Başlık bir futbol teriminden arak, sanırım "bir kalecinin penaltı anındaki endişesi" diye bir kitap olması lazım, teyit edemedim ama, kısıtlı futbol edebiyatından aklımda kalmış böyle bir terim... (Başlık seçimiyle ilgili bir munkabızlık söz konusu olduğu çok mu belli oluyor, neyse o da ayrı bi yazının konusu oluversin canım, aaa.)
Çok insani bir duygudan bahsediyorum aslında, tek bir soruya indirgenebilecek felsefi bir problemden: Ezan okundu mu acaba, tıkınmaya başlayabilir miyiz? Aslında ne kadar pozitif ilmin ilgi alanında olan bir soru değil mi, halbüse oruç kafasına haiz birisi için bu soruya olumlu cevap verilse de bir tereddütün akıldan geçmesi mukadderdir. Emin olmanın yolu tabi ki ezanı bilfiil duymak, veya ramazanda şerefelerde yanan kandilleri görmektir, eh İstanbul gibi görüş alanınızda cami olması muhtemel bir şehirde bu tatbiki çok da zor olmayan bir eylemdir. Gün içinde birkaç kere telefonu çalmış olabileceği zannıyla beyhude yere telefonunu kontrol eden benim gibi biçareler içinse artık algının ve dış dünyayla iletişimin iyice yavaşladığı bir an olan iftar vaktinde, beş duyuya (bile) itimat olmaz, hissiyat çok bariz değilse sağlama metoduna gidilir: Televizyon takip edilir (TRT'nin iftar programına bağnaz bir itikadım olduğunu itiraf edeyim, sanki sorsalar öbür tarafta “kardeşim ben devleti tanırım” deyince akan sular duracak), dışarıda iftar açılıyorsa mutlaka mekanın ekserisinin ağza hurmayı attığından emin olunur (ama o başlattı kafası), baktık iftar için seçilen mekan fazla seküler, pimpirikliğinden sual olunmayan bir arkadaşın arandığı da vakidir. Hepsi bu kadar saatlik emek mundar olmasın, iki dakika daha bekleyelim, garanti olsun şüpheciliğidir.
Kontrol listesindeki bir maddeyi sona sakladım: Saate bakmak. Kontrolü en kolay, fakat mühendislik deyimiyle güvenilirliği (“confidence level”ı) görece düşük bir seçenek. İftar vakti akıldaysa birkaç dakika avansla iftar açılır, yoksa, zaten günlerin gittikçe kısaldığından bahisle saatin yelkovanı akılda kalan son dakikayı vurduğu zaman, hadi Allah kabul etsin. Burada Türk edebiyatının okuduğum en parlak eserlerinden Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü yad etmenin vaktidir, Tanpınar bu kitabı, Beşiktaş'ta bir vapuru kendi saatinin saat kulesindeki saatten farklı olmasından mütevellit kaçırmasından ilham alarak yazmıştır. Kitapta, Nuri Efendi bu durumun sakıncasını şöyle anlatır: İyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Kitabın ana kahramanı, bu “tehlike”nin farkına varınca, bu uğurda kafayı sıyırıp, bir enstitü kurmaya kalkışır. Ben de, Einstein'ın görelilik kuramına kafamın basmamasının da etkisiyle, oruçken değil ama, biraz kafam normale döndükten sonra, bazen bu şahane eseri tebessümle hatırlar, kendime şu soruyu sorarım: Ya saatim doğruyu göstermiyorsa? Yine de, Mihrimah Sultan'ın avlusundan çektiğim bu fotoğraf, yaşadığım dönem itibarıyla şanslı olduğumun ispatıdır, eski zamanlarda yaşasaymışız, gölge peşinde koşmak zorunda da kalabilirmişiz.
Çok insani bir duygudan bahsediyorum aslında, tek bir soruya indirgenebilecek felsefi bir problemden: Ezan okundu mu acaba, tıkınmaya başlayabilir miyiz? Aslında ne kadar pozitif ilmin ilgi alanında olan bir soru değil mi, halbüse oruç kafasına haiz birisi için bu soruya olumlu cevap verilse de bir tereddütün akıldan geçmesi mukadderdir. Emin olmanın yolu tabi ki ezanı bilfiil duymak, veya ramazanda şerefelerde yanan kandilleri görmektir, eh İstanbul gibi görüş alanınızda cami olması muhtemel bir şehirde bu tatbiki çok da zor olmayan bir eylemdir. Gün içinde birkaç kere telefonu çalmış olabileceği zannıyla beyhude yere telefonunu kontrol eden benim gibi biçareler içinse artık algının ve dış dünyayla iletişimin iyice yavaşladığı bir an olan iftar vaktinde, beş duyuya (bile) itimat olmaz, hissiyat çok bariz değilse sağlama metoduna gidilir: Televizyon takip edilir (TRT'nin iftar programına bağnaz bir itikadım olduğunu itiraf edeyim, sanki sorsalar öbür tarafta “kardeşim ben devleti tanırım” deyince akan sular duracak), dışarıda iftar açılıyorsa mutlaka mekanın ekserisinin ağza hurmayı attığından emin olunur (ama o başlattı kafası), baktık iftar için seçilen mekan fazla seküler, pimpirikliğinden sual olunmayan bir arkadaşın arandığı da vakidir. Hepsi bu kadar saatlik emek mundar olmasın, iki dakika daha bekleyelim, garanti olsun şüpheciliğidir.
Kontrol listesindeki bir maddeyi sona sakladım: Saate bakmak. Kontrolü en kolay, fakat mühendislik deyimiyle güvenilirliği (“confidence level”ı) görece düşük bir seçenek. İftar vakti akıldaysa birkaç dakika avansla iftar açılır, yoksa, zaten günlerin gittikçe kısaldığından bahisle saatin yelkovanı akılda kalan son dakikayı vurduğu zaman, hadi Allah kabul etsin. Burada Türk edebiyatının okuduğum en parlak eserlerinden Saatleri Ayarlama Enstitüsü'nü yad etmenin vaktidir, Tanpınar bu kitabı, Beşiktaş'ta bir vapuru kendi saatinin saat kulesindeki saatten farklı olmasından mütevellit kaçırmasından ilham alarak yazmıştır. Kitapta, Nuri Efendi bu durumun sakıncasını şöyle anlatır: İyi ayarlanmış bir saat, bir saniyeyi bile ziyan etmez! Halbuki biz ne yapıyoruz? Bütün şehir ve memleket ne yapıyor? Ayarı bozuk saatlerimizle yarı vaktimizi kaybediyoruz. Kitabın ana kahramanı, bu “tehlike”nin farkına varınca, bu uğurda kafayı sıyırıp, bir enstitü kurmaya kalkışır. Ben de, Einstein'ın görelilik kuramına kafamın basmamasının da etkisiyle, oruçken değil ama, biraz kafam normale döndükten sonra, bazen bu şahane eseri tebessümle hatırlar, kendime şu soruyu sorarım: Ya saatim doğruyu göstermiyorsa? Yine de, Mihrimah Sultan'ın avlusundan çektiğim bu fotoğraf, yaşadığım dönem itibarıyla şanslı olduğumun ispatıdır, eski zamanlarda yaşasaymışız, gölge peşinde koşmak zorunda da kalabilirmişiz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder