"1984 senesinin Eylül
ayında, üzerimde yeni alındığı için iyice sert olup bedenime oturmayan kot
pantalonum, Converse taklidi bez pabuçlarım ve annemin ördüğü kırmızı kazak
olmak üzere kendimi Boğaziçi Üniversitesi’nin göbeğinde bulmuştum.
Kayıt günüydü. Ortalık cıvıl cıvıldı. Herkes birbirini
tanıyor gibi görünüyordu. İnsanların yürüyüşlerinde bile bir hafiflik vardı sanki.
Bundan çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Kıyafetleri de bu rahatlığın ifadesi
gibi görünmüştü bana. Rengarenk etekler, gümüş takılar, aldırışsız bir şekilde
omuzlara atılmış eşarplar gırla gidiyordu. Halka küpeler takmış ve dalgalı
saçlarını köpek başı modeli kestirmiş bir kıza Kırmızı Salon’un nerede olduğunu
sordum. Yan yana sıralanmış binalar arasında belirsiz bir yeri işaret etti.
Meydanı boydan boya geçerken, sağlı sollu dizilmiş sohbet eden öğrencilerin
bana bakıp gülüştükleri hissine kapıldım. Herkes pek güzel pek alımlıydı.
Hepsi, o zaman “Orta Saha” dediğimiz o meydanda doğmuş gibi görünüyordu. Oysa
benim hafifçe yamuk kesilmiş kahküllerim bile kale arkasından bir yerlerden
geldiğimi söylüyordu.
Sonra kayıt bitti, okul başladı. Bütün bir hafta boyunca, hiç
tanımadığım insanlarla aynı odada uyudum, sağını solunu bilmediğim bir binada
derslere girdim, başka kızlarla beraber tedirgin bir şekilde banyo sırasında
bekledim, hangar gibi bir yerde birbirine çarpılan metal tepsilerin gürültüsü
içinde tadı bir şeye benzemeyen yemekler yedim.
Ama okulun ilk haftasında bana en çok koyan şey, annemin
ördüğü o kırmızı kazakla ortalıkta dolaşıyor olmaktı. Kimse el örgüsü kazak
giymiyordu. Ayrıca benimki o kadar parlak bir kırmızıydı ki, yolda bağırarak
yürüsem ancak bu kadar dikkat çekebilirdim.
Bir hafta süren vicdan muhasebesinin sonunda, kırmızı kazağı
katlayıp bavula yerleştirdim. Annem onu çok uğraşarak örmüş, hatta ben
seviyorum diye saç örgüsü motifi bile koymuştu. Fakat ben de çok zor
durumdaydım. Ortalıkta bayrak gibi dolaşmaya daha fazla dayanamayacaktım.
Sömestre tatilinde eve döndüğümde, annem yurtta üşüyüp üşümediğimi sordu. Ona
kazağımı giydiğimi söyledim. Sesim hiç titremedi. Kendim bile şaşırdım buna.
O kazak hala duruyor. Charles Bovary tecrübemin somut bir
kanıtı olarak. Fakat biliyorum ki sadece bu değil, başka şeyler için de
tutuyorum onu. Çocukluğun taşrasını geride bıraktığım günleri hatırlattığı için
mesela.
Ya da her ayrılığın aslında bir ihanet olduğunu öğrettiği
için.”
Meltem Gürle, Kırmızı Kazak, Birgün,
14.11.2011
İyi yazıyı
kötüsünden nasıl ayırt edersiniz? Düşünmediğinizi düşündürtmeli bence. Daha
önce baktığınız bir şeye başka bir perspektif açmalı, Borges Dostoyevski için
boşuna “onu okumaya başlamak denizi ilk kez görmeye benzer” dememiş. Dostoyevski’nin
sizdeki ilk etkisi, ahlak anlayışınızı sorgulamanıza vesile olmaktır, Suç ve
Ceza’yı okuduğunuzda, seküler bir ahlak olabilir mi, ahlak kişinin içinde
bulunduğu duruma göre çeşitlenebilir mi gibi sorular sizin peşinize takılmıştır
bile. Artık denizi görmüşsünüzdür, kaldırma kuvvetini inkar edemezsiniz. Bir de
anlatılan kendi başınızdan geçen bir hikayeyle kesişiyorsa, hayranlıkla karışık
bir öfke bile duyabilirsiniz yazara. Sanki yazarak kendi hayal dünyasını kayda
geçmiş değil, sizin bir sırrınızı faş etmiştir. Faş ederek helalleştiğiniz
geçmişinizin bir parçasını daha iyi, daha başka anlatmıştır. Meltem hocamızın
yukarıdaki yazısının bende hissettirdiği tam olarak buydu işte. Defaaten
teşebbüs edip, bu kadar açık anlatmaya yaklaşamadığım duyguları yarım sayfada
anlatmış, beni kurtarmıştı adeta. Sanki 1984 gününde o meydanda o kırmızı kazakla
dolaşan Meltem Hoca değil bendim, o yağmurlu 2002 ağustos günü ise bir dejavu
yaşamıştım. Taşralı dejavusu da bu kadar olur afedersin
Tabi o dejavunun
sonrası var. Dokuz sene İstanbul’da yaşadıklarım. Yazdıklarım, yazacaklarım,
hiçbir zaman yazmayacaklarım. Hikayenin ikinci kısmı. Yine yukarıdaki hikaye
gibi, benim çocukluğumu “offf” dedirtecek kadar iyi betimlemiş bir filmden,
Dedemin İnsanları’ndan çıktıktan sonra cumartesi günü, ömrü hayatımda
gitmediğim, sevmediğim Nişantaşı’nda adeta bir mezunlar gününü, Boğaziçili
geçidini masanın tam ortasından temaşa eylerken ben, arada öyle dalıp gittim. O
dalgınlıklarımın birinde gördüm onu, pek değişmemiş. Ben, kulağıma üflendiği
halde gelmez diye düşünmüştüm, görmemeye alıştırmıştım kendimi, gelince biraz
afalladım, ama o hepten şaşkındı normal olarak. Üç senelik tanışıklığın, onca
dışarı çıkmaların, mailleşmelerin, arkadaş grubuyla seyahate çıkmaların hatrını
da öğrenmiş olduk: Bir senedir görüşmediği bana bir metreden fazla
yaklaşmadığı, tokalaşmak için bile hiçbir hamle yapmadığı, üçerden altı saniye
süren birbirimizin dudaklarını okumak suretiyle anlaştığımız bir hoşbeş.
Şirketten uzaktan selamlaştığım, adını bile ilk anda anımsayamadığım bir
çocuğun bile beni görünce şaşkınlıktan kapıya çarptığı ve masada ilk benim
elimi sıktığı bir gecede hem de. O dokuz sene için, manidar bir özetti
haftasonu doğrusu. Anlattığım anektodla, cuma günü abimle dertleşmemle,
cumartesi bütün gün soğukta arkadaşlarımla dışarıda sürtmemle, pazar günü tek
başıma, Nişantaşında güzel bir lokantada yemek yiyip havaalanına erken gitmemek,
seyahati (hikayeyi) bitirmeye direnmemle…
Gün oldu, devran
döndü. Üçüncü hikayemize geldik. On beş yaşımdan beri, dört senede bir
düzenimin ve çevremin değişmesi dördüncü kere tekrarlandı. Ben taşrama geri
döndüm. Ailemi, arkadaşlarımı, kendimi şaşırtarak. Buraları ne kadar çabuk
unuttuğuma hayret ettim, insan unutmak isteyince bazen unutabiliyor herhalde.
Buranın geri kalmışlığı, buradan İstanbul’da olduğundan daha net görünüyor,
emin olabilirsiniz. Yalnız bir zamanlar yaşadığı eve geri dönmenin bir
tesellisi de yok değil: Hayatı boyunca aynı apartmanda oturup yazılarını oradan
kaleme almakla övünen Orhan Pamuk gibi, ben de bundan on iki sene önce lise
dergisine harbiden beş para etmez yazılar yazmaya çalışırkenki masada yazıyorum
bu yazıyı. (Al sana bir dejavu daha. Taşralı dejavusu bu kadar olur afedersin,
anlatırken bile dejavu.) Daha ziyade okumak saikiyle çizdiğim bir büyük daireyi
kapatıyorum bu vesileyle. Belki diye dua ediyorum, o çizdiğim bir daire değil
de, genişleyen bir helezon olur, başka yerlere (adını koyalım, evet İstanbul’a)
kapağı atarım. Buraya bir kere daha ihanet ederim.
2 yorum:
catalcadan kirklareliye tasinmamiz, 10 yasindayim, anadolu lisesi sinavlarina hazirlaniyorum, hayat zordu.
liseyi bitirince kirklareliden istanbula tasinmam, tipki seninki gibi 9 yillik bir istanbul macerasi.
istanbuldan amsterdama gelis benim icin de ucuncu.
bir sonrakinde ben de koyume donmek istiyorum.
yine senin gibi ailemi arkadaslarimi kendimi bile sasirtarak
tipki 17 sene once babamin 20 yillik istanbul macerasini bitirip ailesini pilisini pirtisini toplayip memleketine dondugu gibi.
bilmiyorum, bildiğim daha hikayemin bitmediği. en azından öyle hissediyorum.
Yorum Gönder