18 Ekim 2009

Yakup’un takibi

Yakup, Şeyh Galip’in türbesine inen yokuşun ve bir zamanlar Yüksekkaldırım olarak bilinen yerin tam köşesinde iki buçuk saattir ayakta duruyordu. (O Yüksekkaldırım ki, Şeyh Galip’in en parlak temsilcilerinden biri olduğu Divan Edebiyatı’nın antitezini oluşturan Orhan Veli’nin en meşhur şiirinin öznesiydi, Yakup o yorgunlukla bu bağlantıyı tabi ki düşünemedi). Ayaklarındaki takatsizlik, sarhoşluğunun etkisini artırıyor, gözleriyle sağı solu kolaçan ederek oturacak bir yer arıyordu. Ama Karaköy’e inen Tünel’in başladığı yerdeki küçük meydanda, hepsi kapılmış olan çiçekliklerin köşesi hariç oturacak yer bulmak tabi ki mümkün değildi. Yakup, kısa ömründe buranın yaşadığı başkalaşıma tanıktı. Taksim’in tüm özgül ağırlığı buraya kaymıştı, ilk müdavimlerinin barlara giremeyen bekar erkekler, züğürt delikanlılar, bardaki gürültüden kafası şişip çıkanların olduğu bu yer mekansız kalanların uğrak mekanı olmuştu, Tünel’in başındaki küçük meydan bir şehrin eğlenme alışkanlığının bir nevi türevi haline gelmişti. Bu kalabalığın coşkusu, devinimi, örgütsüz buluşma halini Yakup, Sultanahmet’te kurulan ramazan eğlencelerinden hatırlıyordu, iki ayrı kitlenin iki çok yakın mekanda farklı zamanlarda benzer tarzda eğlenmesi Yakup’un garibine gitti. Bütün bu düşünceleri Yakup’a yakın olan çiçekliğin köşesinde oturan çiftin uzaklaşması kesti, Yakup kendinden beklenmeyecek bir çeviklikle açılan bi götlük yere seğirtti. Çakınca üzerinde flash royal dizilişi beliren çakmağını cebinden çıkardı, paketindeki son sigarasını yakmak için boynunu hafifçe öne ve sola eğdi. Bulunduğu ortamın kalabalıklığına rağmen yanan tütünün çıtırtısını duymasına şaşırdı. Kafasını kaldırdığında hırpani kılıklı birinin kendisine baktığını fark etti.

“Kardeş, bi sigara versene?” diye seslendi yabancı. Dedesi yaşında görünüyordu. Yakup, üstü başı yırtık adamın telaffuzunun düzgünlüğünden tahsilli olduğunu tahmin etti ve cevap verdi: “Maalesef, son sigaramı şu an içiyorum.” “Önemli değil, ben zaten kullanmıyorum sigara” diye yabancı sırıtınca, Yakup, böyle adamların nasıl olup da hep kendisini bulduğuna kızdı. “Kardeşim, niye istiyosun o zaman?” “Ben, seninle tanışmak için geldim, seni yıllardır takip edip kollayan ak sakallı dede, benim” Yakup, son birayı içmemesini söyleyen arkadaşına hak verdi. Artık gerçekle hayali karıştırır hale gelmişti. Yine de kendini toparlayıp gecenin son mantıklı cümlesini kurdu: “Ama, birader, senin sakalın yok be”. “Köseyim, ondandır, adım da Köse Yancı Hüseyin”. Yakup sigarasını yer gibi uzun bir nefes çekerken, Köse Yancı Hüseyin, ağzındaki baklayı çıkarıverdi: AbicimabicimabicimabicimakalımmıabicimalemlerebenialemleresoksanaabicimermişdedikyardımedelimdedikkendimiziunuttukabicimCihangiregidelimmiabicimyenibarlarpavyonlaraçılmışgarıylangızlangezelimgünümüzügünedelimabicim. Yakup, niye arkadaşlarıyla gitmeyip, bir sigara içecek kadar da olsa Tünel’de kaldığına kızdı. Adam, bu lafları hakikaten bir çırpıda söylemişti. Yakup hışımla kalktı, uzaklaşmak için yürümeye başladı. Ama ak sakallı dede, ismiyle müsemma biri olarak hakikaten yancıydı, Yakup’un peşini bırakmıyordu. “Bak Hacı mısın Hoca mısın nesin” dedi, “benim gözlerim iyi görmez. İyi görmediğim için gördüklerim de yer etmez, hafızam da zayıftır, seni tanıyorsam da hatırlamıyorum. Şimdi de evime gidiyorum, sanırım ona da yancı olamazsın herhalde.” Hüseyin, arkasından “abicimabicimozamanbibirasısmarlasanaabicimbibirabibira" diye son bir tırmalamada bulundu. Hakikaten onu tanıyor olabilir miydi? Yakup şansına lanet etti, daha önce hiç alkol alan veya bara girmeye çalışan ak sakallı dede görmemişti, ama ondan kurtulma hissi o kadar ağır basıyordu ki, elini cüzdanını almak için kotunun arka cebine soktuğunda, cüzdanının yerinde olmadığını fark etti. Galatasaray’a kadar gelmişlerdi, gayriihtiyari ağzından, “cüzdanım yok” cümlesi çıktı. Hüseyin sakindi. “Otururken cebinde miydi?” “Evet” diye cevap verdi Yakup. "Kalkarken düşmüştür, gidip oturduğun yere bakacağız.” Tüm yolu Hüseyin önde Yakup bir adım onu takip eder vaziyette geriye doğru hiç konuşmadan yürüdüler. Yakup’un ayağındaki takatsizlik gitmiş, tüm dikkati geri gelmişti. Hüseyin kendinden beklenmedik bir çeviklikle yürüyordu. Cüzdanın unutulduğu meydanda yüzden fazla kişi vardı. On dakikada pekala yok olabilirdi. Aslında o cüzdana bakmak için geri gitmenin bile bir izahının olmadığını biliyordu, ama garip bir biçimde, Tünel’e yaklaştıkça umudu artıyor, umudu arttıkça daha hızlı yürüyordu. Çiçekliğe gelmeden Yakup cüzdanı fark etmiş, hemen öne geçip bir çırpıda bir eksik olup olmadığını kontrol etmişti bile. Yakup, işaret parmağını sevinçle göğe doğru yükseltirken, Hüseyin ayeti anımsayıp gülümsedi: “O gün, gözün keskindir.” Her şey birkaç dakika içinde olup bitmiş, Yakup vücudundaki son adrenalini kullanmıştı, Yakup yine sarhoş haline geri döndü. Hüseyin’in hakikaten o ak sakallı dede olma ihtimali bir şimşek hızıyla zihninden geçse de, bu saçma düşünceden hemen vazgeçti. Yine de ihtiyar yancı, bir birayı hak etmişti, bunu söylemek için arkasına döndüğünde gözleri onu kaybetti. Karanlık, yorgunluk ve astigmat birleşmiş, Yakup’a felek yine oyununu yapmıştı.

Bu hikayede yazmaya değer hiçbir şey yoktu. Bu hikaye, bu şehirde yaşayan herkesin başından her zaman geçebilirdi. Eğer Yakup, eve giderken cüzdanını iki saat sonra bir daha kaybetmeseydi. Eğer bunun bir rüya olması için parmağıyla işaret ettiği yukarıdakinden tekrar yardım istemeseydi. Eğer aynı gün içinde tekrar ayılıp bu sefer minibüs ile evi arasındaki yolu tekrar yürümeseydi. Eğer bu sefer cüzdanı yerde bulamayıp kös kös evine dönerken cüzdanı, her zaman koyduğu kotunun değil, sadece cüzdan değil, hiçbir şey koymadığı ceketinin cebinden çıkmasaydı. Bunlar olduğu için, evinin kapısından girene kadar liseden beri taşıdığı cüzdanı elinde taşımaya karar verdi Yakup. Artık cüzdanla arasındaki ilişki, Frodo’nun yüzüğüyle arasındaki ilişkiye dönmüştü. Apartmanın kapısından girerken son bir kez boş sokağa baktı. Gecenin karanlığında, karanlığın sessizliğinde ne Hüseyin’i, ne de bir başkasını görüyordu.

Hiç yorum yok: