9 Ekim 2011

Bostanlı Vapuru

Şevket: Hiç ilgilenmedi benimle. Çay içmeye davet ettim, oraya da gelmedi.
Kedi: E, çaydan.
Şevket: Ne çayı, ne alakası var.
Kedi: Çaydan, çaydan... Bu durumlarda kahve her zaman daha çok işe yarar. Bak, çayda kadınları rahatsız eden bişiy, böyle "yerel bir tını" var.
Şevket: Yerel mi? Ne alakası var? Çay yerel, kahve değil mi?
Kedi: Bak, “benimle kahve içer misin?” sorusu, bütün kadınlarda, hepsinde aynı rahatlatıcı çağrışımı yapar; beyaz fincan, porselen, şık, mayhoş aroma kokusu, hele latin ezgileri heheeeyy neler neler... Ama çay, çay böyle "başarısız erkek" gibi bişiy demek çay.
                                                                    (Beş Şehir, Sen/Yön: Onur Ünlü)

İzmir’de en son bu kadar uzun kaldığım zaman yıl 2006’ıydı. Çok paralı, çok kapitalist çok Amerikan bir şirkette staj yapıyordum. Orada bir kız sevdim, ismi Nihan’dı, aha da ilk kez bu konuda gerçek isim kullanıyorum blogda. Aynı servisteydik, gidiş dönüş yol boyunca sohbet ediyorduk, ama benim açımdan derin manalar çıkarmaya gerek yoktu, sonuçta zorunlu bir yol arkadaşlığıydı bu, bizim serviste o yaşlarda başka kimse bile yoktu zaten. Bir keresinde başka biri Nihan’ın yanına oturunca, servise binmekte olan beni gösterip, “arkadaş oturacaktı ama” deyip kaldırmıştı adamcağızı. Ne kadar mutlu olmuştum, ne kadar kolay mutlu oluyordum o zamanlar… Neyse bizim hikayemiz de iki ay sürdü. Yaz aşkı gibi bir şey, staj aşkı diyelim. Stajın son günlerine yaklaşmışken tüm ekip Bostanlı sahiline gittik. (Bilmeyen İstanbullular için, Caddebostan sahil kafası) Gittik gitmesine de, nası dönücez, üniversitede öğrenciyiz o zamanlar kimsede araba yok. Dönerken Konak vapuruna bindik, sadece ikimiz. Hafta içi son vapur, kimse yok, çıktık terasa, aynı banka oturup ikimiz de birbirimize doğru döndük, elimizi çenemize yaslayıp, içeriğini hiç hatırlamadığım havadan sudan şeylerden konuştuk, o vapur yirmi- yirmi beş dakika falan sürer işte, o kadar. (O gün bugündür, Bostanlı’ya da bir daha gitmedim zaten) Sonra staj bitti, o Ankara’ya gitti ben İstanbul’a… O kıza en çok yakınlaştığım an o andı. 

Ama onunla bir kez daha baş başa buluştum… Üç sene sonraydı sanırım, bir öfke anında sildiğim telefonunu ne yapıp edip bir yerden bulup iki cümlelik mesaj attım, çat diye aradı. İstanbul’a taşınmıştı. Haftasonu buluşmayı teklif ettim, öbür haftasonu olabileceğini, kendisinin arayacağını söyledi. Ben kendimi tutmayı başarıp hiç aramadım, o on gün sonra cuma akşamı aradı. Ertesi gün karlı bir İstanbul sabahında Bebek Starbucks’ta buluştuk. Kahve içtik –vallahi çay değil!- takıldık birkaç saat, havadan sudan konuştuk yine. Karşıya geçecekti, Beşiktaş’a gittik. Vapuru beklerken, “Mehmet” dedi, “bizim üretimden x vardı ya” “Hee” dedim mal  gibi -çocuğu tanıyordum ama adını hatırlamıyorum şimdi harbiden- “ben staj yaparken onunla çıkıyordum”. Bir şey demedim, ama yüzüm artık nasıl bir hal almışsa, “ya tamam uzatma geçti zaten boşver,” dedi. “Senle birlikte vapurla Konak’a geçtiğimiz o gün var ya, o gün falan kafayı yedi bu, çok salak çocuktu zaten” dedi. Benim için önemli olan ama ona bir şey ifade etmemesi gereken o detayı bile hatırlıyordu, demek ki ona karşı ne hissetiğimi o zamandan beri biliyordu. (İnsanlara karşı hissiyatımı saklamak evvelden beri en başarısız olduğum konudur, bir de buna kızların gelişmiş sezilerini ekleyin…) Bile bile… Kızın bir ilişkisi olduğunu fark etmeyecek kadar salak ve öküz olduğum için öfkeleniyor, en mahrem duygularım rezil rüsva edilmiş olduğu için kendimi aciz hissediyordum. Gardım tamamen düşmüştü, sendeleyen bir boksör gibiydim, vapura güç bela attım kendimi. İnince bir daha ne zaman görüşeceğimizi sordum, biraz beklemek istediğini, acele etmememi söyledi.

Sadece bir hafta sonra cumartesi sabahının on birinde Barbaros’ta tesadüfen karşılaştık. (Kadere bak ki, ne hikmetse tanıştıktan sonraki beş yıl boyunca kendisiyle bir kere, o da buluştuğumuzun haftasında rastlaşmıştık.) Yanındaki ev arkadaşına beni, “işte Mehmet bu” diye tanıştırmıştı. Madara halimi demek ismini cismini unuttuğum bu kız da biliyordu. İnsan bir kere düşmeyegörsün… Sonra birkaç kez aradım, o hiç aramadı, benimle de bir daha buluşmadı, onu sıkboğaz ettiğimden yakındı konuşmamızın sonuncusunda. Sonra telefonlarıma da geri dönmemeye, arayınca açmamaya başladı. İzmir’de bir vapurda başlayan başbaşa muhabbetimiz de İstanbul’da bir vapurda işte böyle son buldu anlayacağınız…

Eski defterleri karıştırmanın nereden çıktığını merak edeniniz varsa - Before Sunrise ve Before Sunset’i izlememi, İstanbul’daki buluşmamızda bana Nihan tavsiye etmişti.

Hiç yorum yok: