"velhasıl onlar vurdu biz büyüdük kardeşim"
Ece Ayhan
Birileri bu ülkede 31 Mayıs
2013te tarih yazmaya başladı, hala yazıyor. Birileri de onları yazsın o zaman…
Önce biraz tarih: Evet bir
zamanlar orada hakikaten Topçu Kışlası vardı. Onun yıkılıp Gezi Parkının
yapılması cumhuriyetin ilk yıllarına dayanır. (Genelde bu bilgileri kesin ve
teyit edilmiş tarihlerle yazarım blogda bahsederken ama, şimdi odağımız bu
değil.) Fakat Gezi Parkı yıllar içerisinde parsel parsel iğdiş edilmiş, Divan
Otel’e, Hilton’a parktan arazi verilmiş ve o park kuşa çevrilmiş. Tekin olmadığını
da bildiğimden olsa gerek Emek’in tam aksine, hiçbir anım yok orayla ilgili,
yazarken utanıyorum, hiç gitmedim hatta. Ama ne dedi başbakanımız, “mesele park
meselesi değil…” O Hilton Oteli var ya Taksimdeki, daha önceden Ermeni
mezarlığıymış, NTV Tarih söylüyor bunu, ben değil, hatta 1915 olayları için bir
anıt bile varmış, şaka gibi! Bir güzel istimlak edilmiş Hiltona vermek için,
sonra mezar taşları zımparalanıp Eminönü’nde kaldırım taşı olarak kullanılmış. Bu
kadar alınan aha devletin bu kadar sorunu, bence az bile.
Şimdi hükümet Zeki Demirkubuz’un
enfes tanımıyla, tarihi “ihya” etmek için, Gezi Parkına, o kışlayı tekrar
konduracak. Güzel de, herhalde orada asker nöbet tutmayacak, benim kafa burada
karışmaya başlıyor. Öncelikle bina yaparak tarih nasıl yaşatılır, onu anlamıyorum
mesela. Yani o binanın bir örneğini yapınca tarihi korumuş olmuyorsunuz ki?
Emek sineması örneğinde olduğu gibi, onu üst kata taşıyınca da korumuş olmuyorsunuz.
Tarihi korumak için koca İstanbulda yer kalmamış gibi Sultanahmetin göbeğine
rezidans dikmenin önüne geçmek daha mı akılcı olurdu acaba?
Benim için siyasetin en önemli fonksiyonu
insanlarda yurttaşlık bilincini, o devlete ait olduğu bilincini kazandırması.
Bunun için siyaset toplumun azınlıklarının da katılımıyla yani çoğulculukla
yapılmalı. Bu kelime önemli: Çoğulculukla – çoğunlukla değil. AKP’nin siyasi
tarihimizde bir karşılığı, bir hacmi var: Toplumun bir kanadının (ki o kanat
yıllar içerisinde partinin artan oyuyla gövdeyi de kapladı) sisteme entegre
olmasına vesile olacak bir kaldıraç. Aslında bu bağlamda vatandaşın kendini
toplumun bir parçası hissetmesini sağlayan bir parti. İdris Küçükömerin merkez
çevre tezi üzerinden yorumlayacak olursak, AKP, ülkeyi kuran bürokrat kadronun
(asker olarak okuyunuz) hükmettiği çevrenin, yıllar sonra yeniden gelip merkeze
yerleşmesini sağladı. Türkiyede olan, bu bağlamda bir din eksenli mücadele
değil, bir iktidar mücadelesi – çevrede olan bir güruhun merkezi işgal
etmesinin ve merkezde bunun yarattığı rahatsızlığın gerilimi, bu kaftan
zamanında Menderes’in Demokrat Partisi’ne de biçilmişti. (Bunun en veciz
örneklerinden biri, sanırım vaktinde Cumhuriyet gazetesinde cumhuriyetin ilk
yıllarında çıkmış olan, “Halk plajlara akın etti, vatandaş plaja giremiyor”
haberi.) Tayyip Erdoğan da zaten en çok kendi liderliğinin bu yönünü
vurgulamaya çalışıyor. (Bunun kadar kritik bir görev de BDP’nin üzerinde var,
onlar da Kürtlerin topluma entegrasyonunu sağlamak, ve bunu siyaset üreterek
yapmak zorunda) Yıllar içerisindeki başarılı ekonomik politikalar, iktidarın
aldığı avansı da artırdı. Zaten bu yüzden iktidardalar, benim etrafımda
ekonomiyi kötü yönettiklerini söyleyen yok. Fakat nasıl hiçbirimiz en çok para
kazanabileceğimiz işte değil, en çok mutlu olduğumuz işte çalışmak istiyorsak,
en huzurlu ve kendimizi ait hissettiğimiz ülkede de yaşamak istiyoruz. İktidarsa koltuğunu sağlamlaştırdıkça, kendi ideolojisini
daha mütehakkim olarak kullanmaya başladı – kendi ahlakının en üstün ahlak olduğunu
düşünen (bu ahlak da Sünni Türk İslam ahlakı) ve topluma da bunu empoze etmeyi
görev bilen bir ideoloji… Bu görüşe olan tepki yıllar içerisinde birikti, Emekte
patlamadı, İstiklalin ortasına s.k gibi alışveriş merkezi dikerken patlamadı, huzurumuz
için var olan polisimiz sağolsun, Gezi Parkı eyleminde patladı. Polis kendi
vatandaşına böcek muamelesi uygulayıp sabahın beşinde onlara gaz sıkmazdan önce
avmyi yapacak şirketin çalışanların zabıta kılığına girip direnişçilere dalmış,
Sırrı Süreyya Önder’in yoğun çabası ve yıkım kararı olmaması sayesinde parkı
kurtarmayı başarmıştı. Olaylar devam ederken en vahim olay benim için
başbakanın tehditleri dışında, İzmirde dolaşan eli sopalı sivil polislerdi: Bu
durum eşi menendi görülmemiş bir pişkinlikle İzmir emniyet müdürünce
açıklanırken, Diyarbakırdan yeni atanan İzmir valisi okuduğumuz kadarıyla “yeleksiz
sivil polis olmaz” diye küplere biniyordu. Bülent Arınç, başbakanın
yapamadığını yapıp özür dilediği konuşmasının bir yerinde “eğer siz devlete
karşı gelirseniz, devlet çok güçlüdür, sizi ezer. Bunu biz vaktinde yaşadık” derken
herhalde bunu kast ediyordu.
Şanar Yurdatapan ifade
özgürlüğüyle ilgili bir konferansta – rahmetli Hrant da vardı katılımcılar
arasında- 68’de yaşadığı olaylardan bahsetmişti. Köylüyü “bilinçlendirmek” için
kendisinin de bağlı olduğu illegal örgüt köy köy dolaşıp, onları direnişlerine
katılmak üzere dağa davet ettiklerinde gittikleri köylerden nasıl
kovalandıklarını, dayak yemenin ucundan nasıl döndüklerini anlatıyordu. “Birini”
demişti, “bir eyleme ikna etmek, dağa çıkarmak çok zordur.” Sizden ricam şu
kadarcık empati: 2013 yılında, herkesin elinde cep telefonu olduğu, takır takır
kayıt yaptığı ve bunu anında internete yüklediği bir devirde, bu kadar gaddarca
müdahale eden polisin olduğu, ve kitle medyanın üç gün boyunca üç maymunu
oynadığı bir ülkede; bundan yirmi sene önce, otuz sene önce, güneydoğunun bir
köyünde, asker tarafından kimbilir neler yapılmış, neler örtbas edilmiştir?
Peki kim bu çapulcular? Yaygın
olarak hükümete kategorik olarak karşı oldukları muhakkak, ama daha barışçıl,
daha zeki ve daha nüktedanlar, her gün attığım üç tivite karşık 7 ritivit
yapıyorum herhalde, bu kadar yaratıcı insan normalde napıyor çok merak ediyorum…
Yine de daha apolitikler, pozisyonlarını bir tarafgirlik değil, başbakanın
dediğim dedikçi politikasına bir karşıtlık belirliyor. Bu bağlamda Çarşı, çok
tipik bir nüvesini oluşturuyor diyebiliriz, zaten şiddete de en çok onlar maruz
bırakıldı. Durum zaten böyleydi, o taraftar her zaman bu bağlamda hor görüldü. Hal
böyleyken, her şey sosyal medyada tüm kamuoyunun gözüönünde dalga dalga
büyümüşken, provokatör edebiyatı kadar konuya uzak bir açıklamanın tek manası
olabilir, safları sıklaştırmak… Başbakan soğuk savaş döneminden kalma en bayat beyanatları öfkeler saçarak savuradursun, toplum modern toplumlar gibi ciddi
manada çeşitleniyor, çevre ve kimlik bilinci artıyor. Toplumu bu bağlamda
yönetmek artık çok daha zor: Artık bir sendikalı kadın eylemci hem cinsiyet
haklarının peşinde, hem çevreye duyarlı, hem hayatına karışılmasın istiyor, hem
1 Mayısta Taksimde olmak istiyor, hem –belki- Kürt, hem Alevi. Ülkeyi
yönetenler tüm bu kimlikleri yönetmek, onu küstürmemek zorunda. Bu konuda
Hannah Arendt’in çok şahane bir tesbiti var: Bir Yahudi aynı zamanda hem
Yahudidir, hem mesela annedir, daha bir çok şeydir. Ama siz onun Yahudiliğini
aşağılarsanız, o diğer tüm kimliklerini bir tarafa bırakıyor ve Yahudi
kimliğini öne çıkarıyor, dolayısıyla siz o milliyetçiliği kendi elinizle
yaratmış oluyorsunuz, ama bu hassasiyet o kişinin tüm kimlikleri için geçerli. Burada
da insanların kendi özgürlükleri ve doğa bilinçleri öne çıktı. Ben şahsen daha
önce bu kadar ses getiren bir doğa eylemi bu memlekette yapıldıysa da
bilmiyorum, ama bundan sonra daha çok olmasını bekliyorum… 68 kuşağı, yani
babamın kuşağı daha idealist ama daha provokasyona açıktı, bu nesil daha
nüktedan ve daha barışçıl, inşallah bundan sonraki nesil daha örgütlü olacak…
Ülke, demokratik davranışını yıllar içerisinde daha da içselleştirecek.
Herkes şu iki sorunun cevabını
bekliyor. Eylem ne zaman ve nasıl bitecek? Ülkece histerik bir biçimde
başbakanın geri dönmesini bekliyoruz. Başbakansa sağolsun bizi merakta komadı,
tee Afrikadan açıklama yapıp tansiyonu düşürmek için dört gündür –bence samimi
bir biçimde- uğraşan cumhurbaşkanını ıskartaya çıkardı. “Kışla yapıla, AKM
yıkıla” buyurduğuna göre, güvendiği bir şey olmalı, çünkü mahkeme 31 Mayıs cuma
günü yıkımı durdurduğu için aksi bir karar çıkana kadar yıkım hukuksuz. Aynı
histerinin bir uzantısı olarak, tüm ülkece başbakana derdimizi anlatmaya, onu
yumuşatmaya çalışmamız da zaten düzenin sakilliği konusunda bize bir fikir
veriyor. Ama direniş hareketi bu kadar moral ve mevzi kazanmışken, hareket
sağduyusunu ve direncini korursa hükümetin işi bence artık çok zor, çünkü
Gülçin’in dediği gibi: Biz Taksimi çok sevdik.
2 yorum:
Adim gecmis mudahil olayim o halde. biz taksimi cok sevdik sevmesine ama bu ask dolu ruh halinin surekliligi bence taksimden, gezi parkindan, tayyip iktidarindan cok daha muhim.
soyle ki, oradaki insanlarin yas ve sosyal yapilari dikkate alindiginda her ne kadar her kesimden insan katilmis olsa da cogunlugu iyi egitimli ve genc denebilecek insanlar.
Bir baska deyisle hayatlarinin buyuk bir kismini yirtmak icin cabalayarak gecirmis, her zaman birey olarak hareket etmis, yaris atiymiscasina kosturulmus, calistirilmis ve yanindakini her daim rakip gormus bir nesilden bahsediyoruz.
Iste o nesil bence ilk kez kolektif hareket edebilmenin suruye dahil olmak degil guclenmek oldugunu anladi. Kendisini ozel kilmak icin farklilastirmak yerine bir butune iyi eklemlenen bir parca olmayi tercih etti ilk kez.
Ne demis Ece Ayhan "Ask orgutlenmektir."
evet ama yine de taksimin buradaki özgül ağırlığını unutmamak kazım.
keşke bu hareket bir stk olarak örgütlenebilse. cımhurbaşkanının haklı olduğu bir diğer konu: demokrasimiz test ediliyor, bakalım görücez.
Yorum Gönder