olmayacağını bilsem de Fransa turum bittikten sonra, İzmir’e değil İstanbul’a
dönüverecekmişim, çok özlediğim arkadaşlarımla istediğim zaman
görüşebilecekmişim gibi.