2 Kasım 2015

Tek Şehir

Ben aşktan daima kaçtım. Hiç sevmedim. Belki bir eksiğim oldu. Fakat rahatım. Aşkın kötü tarafı insanlara verdiği zevki eninde sonunda ödetmesidir. Şu veya bu şekilde... Fakat daima ödersiniz... Hiçbir şey olmasa, bir insanın hayatına lüzumundan fazla girersiniz ki bundan daha korkunç bir şey olamaz.
Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü

Avrupanın bir metropolünde, Türklerin yoğun olarak yaşadığı bir mahallede gittiğimiz tiyatronun çıkışında tiyatronun bünyesinde yer alan barda oturuyorduk. 19.yyda Osmanlı topraklarında yaşayan bir Ermeni tarafından yazılmış ve tabi ki İstanbulda geçen bir operetten çıkmıştık, şimdi düşününce rüya gibi geliyor. Sahnede tek başına bir kadın vokal elinde bas gitarla caz müzik yaptığı iddiasındaydı ama müzik olmasaydı sesimi duyurmak için bağırmak zorunda kalmayacağımdan ötürü daha mutlu olurdum. Karşımdaki (metnin geri kalanında “kız” olarak geçecektir) şarap kadehini aldı, ağzını açtı bir şey söylemeye yeltendi ve bir anda vazgeçti. Dinlemeye hazır olduğumu söyledim. “Önemli değil” dedi. Üsteledim. Durdu, o tereddüdü bir daha yaşadı ve: “Benimle konuşurken gözüme bakmamanın sebebi günah olduğunu düşünmen mi?” dedi. Gözlerimi dikerek, “yok” dedim, “o benim davarlığım.” “Yok onu demek istemedim.”  Kırpmadan gözüne bile değil irisine bakıyordum artık. “Gözlerin güzel işte. Benimle konuşurken gözlerime bak.” (Gözlerimin güzel olduğunu bu hayatta bana söyleyen üçüncü kişiydi. İlk söyleyen kişi olan berberim öleli iki sene olmuştu). Sırf kitle önünde hitabetimiz gelişsin, konuşurken insanların gözüne bakalım diye, bize sunum yaptırmıştı lisede edebiyat hocamız, ayna karşısında yaptığım provaları hatırladım. Liseye göre daha az yaratıcı, daha idareimaslahatçı ve daha mağlup hissine sahip olmamın yanında bir de bu defom vardı demek yıllar içerisinde gelişen, kızıyordum bunu aniden söylediği için ama içten içe biliyordum ki bal gibi haklıydı kız, bu lafı da duyduktan sonra bir uçurumun kenarında düşüp yitmek üzereydim. Buluşmamızın üçüncü günüydü, ve kızda benden etkilendiğine, benim yanımda eğlendiğine dair en ufak bir ibare göremiyordum. Konu nasıl oluyorsa, bir şekilde benim dindarlığıma geliyordu, devamlı savunma pozisyonunda ona inancımın öcü olmadığını göstermek için bazen köpek beslemenin günah olmadığı Maliki mezhebini (köpeklerle aramın hoş olmadığını duyar duymaz “e biz ayrı dünyaların insanıyız demişti”, ilk görüşmemizin saati dolmadan), bazen Hz. peygamberin suretinin resmedildiği Osmanlı minyatürlerini, bazen peygamber sevgisini en güzel anlatan metinlerden biri olan Ah Muhsin Ünlü’nün “Resulullahla benim aramdaki farklar” şiirini, bazen içki içilen ortamlarda maruz kaldığım muhtelif muhabbetleri anlatırken buluyordum kendimi. Sorular bildiğim yerden geliyordu iyi hoş da muhabbet tavsıyordu yalnız, ilk kez buluştuğunuz ve gönlümün kaydığı bir kızla konuşmam gereken konuların bunlar olmaması gerektiğini, elhak ben bile biliyordum. Hele barda tam dört farklı kişi gelip bana yalandan bir selam verip, onun ne kadar güzel olduğuna iltifat ederken. Sonra niye birlikte olamayacağımızı anlattığı çok uzun mailda yazdığı tek müspet şey başkasının ne inandığına dair umursamazlığım oldu. Ben çok anlayışlıymışım, insanların yediğine içtiğine karışmıyormuşum. Kendisi o kadar değilmiş.

Ertesi gün, ülkenin güneyindeki sahil kasabasına, bir tatil provası edercesine yola koyulduk. Yolda trenle seyahat etmenin rahatlatıcı duygusundan, onun yapacağı tatile dair planlarından bahsettik biraz. Ona 2010’larda geçen bir Leyla ile Mecnun hikayesi olarak Silver Linings Playbook filminden bahsettim, filmi beraber izleme teklifimi, “seninle odamda film izlemek istediğimden emin değilim” diyerek reddetmişti daha ilk günden, eline gelen hiçbir fırsatı kaçırmıyor, gelişine yapıştırıyordu, bir boksör gibi. Derken laf arasında “Uzun süreli bir ilişkin oldu mu hiç?” diye sordu. “En son ne zaman uzun süreli ilişkin oldu?” değil, “En uzun süreli ilişkin ne kadar” hiç değil; “Uzun süreli bir ilişkin oldu mu hiç?” yani. Allahım ne kadar beceriksiz olduğumu bu kadar mı belli ediyordum, tüm gardım düşmüştü ve önümüzde geçireceğimiz bir koca gün vardı. İkiletmeden “cık” dedim, suratına bakmıyor, dışarıdan ülkenin yeşil kırsallarına dalıp gitmiş numarası yapıyordum. Sessizlik oldu. “Mehmet iyi misin, niye sessizleştin yine?” Diyecek bir şeyim yoktu o an. Gün bittikten sonra, biz montlarla sahil kenarındaki taşların üstüne yan yana yatıp Eternal Sunshine’ın o enfes afişindeki pozu vallahi de verdikten, turisti olduğum  ülkenin dört bir yanına serpilmiş hiiç bitmeyen festivallerden birinde çimlere hiçbir vücut teması olmadan uzanıp nöbetleşe biraz kestirdikten sonra, dönüş trenine saatler kala oturduğumuz restoranda son yemeğimizi yerken ağzımdaki baklayı çıkarıp ona korkumdan bahsettim: İlk tanıştığım ve büyük bir şevkle internetten konuştuğum aylardan sonra belki buluşmuştuk ama uçağıma 24 saatten az kalmışken bu akşamki görüşmemiz belki de onu bu hayatta son görüşüm olacaktı (pazar, yani benim dönüş günümde görüşme planımız yoktu), belki beni bir daha görmek bile istemeyecek, ben de bu tatili ve son iki haftasında her Allahın günü konuştuğumuz son üç ayı arkamda hoş bir hatıra olarak bırakacaktım. Sorunun özne ve nesnesini ters çevirip elinde görünmeyen hançerin ucunu göğsüme doğru yavaşça soktu: Ya ben onunla görüşmek ister miymişim? Küfür gibiydi benim için, öfkeden ne dediğimi hatırlamıyorum, ne kadar sevdiğim belli olmuyor muydu sanki? Benim yeterli kan kaybına uğradığıma kanaat getirdikten sonra kalbime sapladığı hançeri çıkarmak için çevirmesi gerektiğinin bilincindeymişçesine soruma yuvarlak bir cevap verdi: Arkadaş olarak görmek istermiş, değişik zevklerim varmış, onun bilmediği bir sürü şeyi biliyormuşum. Yolun sonuna gelmiştim, hesabı isteyip, bahşiş olarak o restorana hüznümü bırakıp kalktım. Yol boyunca yanımda uyudu, ben bazen ona, bazen onun ilerisinden dışarıda karaltıya bakarak geçirdim o ömrümün en uzun süren iki saatlik tren yolculuğunu.

Ertesi sabah şehrin çiçek pazarını gezerken, cebimdeki son bozuklukları bir buket çiçeğe verip, ona son kez sarılmak için evinin yolunu tuttum.

Hiç yorum yok: