Çarpacaz'ı ilk açtığımızda, Sinan'a ilk yazımın havaalanlarına dair olacağını taahhüt etmiştim, kısmet bugüneymiş. Niyetim, yurtdışına çıkınca, medeniyetle tanışma fırsatının bahşedilmesinin sorumluluğuyla didaktik yazılar yazan Tanzimat yazarları gibi bilgilendirici bir yazı yazmak değil elbet, kısa uçuş tecrübemde uğradığım durakları yad etmek, hatta bir adım ileri gidersek onu unutmamın önüne geçmek. Aç parantez: Hatırla(n)mak üzerine şunu diyebilirim, yazmamın bir sebebi de evet itiraf ediyorum, yazmanın unut(ul)mamanın en kestirme yolu olduğunu bilmem, ama çiziktirdiğimi dönüp okuduğum zaman sadece yazılanı hatırlayıp geri kalanını unutmaktan da korkuyorum... Ya yazdıklarım da beni takip edenlerde öyle bir etki yaratıyorsa, ileride sadece yazdığım kadarıyla hatırlanacak olursam? Kapa parantez...
Bagajımı yanına alan biri olarak sadece uçağa binerken havaalanında bekler, inişte direk evime koyulurum. İstanbul ölçeğinde bunun anlamı, bu şehirden (genelde tatil gibi hayırlı bir iş için) uzaklaştığım için, bir teneffüs vaadidir. Yani ben İstanbul Atatürk Havaalanı'nda geçirdiğim vaktin çoğunda bu şehirden uzaklaşmayı beklediğim için şehrin keşmekeşini, düzensizliğini, altyapı eksikliğini şaşırtıcı biçimde yansıtan bu havalaanını severim, çünkü burada geçirdiğim her dakikada bu hayatımdan bir süreliğine kurtulmaya daha da yaklaşıyorumdur. İzmir'e indiğimdeyse derhal gideceğim yere (Kuşadası veya İzmir'deki evim) yollandığım için, orada geçirdiğim vaktin çoğu dönüş yolu içindir, yani tatilim bitmiş, elimde bir kitap, bayram veya tatil dönüşü olduğu için kös kös rötar üstüne rötar yiyen uçağı beklerken, takriben on iki saat sonra işte olacağımı düşünür, hat safhada bir asap bozukluğu yaşarım (Alışmak için tatilin son gününü İstanbul'da geçirmek mi, sağolun ben almayayım). Bu sırada havaalanının geri kalmışlığı, köhneliği ve ufaklığı gözüme bir daha çarpar, havaalanının büyüklüğüyle şehrin gelişmişliği arasında kendi kafamda kurduğum tezi bir kez daha hatırlar, kendi kafamda bir İstanbul İzmir kıyasına daha girerim... (Paradoksu fark etmişsinizdir, aslında İzmir Havaalanı'nın tek kabahati beni çok sevdiğimi yerli yersiz zikrettiğim İstanbul'a götürmektir)
İlk yurtdışı uçuşum, kardan uçakların kalkmadığı iki günün akabininde 2006 kışında Kopenhag'a olmuştu. Şu an Migros'larda bile mevcut olan içe doğru açılan sensörlü kapıları ilk kez orada görüp kendimi Magneto zannetmiştim. Bir de adamların tren istasyonu İstanbul metrosu gibi falan değil, harbiden bir alt kattaydı (İstanbul'daki havaalanı metrosu zaten sanırım o zaman faal değildi veya yeni faaliyete geçmişti), onu da oryantalist bir takdirle karşıladığımı anımsıyorum. Onun dışında gördüğüm havaalanları bir elin parmağını geçmez: Manchester'da boydan boya THY reklamının olduğu bir yürüyen merdiveni ışıklandıran mavinin gözümü aldığını, Londra'nın Stansted ve Heathrow Havaalanları'nın sıradanlığını, Köln Havaalanı'na check-in masası açılmadan gittiğimi anımsıyorum. Ha bir de Barselona Havaalanı'ndaki saçmalığı, ki Barselona gezimizin tek falsosudur: Pasaporttan geçtikten sonra, üst kattan alt kata indirmeyen gerizekalı havaalanında üst katta iki buçuk saat mal mal beklemiş ve bana üst kattan bir futbol sahası ebatında gelen alt kattaki alış veriş mağazalarına kurufasulyecinin camına yapışmış bebeler gibi baktıydım.
Bagajımı yanına alan biri olarak sadece uçağa binerken havaalanında bekler, inişte direk evime koyulurum. İstanbul ölçeğinde bunun anlamı, bu şehirden (genelde tatil gibi hayırlı bir iş için) uzaklaştığım için, bir teneffüs vaadidir. Yani ben İstanbul Atatürk Havaalanı'nda geçirdiğim vaktin çoğunda bu şehirden uzaklaşmayı beklediğim için şehrin keşmekeşini, düzensizliğini, altyapı eksikliğini şaşırtıcı biçimde yansıtan bu havalaanını severim, çünkü burada geçirdiğim her dakikada bu hayatımdan bir süreliğine kurtulmaya daha da yaklaşıyorumdur. İzmir'e indiğimdeyse derhal gideceğim yere (Kuşadası veya İzmir'deki evim) yollandığım için, orada geçirdiğim vaktin çoğu dönüş yolu içindir, yani tatilim bitmiş, elimde bir kitap, bayram veya tatil dönüşü olduğu için kös kös rötar üstüne rötar yiyen uçağı beklerken, takriben on iki saat sonra işte olacağımı düşünür, hat safhada bir asap bozukluğu yaşarım (Alışmak için tatilin son gününü İstanbul'da geçirmek mi, sağolun ben almayayım). Bu sırada havaalanının geri kalmışlığı, köhneliği ve ufaklığı gözüme bir daha çarpar, havaalanının büyüklüğüyle şehrin gelişmişliği arasında kendi kafamda kurduğum tezi bir kez daha hatırlar, kendi kafamda bir İstanbul İzmir kıyasına daha girerim... (Paradoksu fark etmişsinizdir, aslında İzmir Havaalanı'nın tek kabahati beni çok sevdiğimi yerli yersiz zikrettiğim İstanbul'a götürmektir)
İlk yurtdışı uçuşum, kardan uçakların kalkmadığı iki günün akabininde 2006 kışında Kopenhag'a olmuştu. Şu an Migros'larda bile mevcut olan içe doğru açılan sensörlü kapıları ilk kez orada görüp kendimi Magneto zannetmiştim. Bir de adamların tren istasyonu İstanbul metrosu gibi falan değil, harbiden bir alt kattaydı (İstanbul'daki havaalanı metrosu zaten sanırım o zaman faal değildi veya yeni faaliyete geçmişti), onu da oryantalist bir takdirle karşıladığımı anımsıyorum. Onun dışında gördüğüm havaalanları bir elin parmağını geçmez: Manchester'da boydan boya THY reklamının olduğu bir yürüyen merdiveni ışıklandıran mavinin gözümü aldığını, Londra'nın Stansted ve Heathrow Havaalanları'nın sıradanlığını, Köln Havaalanı'na check-in masası açılmadan gittiğimi anımsıyorum. Ha bir de Barselona Havaalanı'ndaki saçmalığı, ki Barselona gezimizin tek falsosudur: Pasaporttan geçtikten sonra, üst kattan alt kata indirmeyen gerizekalı havaalanında üst katta iki buçuk saat mal mal beklemiş ve bana üst kattan bir futbol sahası ebatında gelen alt kattaki alış veriş mağazalarına kurufasulyecinin camına yapışmış bebeler gibi baktıydım.
Lafı çok dolaştırdım, niye bu yazıyı bu vakitte yazdığımı hala merak eden kalmış mıdır? Bir tesadüf... Daha önce yazlıktan arkadaşlarımla aynı uçağı birbirimizden habersiz seçtiğimiz birden çok kez vakiydi, hadi onlar neyse de, biriyle rastlaşmanın gerçeküstü bir hali, ilahi bir takdir olduğuna mutaassıp bir biçimde inanan biri olarak, benle bir daha görüşmeyeceğine yemin billah etmiş birini bunun üstünden 24 saat geçmeden, check-in'den geçtikten sonra yüzünde hınzır bir gülümsemeyle bana doğru gelirken görmem bunlardan daha aşkın bir durumdu... Eh bu da İstanbul Atatürk Havaalanı'ndan başka yerde olmazdı, o şahane dizeden apartacak olursak, havaalanları da şehre dahil zira.
1 yorum:
Sahane bitirmissin.
Yorum Gönder