11 Ağustos 2014

Yunanistan Yazıları 1- Memleket Neresi?

Nafplion 35000 nüfuslu bir Yunan liman şehri. Bir hafta boyunca yaptığımız 1200 km sonunda son kez bir Rum tavernasında yarısı Türkçe mezelerden müteşekkil (cacciki, kokoreçi, fava, kalamari, kelimesi bile aynı olanlar grubuna dahil; patlıcan ezme, etli sarma, baklava, kadayıfsa aynı tat fakat Yunanca kelimelerle mevcut, Türk kahvesiyse tüm ülkede Yunan Kahvesi olarak geçiyor) bir ziyafet çekmek için şehre inip, güzelim şehrin Alaçatı/Kaş karışımı sokaklarında uçarcasına hafiflikle salınırken, bir hediyelikçi dükkanına takıldı gözüm. O kadar yoğun gezmiştik ki, magnet/ayraç/incik boncuk faslı son güne kalmıştı, ama sabah kertildiğimiz yetmemiş olmalıydı ki Fatihi dükkana sürükledim, bir haftada öğrenebildiğimiz üç Yunanca kelimeden biriyle selam verdik: Kalispera!

Dükkanın yaşlı, ak çember sakallı, şişman sahibi okuduğu kitaptan kafasını kaldırmadan, selamı aldığını hissettiren Yunanca bir cevap verdi. (Turist olmadığımızı sandıklarını düşündüğümüzde oryantalist bir zevke kapılıyorduk) Bir süre dükkanda parıldayan zırhlara, kılıçlara ve diğer hediyelik eşyalara hayran hayran bakıp, paramıza kıyıp kıyıp kıymamanın tereddüdüyle dükkanın arkasındaki zemin katta vakit eğledik, Fatih kız arkadaşına güzel bir küre aldı, Yunan mitolojik şeysi vardı içinde sanırım figür olarak, mitoloji konusundaki cahilliğimi mazur görün. Adam büyük bir ciddiyetle hediyeyi güzel bir paket yaptı, o esnada benim gözüm adamın okuduğu kitaba takıldı, latin alfabesiyle Amin Maoulof'un adı, okuyup anlayamadığım Grek alfabesiyle de kitabın adı yazıyordu. Derken kitabın arasından uç veren ayracı fark ettim: Basbayağı Karadeniz yazıyordu, Türkçe. Adam sabah girdiğimiz gravürcüdeki gibi iş için Türkiyeye seyahat etmiş, veya o gece tavernadaki Rum komi gibi Türkçeye merak salmış ve öğrenmeye çalışmış olabilirdi. İngilizce, "bu ayraç Türkçe, değil mi?" diye sordum. Biraz duraksadı, ilk kez o zaman bize baktı (veya bana öyle geldi), dudağının kenarında hafif bir gülümseme ve sonradan öğrenilmediği çok belli bir Türkçeyle bizi dumur eden soruyu sordu: Memleket neresi?

"Siz Türk müsünüz?" değil, 'Nerelisiniz" değil, "Nerde yaşıyorsunuz" hiç değil... "Memleket neresi?" (Üniversitede Humanities dersinde Selim Deringilin bu cümlenin milleti ve aidiyeti tanımlayan bir soru kalıbı olduğundan bahsettiği bir an şimşek gibi kafamda çaktı.) Gayrimüslimlere has bir aksanı vardı ama duraklamadan ve çok akıcı konuşuyordu, heyecanla cevap verdik, bir daha da aramızda Türkçeden başka dilde konuşmadık: 
- Biz İzmirliyiz, siz?
- Ben İstanbulluyum, Beyoğlunda doğdum. 82de göçtüm, 26 yaşında. Şu an artık oralarda ev kalmadı tabi. 
- En son ne zaman geldiniz?
- Her sene geliyorum. Babam hala orada.

Benzer hikayeler duymuştuk. Çağan Irmak'ın güme giden Dedemin İnsanlarını izlemiştik. Ama bütün bunlar Alexandros Zacharopoulosla ("Türkçe adım Ali Şekercioğlu" demişti) tanışmanın şerefini ve heyecanını azaltmamıştı. Hızla hayat hikayesini anlatmaya başladı, Çengelköyde oturan kalorifer tesisatçısı babasının Tarabya otelinin inşasında çalıştığından, annesinin Vaniköyde oturduğundan, evlenince Kuzguncukta yaşadıklarından bir çırpıda bahsetti, bütün bunları yaparken bir yandan da bilgisayarından evrakı metruke kabilinden en yenisi 60 senelik aile ve İstanbul fotoğraflarını gösteriyordu. Dönmeyi düşünüp düşünmediğini sordum, her gün yaşamaktan nefret ettiğim bu ülkenin yine de 82deki halinden daha iyi olduğunu biliyordum, "hayır" dedi. "İstanbul artık kocaman bir taşra. Vitrinler dolu ve güzel, ama arkası bomboş." 

Ben göç hikayesini biraz provoke ettim, Alexandros Beyin niye geldiğini anlamaya çalıştım, sanırım AB vatandaşlığı biraz cazip gelmişti, söylediklerinden ben öyle anladım veya. 1986da konsolosluğa gittiğinde kodumun konsolos görevlisinin höt zötünden çekinip kendine gösterilen yerleri imzaladığından ("e tabi biz de alışmışız, devlet memurundan korkuyoruz" diye basmıştı kahkahayı) ve böylece bir oldubittiyle kendi iradesi dışında vatandaşlıktan çıkarıldığını anlattı bize. 1986 tarihli konu evrakı gösterdi, evrak "iş bu yazı, başvuranın isteği üzerine düzenlenmiştir" diye bitiyordu, bu lafa çok içerlemişti. "Yunancada" dedi "şöyle bir laf vardır: "Kuşunu ve imzanı nereye koyduğuna dikkat et!"

Kartını hatıra olarak aldım, kendiminkini verdim, "yolunuz İzmire düşerse arayın" diyecek oldum, hemen reddetti, çekmeceyi açtı, köşede tek başına bir kart duruyordu, üzerinde "Egemen Bağış: AB Bakanı" yazıyordu. (çok ilginç bir detay Alexandros Beyin Türkiyeye dair tüm resimleri, resmi evrakları dükkanında, elinin erişebileceği yerde tutmasıydı) Egeboy bu küçük şehre gelince dükkanını da ziyaret etmiş, hikayesini duyunca Atina Başkonsolosuyla beraber vatandaşlık için ısrarcı olmuşlardı, o "cam kırılmadı, paramparça oldu" diye cevap vermişti. Egemen Bağış aile fotolarını müzeye koymak için istemiş, onu da reddetmişti. "Siz" dedim, "yine de beni arayın, Egemen Bağış, bugün var yarın yok, biz her zaman ordayız". "Ben", dedi "burada iyiyim, ama misafirim. 82de buraya gelince Türk tohumu -piçi demek istiyolar- diye de hakaret ettiler buradaki Rumlar. Ölünce vasiyet ettim, krematoryumda yakılacağım, yarısı buraya, yarısı İstanbula savrulacak. Babama diyorum arada, kaç kişi kaldık zaten Türkiyede, kimse yok, gel artık diye, dönmüyor. Geçen yoğun bakımda kaldı, benim dört Türk canciğer arkadaşım var İstanbulda, onlar kendi babalarıymış gibi baktı, hakları ödenmez." Biraz daha üzerine gittim, "anneniz babanız dönmemiş ama buraya" dedim, "yanlış kelime kullanıyorsunuz" diye tersledi beni: "Buralı değiller ki dönsünler, onlar İstanbullu, ben de öyleyim. Bundan üç sene önce babamla Ayasofyaya gittik. Babam Türk vatandaşı olduğu için para vermeden geçti. Ben de aynı turnikeden geçmek isteyince, görevli TC kimliği sordu, bende yok tabi. Onun yerine pasaportumdaki doğum yeri hanesindeki İstanbul yazısını gösterdim. Görevli, 'Anlıyorum ama üzgünüm, para almak zorundayım' deyince, 'paramı veririm ama bileti almam, TC vatandaşlarının geçtiği kapıdan da geçerim' dedim, adam 'ne manyak', diye düşündü herhalde, ses etmedi." Gururla gülümsedi: "Öyle de yaptım." 

Sonra biraz Beşiktaştan, -Beşiktaşlıydı tabi, ya ne olacağdı!- o gece sonuçlanan cumhurbaşkanlığı seçiminden, Selanik'in cami inşa eden ateist belediye başkanından (Camiyi niye yaptığı sorulduğunda "Türklerle kardeşiz, Avrupalılarla ortağız" demiş), Türkiyenin Yunanistandaki algısından, kadına şiddetten ve Gezi hareketinden ve tabi ki birbirimize ne kadar benzediğimizden konuştuk. İzmire hiç gelip gelmediğini sorduk, "dört kere" dedi. "Bizim zamanımız farklıydı çocuklar, biz korkardık". İçim cız etti. Bir saat boyunca çalan tüm telefonları ya açmadı, ya da bir cümle ettikten sonra cevabı beklemeden karşıdakinin suratına kapattı. "Çok konuştum" dedi, ben hikayenin çarpıcılığını idrak etmeye çalışmaktan söylediklerinin yarısını takip bile edememiştim. Müsade istedik. Daha bir bara oturup Türkiyedeki sefil hayatımızın pasını silecektik. Elini uzattı, gözümüzün içine baktı, buğulu gözlerle "hakkınızı helal edin" dedi. Bir hafta boyunca bize zaman zaman rüya gibi gelen tatilimizin bittiğini, işte o zaman fark ettik.




4 yorum:

Hayallerim, Delorean ve Sen dedi ki...

Parthenon'a hayran hayran bakıp, geçmiş zamana dönmek istedim yeniden.

metus dedi ki...

Valla biz de arkadaşla daha dün yad ettik, o kadar yakın ve o kadar uzak ki anılarımız...

Yalnız Yunanistan'da her yere her zaman giderim, öyle kanım ısındı memlekete.

Ağustos Büyücüsü dedi ki...

Selim deringil deyince "Jakoobeen" kelimesi ile bir selam çakmak isterim. Elinize sağlık, ne güzel yazı.

metus dedi ki...

Ahah, o kadar tanımıyorum, ders almadım, humanitiesden biliyorum. Selçuk Hocadan ders almıştım yalnız. (gıybethhhhh)

Çok teşekkür ederim çok mahcup ettiniz.