Rüya, Nişanyan’a
göre arapça “rey”den geliyor. http://nisanyansozluk.com/?k=r%C3%BCya)
Rey, görüş, kanı demek. Rüyayı da bu bağlamda “görme, hayal” olarak
çevirebiliriz, bundan zaten, Nolan’ın Inception’ı vesilesiyle daha önce
bahsetmiştim. Bahsetmediğim, Sünni İslam teolojisinin, (tersten okunuşla dogmasının)
zannımca bir numaralı mimarı Gazali’nin yorumu. “Nasıl ki”, der, “insan
rüyadayken başka bir alemde olmasına rağmen, uyanana kadar ‘gördüğü’ alemi gerçek zanneder, işte günlük hayatımız
da bu çeşit bir rüya olabilir. Belki biz bir rüyada yaşıyoruz, ve hiç uyandırılmıyoruz.
Ta ki ölene kadar.” (Bana Freud demeyin, sevmem, seveni de sevmem.)
Bazı rüyalardan
uyandırılmazsınız, bazılarındansa uyanmak istemezsiniz. Bulunduğunuz ortam o
kadar gerçek, başınıza gelenlerse bir o kadar olanaksızdır. Benim bu sabahki
rüyam gibi. Sabahın kör karanlığında rüyamı çok net hatırlıyordum, uzun kış
gecesinin karanlığında hatırladıklarımsa daha flu: Yine her zamanki kalabalık
toplaşmalarımızdan dağılıyoruz, en son benle Yaprak kalmışız, bir arabadayız, o
kullanıyor arabayı. (Gerçekte o da araba kullanmaz.) Yaprak “ya aslında
sinemaya gitsek olur ama geç olmuş napsak ki”, falan diyor bana. O diyor! Eski
zamanlardaki gibi. O son bir bir buçuk senedeki buğz yaşanmamış gibi. Gidiyoruz
bir tatlı yiyoruz benim teklifimle. Alelade bir gün işte. Sonrasını
hatırlamıyorum, uyandım sanırım. Erken uyanıyorum da biraz, üzerinize afiyet.
Romantik şeyi bozduk sanırım, kusura kalmayın. Mevcut blog akımlarından
gerçekçiliği temsil ediyorum.
O rüyanın
gerçeğin hepsi değil ama bir parçası olduğu zamanlar da vardı. Hani Al Pacino “there
were times I could see you know” der ya Scent of a Woman’daki tiradında, öyle.
O günlerin birinde, İstanbul’un en sevdiğim muhitinde, Beylerbeyi’nde, bir balıkçıya
gittik. Mekanı ben seçmiştim ve daha önce gitmemiştim. Boğazın bir sokak
paralelinde, yaşlı bir incir ağacının altında, saatlerce oturduk. Ben, o, bir
de yakın bir arkadaşım, adı Attila olsun. Oturduk ve üşüdük. Üşüdük ve
konuştuk. Durmadan. Muhabbet ilerledi, ilişkilere geldi. Benim olduğum masada
muhabbet aslında o kadar ilerlemez ama, İstanbul’un, mekanın ve rakının etkisi
diyelim. Biraz Attila’yla paslaştık konuşurken, yaparız arada, eski
arkadaşınızla hızlıca geçtiğiniz ve çevrenizin dahil olamadığı, zorlukla takip
ettiği bir frekans vardır ya, Xavi’yle İniesta’nın pas bağlantısı gibi bir şey,
hemen yakaladık onu. Sistematiğimiz ve teorimiz çok başarılıydı aslında, birçok
konuda da hemfikirdik. Yaprak da şaşırdı garibim, bir bana bakıyor, bir Attila’ya.
“İyi de” dedi, “bu kadar düşünürseniz olmaz ki, kafayı yersiniz.” “Ne sandın Yapraam?”
diyemedim. Sadece onaylar bir bakış attım.
Bu kız hakkında artık
pornografik yaftasını kolayca yapıştırabileceğimiz teşhir seviyesine gelmiş ve
hepsinde ona farklı müstear isimler taktığım onca yazı, çok yakın bir iki
arkadaşıma bahsettiğim onca anı, üzerine kafa yorduğum bunca vakit olmasına
rağmen, bütün o bir –iki senenin, gerçekliği tartışmalı flu bir rüya haline
gelmiş olmasını, hala hazmedemiyorum. Ondan gelecek bir haberi, mesajı veya
telefonu bekliyorum. Veya bu rüyadan uyandırılmayı. Bu uyku, bende sersemlik
yaptı çünkü.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder