Gün boyunca
insanların birbirleriyle gireceği ilişkiler düzene sokulmuştur. Okullarda
gençler, sırf aynı yaşta oldukları için yıllar yılı aynı kişilerle aynı
sınıflarda oturmak zorundadırlar. Ancak okul günü bitip akşam olduğunda, insan
dilediği kişiyle birlikte olma şansına sahip olur. Askerseniz, 1.65 boyunda bir
kişinin 1.95 boyundaki arkadaşlarıyla bir araya gelmesi ancak akşamları ve
geceleri mümkün olabilir.
(Geceye Övgü,
Gündüz Vassaf)
Ben ve Otosandan iş
arkadaşlarım, çoğunluğu taşralı, sınıf atlayabilmek için okumuş, kendince
meşgaleleri, hayalleri, asabiyetleri olan, kafaları zehir gibi çalışan erkeklerden
müteşekkil bir mühendis grubu – takriben on –on iki kişi falan olmalıyız- günün
uzadığı, gecenin kısaldığı bir İstanbul akşamüstünde, Pendik sahildeki Kolcuoğlu’nda
kebabın dibine vurduktan sonra kendimizi sahile attık. Boğaz sadece Bebek’te,
Kanlıca’da, Yeniköy’de değil, orada da boğazdır, böyle de demokratik ve kadirşinastır
İstanbul dediğiniz yer, umuma açıktır. (Keza tarihini Surdibindeki fakirden de
esirgemez, yüksekkaldırımdaki hipsterinden de.) O gece o sahilde yürürken,
anılarımızı yad eder, hatıra fotoğrafları çektirir ve öylece ağır aksak
salınırken içten içe biliyorduk ki artık bizim devrimiz geçti, öyle de oldu
nitekim, dört bir yana savrulduk hepimiz. Benim kısmetime, İzmir düştü…
Cemal Kafadar’dan
öğreniyoruz ki, “şehir” kelimesi, etimolojik olarak Farsça’dan, ama Arapça’da
aynı kökten gelen şehere’den türetilmiş bilinen bir kelime var: Şöhret. Meşhur
olmak, tanınmak, bilinmek… Teşhir edileni seyretmek. Şehre bir teşhir gibi
bakmak, o şekilde gezmek… İstanbul, sizi biraz da şöhretine ortak eder aslında,
daha önce de yazmıştım, tarihe tanıklık ettiğiniz hissine sizi iyiden iyiye
inandırır. Orayı gezerken sevdiğinizle birlikte o şehri seyreder, o şehirde var
olur, orada meşhur olursunuz. İstanbulun, etimolojik olarak “stin-poli”den
geldiğini, onun şehre doğru demek olduğunu da hatırda tutalım… Yani, şehir
kelimesinin hakkını en iyi İstanbul verir bu memlekette, etimolojik olarak da,
mecazi olarak da… Oradan döndüyseniz, dışarıdasınız, şöhretten uzaksınız, emsal
olsun diye söylüyorum, bir zamanlar üç büyüklerde şansını denemiş ama
tutunamamış bir topçu hissiyatındasınız. Ancak İstanbul üzerinden bir kıyasla
var olabilirsiniz… Daha az görünmeyi, daha az şöhreti, daha az seyredilmeyi kabullenseniz
iyi olur. (Ben, zaten çok dikkat çeken birisi değilimdir yabancı bir ortamda,
artık daha da az görünür kılmış olmasından beni İzmir’in, memnunum şahsen.)
Dün Kordon’da alelade
bir birahanede işten hepsi tabi ki erkek çocuklarla demlendiğimiz bir gecenin
sonunda, sahilde yürürken Fatih’e o günü hatırlatıp yaşadığım dejavu hissinden
bahsettiğimde, hatırlamamdan duyduğu hayretini gizleyemediğini mutlulukla
gördüm. Halbüse ben, sadece mutsuz olduğum anları değil, mutlu olduğum anları
da detayıyla ve net olarak hatırlarım. Çok parlaktır çünkü onlar belleğimde... ve
çok derin. Ufak maraz şuradan doğar ki, benim hatırladığımı, başkası aynı
şekilde hatırlamaz genelde. Mevzu, işte burada çetrefillenir: Doğru hikayeyi kimin
anlattığı nasıl anlaşılır acaba?
Ryunosuke
Akutagawa’nın Rashomon isimli hikayesinde (Türkçeye Bilge Karasu tarafından
çevrilmiş ve Akira Kurosawa tarafından 1950’de beyaz perdeye uyarlanmıştır.) koruda
işlenen bir cinayetin tanığı bir kız, sanığı bir hırsız, ve maktülü kızın
kocası aynı hikayeyi ana hatlarına sadık kalarak, ama önemli detaylarını
kendilerine yontarak verirler ifadelerini polise. Bu basit ve kısa hikaye,
gerçeğin algılanmasının ve çarpıtılmasının ne kadar çeşitli olabileceğini
gösteren mükemmel bir örnektir aslında, bir haftadır bu film kafamda dönüp
dönüp duruyor. Benim hikayem bir koruda değil, sahilde geçiyor, ama fark etmez.
Ya diyorum, o anlattığım bu ve benzeri hikayeler, hiç o kadar keskin olmamışsa,
ben sırf biraz daha görünebilir olmak için onları allamış, pullamış,
uydurmuşsam, beni bağışlayabilir misin ey okuyucu?
(Bilge Karasu’nun Rashomon çevirisi için: http://www.tdkdergi.gov.tr/TDD/1959s89/1959s089__24_B_KARASU.pdf)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder