Ana kapıdan girip, yolu ve daha çok insanların gittiği yönü takip ederek yanımda babam da olduğu halde sonraları çok aşındıracağım bir yokuştan aşağı sallanıp birkaç adım atınca boğaz, tüm azametiyle karşımdaydı. Babam da, benim gibi boğazı ilk kez bu açıdan görüyordu. Boğaziçi’nin manzarasının methinin haklı olduğuna dair öylesine bir cümle ettiğini hatırlıyorum, ama yağmur o kadar kuvvetliydi ki o an için fazla seyredememiştik. O güne dair elimde evrak sağa sola koştuğumdan başka pek bir şey anımsamıyorum. İstanbul’a ikinci, Boğaziçi’ne ilk gelişimdi, çevremdeki binaların mimarisi, okulun yeşilliği, yağmurun şiddeti, kayıt için imza almam gereken masalar ve tüm o keşmekeş bana tamamen yabancıydı. Bütün bunların üzerinden yedi yıldan fazla geçtiğini şu an fark ediyorum, hakikaten zaman hızlı geçiyormuş... Yabancılığı atamayıp rahat hareket edemediğimi söyleyebilirim ilk sene boyunca, çok sınırlı sayıda arkadaşım vardı- şu an çok farklı değil ama en azından hukukumun derin olduğu birkaç kişi var burada tanıdığım…
Murat Gülsoy, bir romanında insanların metropoldeki hayatını, tarlada kendine bir yol açıp sürekli aynı yolda ilerleyen köstebeğin hayatına benzetmişti, beni hala benden alan bir benzetmedir bu. İstanbul’da yaşamak tam da böyle bir şeydi benim için, belli ritüellerin sadakatle ve zevkle uygulanageldiği bir hayat... Bahadır’ın bana yazdığı yıllık yazısında çok isabetle belirttiği üzere, “kendimizce yaşadık, kendi Boğaziçimizi yaşadık” Bizim için Boğaziçi’nin merkezde olduğu, pergelin bir ayağının Rumelihisarüstü’nde, bir ayağının Bebek’te, bir ayağınınsa Arnavutköy-Etiler güzergahında olduğu bir daire içinde geçti gitti yıllarımız. Bu bir Boğaziçi güzellemesi değil, orayla ilgili duygularım tek bir yazıyla açık edilebilecek kadar basit değil çünkü. Söylemek istediğim “bizim Boğaziçimiz” bizim için Saatli Bina’nın, manzarının, çimlerin, kulübün olduğu kadar, börekçinin, Adem Baba’nın, boğazda yürümenin, Abbas Abi'nin de bir parçası olduğu bir köstebek tüneliydi. İstanbul’un sihri burada, herkes kendi kazdığı tünelde gidip geliyor olabilir –ve o tünel başka yerde de aynı güzellikle var olabilir-, ama o kadar büyük bir tarla ki bu şehir, kim olursanız olun, sizi eğleyecek bir tünel kazmanız mümkün. (Benim için ikinci tünel Sultanahmet-Taksim-Cihangir üçgenidir, orayı daha bile çok sevebilirdim, ama benim yaşadığım yer olmadı maalesef bu hinterland henüz, ve bilirsiniz bir yerde yaşamakla o yeri gezmek arasında aidiyet bakımından çok bariz bir fark vardır.) Bir kere ait hissederseniz kendinizi, yırttınız demektir, bir iki sene sonra sanki her gelen geçeni tanıyormuşçasına meydanda volta atıp demirlerde pinekliyorken buldum kendimi. Şehre önce tutunmuş sonra tutulmuştum.
Ama sonra gel zaman git zaman bir şey oldu- devrimiz geçti. Bir bir mezun olup, önce mastır, iş, sonra askerlik, evlilik derken daha az görüşür/görünür olduk. Eski İstanbul ayağı yapmaya yaşım ve kütüğüm müsait değil ama kampüsteki hareketin çeşitli nedenlerle azalmasına ve her yerde peydah olan kiçınethauzkafekırıntı zincirinin (Starbucks manzarasından ve anılardan dolayı listeden çıkartıldı) Bebek’te de peydah olup, bu canım semtin özgünlüğünün kaybolmasına şahitlik etmem de bu zamanlara rastladı. İlginçtir, nasıl bu muhite olan bağlılığım perde perde artmışsa, bağlılığımın çözülmesi de yine aşama aşama oldu. Tatsız ama bunu yazmam lazım: İstanbul’un en sevmediğim zamanları, kendimi en yalnız hissettiğim, çaresizlikle vaktin geçmesini beklediğim, trafikte, yağmurda rezil olduğum zamanlar değil, Bebek’te Starbucks’ta, Adem Baba’da, manzarada veya ne bileyim başka bir yerde otururken, orada o zaman için sevdiğim kızla ilgili güzel bir anımı hatırlayıp o zamanların geçmişte kaldığını, artık o kişiyle bir daha eskisi gibi olmayacağını anladığımda içimin cız ettiği zamanlardır. O zaman kendimi teselli etmem imkansızlaşır. O zaman hakikaten buradan gitmek isterim.
Murat Gülsoy, bir romanında insanların metropoldeki hayatını, tarlada kendine bir yol açıp sürekli aynı yolda ilerleyen köstebeğin hayatına benzetmişti, beni hala benden alan bir benzetmedir bu. İstanbul’da yaşamak tam da böyle bir şeydi benim için, belli ritüellerin sadakatle ve zevkle uygulanageldiği bir hayat... Bahadır’ın bana yazdığı yıllık yazısında çok isabetle belirttiği üzere, “kendimizce yaşadık, kendi Boğaziçimizi yaşadık” Bizim için Boğaziçi’nin merkezde olduğu, pergelin bir ayağının Rumelihisarüstü’nde, bir ayağının Bebek’te, bir ayağınınsa Arnavutköy-Etiler güzergahında olduğu bir daire içinde geçti gitti yıllarımız. Bu bir Boğaziçi güzellemesi değil, orayla ilgili duygularım tek bir yazıyla açık edilebilecek kadar basit değil çünkü. Söylemek istediğim “bizim Boğaziçimiz” bizim için Saatli Bina’nın, manzarının, çimlerin, kulübün olduğu kadar, börekçinin, Adem Baba’nın, boğazda yürümenin, Abbas Abi'nin de bir parçası olduğu bir köstebek tüneliydi. İstanbul’un sihri burada, herkes kendi kazdığı tünelde gidip geliyor olabilir –ve o tünel başka yerde de aynı güzellikle var olabilir-, ama o kadar büyük bir tarla ki bu şehir, kim olursanız olun, sizi eğleyecek bir tünel kazmanız mümkün. (Benim için ikinci tünel Sultanahmet-Taksim-Cihangir üçgenidir, orayı daha bile çok sevebilirdim, ama benim yaşadığım yer olmadı maalesef bu hinterland henüz, ve bilirsiniz bir yerde yaşamakla o yeri gezmek arasında aidiyet bakımından çok bariz bir fark vardır.) Bir kere ait hissederseniz kendinizi, yırttınız demektir, bir iki sene sonra sanki her gelen geçeni tanıyormuşçasına meydanda volta atıp demirlerde pinekliyorken buldum kendimi. Şehre önce tutunmuş sonra tutulmuştum.
Ama sonra gel zaman git zaman bir şey oldu- devrimiz geçti. Bir bir mezun olup, önce mastır, iş, sonra askerlik, evlilik derken daha az görüşür/görünür olduk. Eski İstanbul ayağı yapmaya yaşım ve kütüğüm müsait değil ama kampüsteki hareketin çeşitli nedenlerle azalmasına ve her yerde peydah olan kiçınethauzkafekırıntı zincirinin (Starbucks manzarasından ve anılardan dolayı listeden çıkartıldı) Bebek’te de peydah olup, bu canım semtin özgünlüğünün kaybolmasına şahitlik etmem de bu zamanlara rastladı. İlginçtir, nasıl bu muhite olan bağlılığım perde perde artmışsa, bağlılığımın çözülmesi de yine aşama aşama oldu. Tatsız ama bunu yazmam lazım: İstanbul’un en sevmediğim zamanları, kendimi en yalnız hissettiğim, çaresizlikle vaktin geçmesini beklediğim, trafikte, yağmurda rezil olduğum zamanlar değil, Bebek’te Starbucks’ta, Adem Baba’da, manzarada veya ne bileyim başka bir yerde otururken, orada o zaman için sevdiğim kızla ilgili güzel bir anımı hatırlayıp o zamanların geçmişte kaldığını, artık o kişiyle bir daha eskisi gibi olmayacağını anladığımda içimin cız ettiği zamanlardır. O zaman kendimi teselli etmem imkansızlaşır. O zaman hakikaten buradan gitmek isterim.
Neyse mevzumuz bu değil, hayat benim için böyle devam ededursun, hayırlı bir iş dolayısıyla taşınmam icap etti. Hikaye kısa, ama boşverin. Günlerden bir gün, yani dün, insanların nasıl ve niye yaşadığını hiç anlamadığım bir yerden, Ataşehir’den ev kiraladım, sanırım haftaya taşınacağım. Bundan sonra farklı bir hayatım olmayacaktır, ama çevremin değişmesinin ve tek yaşamamın üzerimde etkisi olacağını tahmin ediyorum. Nazilli’den okumak için ayrıldığımda on beş yaşımda olduğuma göre, aklımın baliğ olduğu süreyi göz önünde bulundurursak (on iki yaşımdaydım, ama sizin paşa hatrınız için on olsun) hayatımın en çok vakit geçirdiğim şehri İstanbul olmuş bile, bu vaktin çoğu Etiler/Hisarüstü’nde geçti. Geri gelip bir daha burada yaşayacağımı tahmin etmiyorum, kısmet tabi… Genelde arkadaşlarım tarafından bu tip konuları büyütüp duygusal davranmakla tenkit ediliyorum, pek de haksız sayılmazlar, ama napayım bu tip ara toplamlar almayı seviyorum. Bu satırlar da, şahsım adına bu muhite olan bir teşekkür borcunu kapatma teşebbüsü olarak kayda geçsin lütfen mümkünse, sevgili blogger.
1 yorum:
Metus beni de duygulandırdın şimdi.. Cuma gel de Fiorentina'lı metus'a Ataşehir'in güzelliklerini tattırayım.. :)
Yorum Gönder