18 Aralık 2009

Donna’nın Kokusu

Bir süredir yazamıyorum, üzerimdeki bu ataletin kalıcı olmasından korkuyordum, birilerinin burada yazanları okuduğunu duyuyorum/biliyorum, zaten yola çıkarken de amacımız okunmaktan ibaretti. Hal böyleyken güç yettikçe bir şeyler çiziktirmek lazım... Birkaç gündür niyet edip bloğa yazamazken, hayatta kayıtsız kalamayacağım şeylerden biri başıma geldi: Hiçbir şeyin olmadığı bir öncekinin tıpkısı bir perşembe gününde abimin kanallar arasında dolaşırken, televizyonumuzda hangi numarada olduğunu bile unuttuğum bir kanalda TNT’de Kadın Kokusu’na (Scent of a Woman) rastlaması gibi. Hemen eyesman’e mesaj attım ve son on gün içinde yaptığımdan farklı bir şey olarak CM oynamayıp filmi izledim, hem de tövbemi bozarak dublajlı olarak.

Olan bitene anlamları kendimiz yüklüyoruz tabi ki, bu filme tesadüf etmek bizden başka hiçbir üçlü için (MFÖ, Üç Hürel, Metin-Ali-Feyyaz vb) bu kadar anlam ifade edemez, hem kişisel film arşivimizde, hem birbirimizle olan arkadaşlık hukukumuzda o filmin yeri ayrı, birbirimize yazdığımız yıllık vb yazılarda veya dost sohbetlerinde, devamlı referans gösterdiğimiz bir film bu.

Film, İtalyanca bir filmin yeniden çekimi ve Al Pacino, tek Oscar’ını bu filme borçlu, daha doğru bir ifadeyle söylemek gerekirse, Akademi, kendisini tartışılır olmaktan bu filmle kurtarmış bence, o adama Oscar vermeyenin ne dünyada ne de ahirette yatacak yeri var zira... İtalyanca olan filmde Frank’i oynayan Vittorio Gassman Cannes’da en iyi erkek oyuncuyu kazanmış, karakterin ne kadar güçlü yazıldığı da aslında buradan belli. Birbirini bu kadar görmezden gelip farklı tercihlerde bulunan iki seçici kurulun da bu kadar büyük bir ödülde ittifak yapmasının başka bir örneği var mı, bilmiyorum.

İtalyan çekimini izlemedim, ama Holywood yapımında Al Pacino hariç tüm oyunculukların kötü olmasının Al Pacino’nun oyunculuğunu vurgulamak amacında olduğunu düşünürüm. Al Pacino’nun karakteri (Emekli Yarbay Frank Slade) film boyunca sinüs eğrisi gibi salınır: Önce kör bir albayı oynar, Testa Rossa’yla polise yakalanınca “gören” kör albayı. Dünyanın en aciz adamı olarak sokaklarda yuvarlanır, ama filmin sonundaki tiradda herkese, izleyenlere bile tepeden bakar. Başta narsistlik paçasından sarkarken, filmin son sahnesinde, torunları üzerinden aslında kendisiyle barışır. Onu izledikçe alkol almayan biri olarak “John” Daniel’s içesim, son derece utangaç biri olarak içimde kalanları bir bir dökesim, kütük gibi dans eden biri olarak tango kursuna yazılasım, bir buhran anımda “It’s all dark here” diye haykırasım gelir. Filmle özdeşlik kurmamda kazmalar kazması Chris O’Donnell’ın (Charlie Simms) öğrenciliğiyle kendimi eşleştirmenin etkisi yadsınamaz sanırım, (Taşradan gelen çocuğun Amerikan Koleji’nde tutunma problemi- Okulun fiziksel yapısından, kütüphanenin çalışma düzenine kadar okulla ilgili birçok detayın Boğaziçi’ne benzemesinden çok etkilendiğimi hatırlıyorum) ama film buna rağmen benim için aslında Frank’in hikayesidir.

Bu filmle ilgili dün fark ettiğim bir diğer nüans, filmin adında mahfuz: İtalyanca orjinalindeki “Profumo Di Donna” kadın kokusu demek, ayrıca meşhur tango sahnesindeki kadının adı da Donna, ve tango sahnesinden önce, Frank’le Donna arasında Donna'nın kullandığı sabunla ve Donna’nın kokusuyla ilgili bir muhabbet geçiyor. Yani eserin ismi aslında tek bir kadının, Donna’nın kokusuna işaret ediyor. Holywood yapımında tamamen İngilizce isimler kullanılırken, yönetmen Martin Brest’in, Donna’nın ismine dokunmamasının sebebi de bu. (Meraklısı bilecektir, Divan Edebiyatı’nda bu tip mecazlar çok sık kullanılır.)

Bu yazıyı aslında hemen filmden sonra yazmak niyetindeydim çünkü bir gün sonra yazı yazma heyecanımı kaybedeceğimi düşünüyordum, bunları şu an yazarken filmden ne kadar etkilendiğime şaşıyorum, herhalde bende çok az film bu etkiyi yapabilirdi. İnsan kendini bile tam tanıyamıyor, yaşadıkça öğreniyor demek ki. Sis ne kadar yoğun olursa olsun, adım attıkça gördüğünüzün değişmesi gibi.

Hiç yorum yok: