Yazılarımdan da anlaşıldığı ve beni tanıyanların da çok iyi bildiği üzere, film izlemeyi, filmi çeken adamın niyetini anlamaya çalışmayı, kendimce yaptığım bir saptamayı eş dostla tartışmayı, kısacası film üzerine ukalalık etmeyi seviyorum. İzlediğim bunca filme rağmen, hala çok kolay kandırılabilir bir izleyiciyim, bundan şikayetçi olduğumu da söyleyemeyeceğim açıkçası, çünkü bu sayede (bilhassa sinemada) film izlemekten hala çocuksu bir zevk alıyorum, yönetmenin yarattığı dünyanın içinde kolayca kayboluyorum, yani sinemanın eğlendirme fonksiyonu benim için hala devam ediyor, sadece beni şu an eğlendiren film tipleriyle ilk film izlemeye başladığımda eğlendiren film tipleri bir değil. Ama bir kısmını geçmiş yazılarımda bahsettiğim bir sürü filmi izlemiş olmaktan dolayı kendimi mutlu addediyorum, insanlarla olan hukukumda o filmlerin de bir payı olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Bunca izlediğim iyi filmden ayrı olarak, tuhaf bir biçimde, bana kendini “izletmeyen” bir film var: Sophie’s Choice.
Alan J. Pakula’nın 82 yapımlı bu filmi, William Styron’ın aynı isimli çok satan romanından uyarlanmış ve Oscar’ın gediklisi Meryl Streep’e En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandırmış. Filmin konusuna dair bildiğim iki oğlundan birini seçmek zorunda bırakılmış bir annenin İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı dramla ilgili olduğu.
Bu filmin efsunu, kah Ahmet Çakar’ın futbol yazısında kah Hasan Cemal’in konuşmasının bir kenarında kah Müjde Ar’ın “izlediğiniz en iyi aşk filmi?” sorusuna verdiği cevapta karşıma çıkıp, bir türlü kendisini izleyememiş olmamda. Kendisinden verdiğim en manalı doğumgünü hediyesini devşirmişliğim var. Filmi birkaç sene önce güç bela bulmuş olmama rağmen, ona bir önem atfettikçe bunu alelade bir zamanda ve tek başıma izlemekten imtina ettim ve zevki devamlı erteledim, en son geçen pazar günü, şu zamana kadar dışarıda gezmek için geçirdiğim en kötü havaların birinde, Cihangir’le Gümüşsuyu’nun kesiştiği bir kafede (o iki yerin kesişmediğini ben de biliyorum, atlamayın hemen) izlemeye yeltenmişken, yine nedenini hala anlayamadığım bir sebepten ötürü bu filmi izlemekten mahrum kaldım... ve ne yalan söyleyeyim, pişmanım.
Alan J. Pakula’nın 82 yapımlı bu filmi, William Styron’ın aynı isimli çok satan romanından uyarlanmış ve Oscar’ın gediklisi Meryl Streep’e En İyi Kadın Oyuncu Oscar’ını kazandırmış. Filmin konusuna dair bildiğim iki oğlundan birini seçmek zorunda bırakılmış bir annenin İkinci Dünya Savaşı’nda yaşadığı dramla ilgili olduğu.
Bu filmin efsunu, kah Ahmet Çakar’ın futbol yazısında kah Hasan Cemal’in konuşmasının bir kenarında kah Müjde Ar’ın “izlediğiniz en iyi aşk filmi?” sorusuna verdiği cevapta karşıma çıkıp, bir türlü kendisini izleyememiş olmamda. Kendisinden verdiğim en manalı doğumgünü hediyesini devşirmişliğim var. Filmi birkaç sene önce güç bela bulmuş olmama rağmen, ona bir önem atfettikçe bunu alelade bir zamanda ve tek başıma izlemekten imtina ettim ve zevki devamlı erteledim, en son geçen pazar günü, şu zamana kadar dışarıda gezmek için geçirdiğim en kötü havaların birinde, Cihangir’le Gümüşsuyu’nun kesiştiği bir kafede (o iki yerin kesişmediğini ben de biliyorum, atlamayın hemen) izlemeye yeltenmişken, yine nedenini hala anlayamadığım bir sebepten ötürü bu filmi izlemekten mahrum kaldım... ve ne yalan söyleyeyim, pişmanım.
2 yorum:
askla ilgili buradaki hollandali kanadali sinif arkadaslarimla konusurken herkesin aski tanimlayisinin bambaska oldugunu daha net anladim. tutku sehvet adanmislikla fln karisik kurusuk anlatimlar.
kisa yol olarak bana en sevdiginiz ask filmini soyleyin bana aski anlatmayin diyorum.
annie hall cevabi aldim
sleepless in seattle cevabi aldim
benim cevabim hala kitano'nun dolls'u
cok sey ozetler nitelikte bence
seninki de
dollsu izlemedim ya.
sleepless in seattle bir başka yazıda geçiyor, görmüşsündür. onun da yeri ayrı, maalesef.
Yorum Gönder