1 Ocak 2012

Kimisi İçin

Yeni yıl yazısı yazmamak için uzun süre direndim, illa ki geçen yeni yılda ne yaptığımdan bahsetmem gerekecek. Akşam piyade istihkakında kuruyemiş verileceğini söyleyen kantinciye, “ya abi bizi yeme şimdi” diye sitem etmemden, sonra bu müjdenin gerçek çıkmasından,  akşam sekiz buçukta arkadaşın gelip koğuşun ortasına bir koli kolayı fırlatınca çocuklar gibi sevinmemizden bahsetmem gerekecek. (Tüm acemiliğimiz boyunca içtiğimiz tek soğuk meşrubattı o. Düzenli olarak malzeme gelmezdi bizim kantine.)  Akşam dokuz buçukta tüm koğuş uyumamızdan, uyandığımızda etrafın bembeyaza kesilmiş olmasından, o karın Kars’a geldiğimizden beri düşen ilk kar olmasından da söz etmem icap edecek. Şahnalar Köyü değil, New York mübarek… Böylece askerlikle ilgili yazmayacağım, konuşmayacağım dememden sonra yazacağım dördüncü yazımı yazmış olacağım. Olmasın diye direndim.

2011, benim için de çok kötü bir yıldı. Bir insanın sağlık problemi yaşamadığı, hiçbir sevdiğini kaybetmediği bir yıl ne kadar kötü olabilir sorusunun cevabıydı sanki. Neden olduğundan bahsetmem gerekecek. Aynı hikayeler, başka anılar, cevapsız sorular, karşılıksız duygular, başkalarının ergen sorunları diye dalga geçmeyi, at oynatmayı sevdiği bahisler. Bunu da geçiniz bir kalemde, şairin deyimiyle.

Bunları dedim yazacağıma, hiç yazmam daha iyi, bloga yazmadığım diğer bir sürü konu gibi. Engin Ardıç’ın klasikleşmiş depresif yılbaşı yazılarının 2012 için olanını okumasaydım yazmayacaktım da zaten…

Özledim
Sıkıldım... Hiçkimsenin içmeyeceği içkilerin ve hiçkimsenin yemeyeceği yemeklerin tariflerinden, Noel ile yılbaşını ayırt edemeyen geyiklerin Noel Baba geyiklerinden,"çam ağaçları kesiliyor" sızlanmasından vazgeçmeyen entel mızmızlığından, "milli piyango size de çıkabilir" basitliğinden, "sarhoşum gel servisi" zevzekliğinden, "herkese sevgi, dünyaya barış" saftirikliğinden sıkıldım...
Yılın olayından, yılın fotoğrafından, yılın erkeğinden yılın kadınından, yılın bilmemnesinden, burcunuz ne diyor zırvasından, "karşı cinsten bir sarışın size ilgi gösteriyorşeklinde enayi tuzaklarından, Eurovision, Oscar, lig şampiyonluğu teranelerinden, akşamdan kalmalığın dayanılmaz biteviyeliğinden, ziyan olmasın diye yeni yılın ilk üç günü bayat yemeğe talim etmenin kaderinden, tombaladan, birinci çinkodan, ikinci çinkodan sıkıldım...
Televizyonun varoş eğlencelerinden, geceyarısı dansözünden, on dokuz sekiz yedi altı beş dört üç iki bir geri sayımlardan, uyku akan gözlerle sevinir gibi yapmaktan, sabahlama zorunluluğundan sıkıldım. İnsanlara bugün ille Talcid ya da Kompensan tavsiye etmekten de (bu sene hayatınızda bir değişiklik yapın, Rennie kullanın!)
Belki günler uzamıştır umuduyla bekleyip gene erkenden hava kararınca hafif tertip bozulmanın her sene yinelenen iç burukluğundan da... İşin kötüsü, her sene dön dolaş bunları yazmaktan da. Ne de olsa yaş altmış.
İsmet Paşa, kendisini devirmek üzere toplanan Ecevit ile onu destekleyen Mülkiye cuntasına, "sizin için istikbal olan şeyler benim için mazidirdemişti.
Sizin için yeni bir yıl demek, bizim için ölüme bir adım daha yaklaşmak demek.
(Hemen belirteyim, "yok canım, daha dur bakalım" geyiğinden de sıkıldım, lütfen bana söylemeyiniz, daha saf tanıdıklarınıza saklayınız.)
Ama bazı şeyleri özledim... Hayır, tramvay biletinin on kuruş olduğu günleri değil. Artık var olmayan koşulları değil, kişileri özledim. Bir ciğerinin alınmasından sonra hırıltılı sesiyle Kemal Tahir'in öfkelerini ve bana çıkışmasını özledim... Haldun Taner'in, kaldırımdan geçerken, Divan Pastanesi'nden bana seslenip çağırmasını özledim. Demirtaş Ceyhun'un saf, temiz, çocuk kahkahalarını özledim. Oğuz Atay'ın genizden gelen kısık sesini özledim.
Edip Cansever'in Arnavutköy'de Kaptan Meyhanesi'nde kafayı bulup denize tabak çanak ve de çatal bıçak atmasını, garson Rafet'in de büyük bir titizlikle bunları hesaba eklemesini özledim. İsmet Ay'ın böbrek taşı düşürüp iç çamaşırında kan lekesi görünce, Ertuğrul'un Papirüs Bar'ına "çatlayın da patlayın, regl bile oldum sonunda" diye kahkahalar atarak girmesini özledim. Attila İlhan'la Maçka'dan Elmadağ'a kadar yürümeyi özledim. "1944 yılında şurada Altınbakkal tramvay durağı vardı" diye anlatırdı, şaşardım...
Hilmi Yavuz'un beni dumanlı kafayla Bebek'ten Beşiktaş'a kadar zorla yürütmesini özledim. İdman oluyormuş. Yaman Okay'ı, Yavuzer Çetinkaya'yı, Tuğrul Şavkay'ı özledim, tıpkı Rutkay Aziz'i, Cezmi Baskın'ı özlediğim gibi. Kimisi ölü, kimisi benim için ölü. Gençliğimin insanlarını özledim, o gençlik epey zor geçmiş olsa bile. Siz bana aldırmayınız, iyi seneler efendim...

Eskiden öyleymiş, anlatanların yalancısıyım. Egosu yüksek yazarlar ve müritleri varmış. (Sadık okuyucuları için Engin Ardıç’ın Kemal Tahir’in ve Oğuz Atay’ın bir müridi olduğunu çıkarsamak zor değil.) Ben, bunu çoook ucundan yakaladım. Yurtta kaldığımda Fethullahçı çocukların bahsinden kulak misafiri olmuştum, Hilmi Yavuz, bizim okulda cumartesileri felsefe dersi veriyordu. Zaman yazarı, Boğaziçi’nde, felsefe anlatıyor. Gittim. (Audit etmek denir Boğaziçi jargonunda, dışarıdan yancı yazılırsınız derse, kaparsınız bir sandalye, dersin hayaletisinizdir, kayıtlı değilsinizdir, sadece dinlersiniz). Hilmi Yavuz’u orada tanıdım, çok yaşlı bir adam, hatrı sayılır bir cemaatçi nüfusunun da bulunduğu amfide, hayatımda hiç duymadığım şeylerden bahsediyordu. Birtakım isimler havada uçuşuyordu, -adı geçenlerin hepsinin şeyh olmalarından mütevellit, uçmaları normaldi de, ne de olsa, şeyh uçmaz, mürit uçurur!- Gazali, Mutezile, Eşari, İbn-i Arabi, sonra oryantalistler, Renan, Hobsbawm, onların tekerine çomak sokanlar, E. Said, Namık Kemal vs. vs. Bu adamların derdinin ne olduğunu dili döndüğünce anlatmaya çalışıyordu Hilmi Yavuz, İslam dogmasının esasları nedir, nasıl bir çatışma sonucu kurulmuştur, ondan bahsediyordu. (Ki buna İslam ilminde, kelam denir.) Çok basitçe söylemek gerekirse, vahdeti vurgulayan Gazali’nin, ve takipçisi Eşari’nin argümanları zaman içinde, sorgulamacı, insan özgürlüğüne önem veren Mutezile akımına galip gelmişti İslam’da. Bu Sünni İslam’ın bir süreliğine en kuvvetli temsilcisi Osmanlı ideolojisi için de bulunmaz bir nimetti. Çünkü tek bir Allah’ın gücünü vurgulamak, onun yeryüzündeki temsilcisinin de gücünü vurgulamak oluyordu, bir sorumda bu yorumumu kabul etmişti Hilmi Yavuz. Tabi bütün bunlar benim ilgimi feci cezbediyordu, dogma diye küçümsenen, birilerinin tartışılmasını yobazlık bileceği teferruatlara bir başkalarının ömürlerini vakfettiğini bu sayede fark ediyordum.

Neyse, bunlar konumuz dışında aslında, Hilmi Yavuz’u ben bu vesileyle tanıdım. Tanır tanımaz fark ettim ki, cemaatten bir halka oluşturmuştu etrafına. Said-i Nursi’ye (ve dolayısıyla Fethullah Gülen’e) intisap etmişti sanki, bendeki intibaı oydu. Eski dostlarını bir kalemde çizip atmış gibiydi, mesela, yine tahminim bir zamanlar müridi olduğu Attila İlhan için, çok ağır bir yazı kaleme aldı, öldükten sonra. İlk eserlerinde öve öve bitiremediği Orhan Pamuk’a da seneler sonra açıktan cephe aldı. Biraz acıdım. Çünkü şairliğine aklım ermez, ama iyi bir yazar, çok iyi bir entellektüeldi Hilmi Yavuz. Kıymetinin bilinmemesinin hüznü var gibiydi üzerinde. Belki de o değeri kendisine cemaat vermiş, o da cemaate olan minnet borcunu ödüyordu. Bilemem, günahına girmek de istemem. Geçen yıl İstanbul’un en havalı otellerinin birinde, davetli olduğum bir kahvaltıda yan masada gördüm kendisini. Dayanamadım yanına gidip, halini hatrını sordum, doğal olarak tanımadığı halde nezaketle mukabele etti.

Ne yapacağımı bilmediğim bir yeni yıl ilk gününde eski defterleri açtıran da Hilmi Yavuz’la benzer bir hayat eğrisini takip ettiğini düşündüğüm Engin Ardıç oldu. Kendisinin son bir senedir iyice şirazesinden çıkmış yazılarına bu sebepten kızmıyorum. Benim için özeldi bu adamlar bir zamanlar. Keşke Engin Ardıç da bu kadar kabiliyetliyken, başka başka yazılar yazsaydı diyorum sadece. Bu kadar öfkeli ve geçmişine hınç dolu olmasaydı.

Diyorum ama kendim için aynısını yapamıyorum.“Kimisi ölü, kimisi benim için ölü.”  demiş Engin Ardıç. Allah’ıma bu yaşıma kadar hiçbir arkadaşımın acısını göstermediği için şükrediyorum. Ama doğrudur, kimisi artık benim için de ölü. Kalan kimi sağlara iyi 2012’ler olsun.

Hiç yorum yok: