31 Temmuz 2012

Affedilmeyen Biz Miyiz, Günahlarımız mı?

-Aşağıdaki yazı Unforgiven filmi hakkında spoiler’ın dibini içerir-

19. yy’da Vahşi Batı’sında küçük bir kasabada yaşayan fahişeler, arkadaşlarının yaralanmasına kasaba şerifinin gereken cezayı vermemesinin öfkesiyle üç kişilik bir çete tutarlar: Azılı katillik günlerine “tövbe edip” kendi halinde sığırlarını otlatmaya çalıştığı bir hayatta debelenen kovboy William Munny (Clint Eastwood), The Schofield Kid (Jaimz Woolvett) namıyla maruf bir çaylak ve Munny’nin en yakın arkadaşı Ned Logan’ın (Morgan Freeman) oluşturduğu zoraki bir çetedir bu. Clint Eastwood, ne kadar büyük bir sanatçı olduğunu, western filmlerinin tüm yerleşik kalıplarını ters yüz ettiği bu filmi çekerek ve başrolünü oynayarak gösterir: Filmde silahlar doğru dürüst ateş almaz, karakterlerin hepsi ölümden korkar, tüm Western filmlerinde dekor malzemesi olan kadın karakterler filmin merkezinde yer alır, hem de fahişeler olarak- Eastwood’un vizörü, bize onların o sefil hayatlarını da alttan alta gösterip adeta westernle özdeşleşmiş cinsiyetçi bakış açısı için özür diler.

Ben, bu filmi bambaşka bir sahne yüzünden severim. Filmin sonunda Ned’in öldürüldüğünü öğrendiğinde, Kid’in elinden içkiyi aldığı ve ağır ağır diktiği sahnede o zamana kadar biz izleyicileri de şüpheye düşürecek kadar sarsak bir portre çizen Munny’nin ne menem bir şey olduğunu, Ned ölürkenki (yani Munny’nin gıyabındaki) konuşmanın ona fahişelerin biri tarafından nakledilmesiyle yavaş yavaş öğreniriz. İçer ve günaha girer Munny. İçer, ve masumiyette başarısız olduğu hayatını terk eder. Azılı katil olduğu hayatına kesin olarak rücü eder o içkiden sonra. Onun Zeki Demirkubuz’un Muharrem’inin o yürek parçalayan deyimiyle, “iyi olmaya çalışan ama iyi olmasına müsade edilmeyen” biri olduğunu anlarız. Günah işlemenin, eskilerin “iğva”, elin Amerikalısının “temptation” dediği halin ne kadar kaygan bir zemin olduğunu o sahne o kadar net gösterir ki o suça, izleyici olarak siz de ortak olursunuz. Kendi hayatınızda da öyle bir kırılma anınız olmasını beklediğinizi fark edersiniz. Masumiyetinizi kaybettiğinizden emin olduğunuzda, birisinin içkisini elinden almak ve yavaş yavaş içmek isterseniz. İçip sonra işleyeceğiniz günahı adım adım tasarlamak. İçmek başlı başına günah olsa da katlanılabilir- katlanılamayan alkollüyken yaptıklarınızdır, ve yapamadıklarınız. Hristiyanlıkta içmek zaten “haram” veya men edilmiş değildir. Hristiyanlıktaki günah mefhumu da farklıdır- Şeytan iyi bir Hristiyan’ın mutlak düşmanı, onu yoldan çıkaran bir figürdür. Hristiyan bu yolda kendi başınadır, doğru yolu kendisinin bulmasının gerektiği bir patikayı şeytanla çarpışa çarpışa çıkacaktır. Müslümanlıktaysa, emirler ve yasaklar aşikardır. Şeytan, ancak ona izin verileni yapabilir- mücadeleyse içeridedir, insanın ruhuyla, nefsi arasında. Müslüman neyin haram/günah olduğunu bile bile yapar seçimini.

Eğer kronik ve stabil bir isyankar henüz olamadıysam o sınırı geçince yapacaklarımdan korktuğum kadar, ayılınca/dönüp arkama bakınca kendime duyacağım tiksintiyle boğuşmak istemediğim içindir biraz da. Affedilmeyecek bir hayatı zımnen kabullenmediğimdendir. Henüz.

10 Temmuz 2012

Vazife

Ne zaman şirket seyahati lafını duysam ayaklarım geri geri gider. Hep tamamlanması gereken bir vazife olarak gördüm onları şimdiye dek, her ne kadar mesela Paris gezimi böyle uzun bir şirket seyahatinin haftasonlarına sıkıştırmış olsam da. Bu vazifeyi biraz Jön Türkler’in Avrupa’ya gidişine bile benzetirim, onlar bizde olmayan demokrasiyi, ifade özgürlüğünü, temel hakları ve bir muhayyileyi yerinde müşahade etmek ve bu hayalleri Osmanlı için de kurdukları için -daha çok Fransa’ya- gitmişlerdi, ben de, böyle dönüştürücü bir misyonla gönderildiğimiz hissine kapılırım nedense. Ford’dayken Londra’nın Gebze’sinde 4000 beyaz yakanın çalıştığı bir arge merkezine gidiyorduk, şimdi bir imalatçıda çalışıyorum, ve Bükreş’in Gaziemir’i sayılacak bir yere (gerçi Bükreş’le de coğrafi olarak alakası yok ama, işte teşbihte atış serbest malum) gönderildim, Iaşi diye yazılıyor Romencede, bildiğiniz Yaş işte. (Yok bildiğinizden değil, ama en azından okunuşunu biliyorsunuz.)

Cuma günü son dakikada Romanya pasaportunu alıp bu sabah Bükreş üzerinden pırpır bir pervaneli uçakla Kars’takine rahmet okutacak Yaş havaalanına indiğimizde, bizi karşılayanlar, tamamı atarlı kamu görevlileri (insan ister istemez Fatih Akın’ın o şiir gibi Im Juli filminin pasaport polisini hatırlıyor: “no passport, no Romania”), İzmir’den beter bir nem, yarısı tarihi, öbür yarısı restorasyonda ve şantiye halinde bir şehirdi. Yine de, her ne kadar zorla bir yere gönderilseniz bile, hiç bilmediğiniz ve bir daha hiiç gelmeyeceğiniz bir şehirde avare avare dolaşmak insanda bir tatil illüzyonu yaratıp insana kendini iyi hissettiriyor.

Akşam yemeğinde arkadaşlara bu akşam fırtına beklendiğinden bahsettiğimde, havada tek bir bulut bile yoktu. Yemek yediğimiz restoranın karşısında bir çocuğun keman çaldığı kafeye oturduğumuzda da… Önce gök gürlemelerini duyduk, sonra da bardaktan boşanırcasına yağan yağmuru. Tepemiz şemsiyelerle tamamen kapatılmış olmasına rağmen, Allahın temmuz ayında öyle öfkeli bir yağmur yağıyordu ki, oturma düzenimizi değiştirmek ve safları sıklaştırmak zorunda kaldık, benim daha işe başladığımın birinci ayında keşfedilmiş cenabetliğimle ilgili peşisıra espriler patlattık karışılıklı. O sırada masadaki arkadaşlardan en ağırbaşlı, en beyefendisi arkamızdaki masada oturan kızı gösterdi.

- Olm bu arada Mehmet arkanda en başından beri bir hatun var. Evliyim ama bakıyorum yani, yapacak bir şey yok.
- Neyse abi kalkarken bakarım ben de. Tek mi? (Yine yanlış yere oturmuştum. Herhangi bir mekana gittiğimde masanın en kör yerine oturmayı nasıl bu kadar iyi becerebiliyordum?)
- Valla bir çocuk vardı karşısında ama kalktı gitti, epeydir de tek başına oturuyor.

Yağmurun beni ıslatmayı başarmasıyla ve garsonun da önerisiyle yandaki masaya geçtik. Hesabı ödemiştik, ama o kadar kuvvetliydi ki fırtına, yerimizden kıpırdayamıyorduk. Aslında bir başka arkadaşın taksi çağırma önerisini alelacele bertaraf ettiğimize göre kıpırdamak da istemiyorduk. Kıza ilk o zaman baktım, ve bok atmaya çalıştım: “Büyük olm bu” “Yok be abi” Siyah giyinmişti, simsiyah. Uzun siyah saçları omzunu geçiyordu. Bu haliyle kime benzediğini biliyordum aslında. Ama bu daha uzun boyluydu, ve açıkçası daha güzeldi. Masada Yaş’ın Moldova’ya olan yakınlığıyla ilgili manasız bir laf açıldı. Ben az önce çalan müziği hatırlattım arkadaşlara. Kemanlı çocuk Scent of a Woman’daki dans sahnesindeki müziği çalmıştı. (Bir kere de Barcelona’da yine bir kafede bu kez Sinan’la benzer bir sahneye denk gelmiştik. Sadece orada öyle bir kız yoktu, zaten ona gerek de yoktu. İçim orada da cız etmişti. Bu şarkıya dair ne hissettiğimi sevgilimle hiç paylaşmadan ölecek miydim?) Bu şarkının geçtiği sahneyi ve bu filmi ne kadar sevdiğimden bir iki cümleyle alelacele birkaç dakika önce masadaki arkadaşlarıma bahsetmiştim zaten. Derken yağmur iyice çıldırdı, beni oturduğumuz masanın etrafında nereye oturursam oturayım ıslatıyordu. Arkadaşım ciddi ciddi kızın masasına oturmamı teklif etti, kızın karşısındaki sandalye hakikaten mekanda hiç ıslanmada oturulabilecek tek sandalyeydi -veya ben öyle görmek istedim (İçeri oturmaktansa dışarıda arada bir ıslanmayı ve kızın güzel yüzüne bakmayı ben de yeğlemiştim). Birden kafamda o an havada çakanlara benzer keskin bir şimşek çaktı: Scent of a Woman’da o müzik çalıp Yarbay Slade (Al Pacino)’le o kız o müzik eşliğinde dans etmeden önce, o kız da erkek arkadaşını beklemekteydi. Bunun gibi simsiyah giyinmiş bir kız. Masadakilere bunu tasvir ettiğimde, herkesin sahneyi gözünde canlandırmış olduğunu ve kastettiğim benzerliği anladığını mutlulukla fark ettim.



Birkaç dakika sonrası, kızın sevgilisi olduğunu el ele tutuşmalarından anladığımız çocuk, üstü başı yamyaş kafeye geri geldi. Tüm masa,  bu kadar güzel bir kızı bir saat kadar tek başına mekanda bıraktığı için bağıra çağıra sövüp rahatladık. Yağmur durmuştu. Canlı müzik bitmişti. Onunla tanışmamıştım. Ama benim için önemli değildi, ben nasıl olsa buraya bir vazife için gelmiştim.