18 Ocak 2012

Belki Bir Gün

O günü hatırlıyorum. Notlarımın açıklandığı gündü. 2007 senesi olduğuna göre sondan bir önceki dönemim okuldaki. Cuma öğlen üç gibi abimin kira evine geldim uyumaya, akşam dışarı çıkacaktım kafa dağıtmaya, senede iki kere yaptığım şeyi yapıp Deniz’le Taksim’de bara gidecektik. Eve girince bir alışkanlıkla ve bütün bitkinliğimle televizyonu açtım. CNN Türk’te eşşek kadar puntolarla Hrant’ın vurulduğu yazılıyordu. Pardon vurulduğu değil, öldürüldüğü.

Belki ölmemiştir diyordum içimden, hani o meşhur inkar aşaması vardır ya gerçekle karşılaştığınızda, o refleksle. Ama ölmüştü. Hrant’ı bir kere Boğaziçi’nde görmüştüm, Edhem Eldem’in yönettiği ifade özgürlüğüyle ilgili bir panelde konuşmuştu. Tanımıyordum yani aslında. Ama çok etkilenmiştim ölümünden. Bir kere yabancıydı. Bu toprakların en kadim geleneği gayrimüslime dokunmamaktı Osmanlı zamanında, demek bunu bile kaybetmiştik. Ben ne kadar saf bir insanım, AB yasaları, yeni dönem falan, artık bir daha hiç faili meçhuller olmayacak zannediyordum. 90lar geride kaldı sanıyordum. Meğer bu ülkede hiçbir şey hakikaten değişmezmiş, Hrant’ın delik ayakkabısıyla yüzükoyun uzandığı kaldırımın bir sokak paralelinde, bir başka gazeteci Abdi İpekçi otuz sene önce bir başka 17 yaşındaki milliyetçi çocuk tarafından öldürülmüştü. Gazeteci olduğu için. Solcu olduğu için. Yok, aslında bunların hiçbiri için değil. Bazılarınız bilmeyebilir, ama öldürenler biliyordu: Yahudi dönmesi, çok satan kitabın günlük hayatınıza soktuğu terimle Sabetayist olduğu için. Eksik olmasın devlet o zaman da hiçbir şey değişmediğini göstermişti, kararın ilk açıklandığı bugün de bu kararını onadı. 


Ölümün üstüne ilk resmi açıklamayı dışişleri bakanlığı yaptı, nefretle kınıyordu. Yapılabilecek en sert diplomatik açıklama, yurtdışından gelecek tepkiler gözönüne alınarak, kabinenin en ılımlı, dışadönük bakanı Abdullah Gül’den… Ne kadar kof bir açıklama… Sonra cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de benzer bir açıklama yaptı. Bense ilk babamı aradım. "Hrant’ı vurmuşlar" dedim. "Hadi ya" dedi, benim ne kadar üzüldüğümü anladığını hissettim ama fazla reaksiyon vermedi. Kapattım. Deniz’i aradım. Onunla geçen diyaloğu hatırlamıyorum… Televizyonlar döne dolaşa Hrant’ın “Ruh halimin güvercin tedirginliği” adlı yazısını, son yazısını yayımlıyordu. Hrant’ın son yazısının, son paragrafını okudukça ben de kahroluyordum. “Muhtemelen 2007 benim açımdan daha da zor bir yıl olacak. Yargılanmalar sürecek, yeniler başlayacak. Kimbilir daha ne gibi haksızlıklarla karşı karşıya kalacağım? Ama tüm bunlar olurken şu gerçeği de tek güvencem sayacağım. Evet kendimi bir güvercinin ruh tedirginliği içinde görebilirim, ama biliyorum ki bu ülkede insanlar güvercinlere dokunmaz. Güvercinler kentin ta içlerinde, insan kalabalıklarında dahi yaşamlarını sürdürürler. Evet biraz ürkekçe ama bir o kadar da özgürce.”

Akşam Deniz’le buluştum, Taksim’e gitmeyi istemediğimi söyledim, ama eve de girmek istemiyordum. Zağar gibi dolaştık. Okan’a gittik, onun da evine ilk gidişimdi. Kürşat Bumin NTV’de çok akıcı ve etkileyici bir konuşmayla çok ağır hakaretler ediyordu önüne gelene. (Kürşat Bumin’i o gün bugün severim.) Çıktık. Bayram’a gittik. Deniz’in çok yakın arkadaşından, benim çok kadim, çok yakın arkadaşıma. Hani eskiden çok sık gördüğünüz, ama şartların değişmesiyle o kadar görüşemediğiniz ama hukukunuzdan hiçbir şey kaybetmediğiniz adamlar vardır, sizin için her şeyi yapacağınızdan eminsinizdir. Sizin yoksa bilmiyorum, neyse ki benim için Bayram var. Gittik biraz, orada lafladık, sakinleştim biraz. Oradan da çıktık Deniz’le Nispetiye’de yürüyoruz. Bolulu Hasan Usta’ya oturduk, tatlı bir şeyler yedik kalktık, polis çevirdi. GBT sordu. Bize. Napıyorduk Hrant’ın vurulduğu günün gecesi? Türkiye teyakkuzda katilleri arıyordu. (Mesela İzmir’deki berberim, eski ülkücü tüm arkadaşlarının sorgulandığını, dükkanının karşısında iki hafta boyunca bir simitçinin dolandığını söyleyecekti) Veya biz ona inanmak istiyorduk. Abime döndüm akşam yatmaya. Sabah Ogün Samast teşhis edilmişti. Polis büyük bir risk almış ve resimleri basına dağıtmıştı. Ben çocuğun vurulacağını düşünüyordum ama, babası oğlunu ihbar etti. Polisin kumarı tutmuştu. Abim bana yakalanmadan önce, “ya katili bulurlar, katili bulmak ne ki” demişti. “Mehmet Ali Ağca mesela, kim ki?” Onun bile ilk etapta gördüğü bu gerçeği görmem için beş sene geçmesi gerekmiş.

Ertesi gün babam aradı, yalvar yakar benim cenazeye gitmememi istedi. Bir provokasyon olabileceğinden endişe ediyordu. 77 1 Mayıs’ını kast ediyor olmalıydı. Ağzımdan bir söz aldı. Gitmedim. Deniz gitti. Hayatımda utandığım şeylerden birisi de, o törene katılamamış olmaktır. (Bir sene sonra, Agos’un önünde o kalabalıkla Hrant’ın anmasına gittim, ama geçen senenin vicdan azabı ve törenin anmadan çok bir eyleme konu olması yüzünden çok durmadan ayrıldım. Ölümüzü anmayı bile beceremiyorduk, hala beceremiyoruz) Sonra çok ilginç bir şey oldu. Anamuhalefet partisi, Atatürk’ün partisinin başkanı olacak Deniz Baykal, kalkıp törende atılan “Hepimiz Hrant’ız, Hepimiz Ermeni’yiz” sloganını eleştiren bir konuşma yaptı. Yaşlılık ne zor diye düşünmüştüm. Etrafımdakilerin ekseriyetinin de böyle düşündüğünü görünce, hayrete düştüm. Mesela abim bile, "şehitler için de inşallah büyük kalabalıklar yürür" dedi. Sanki yürüyeni tutan varmış gibi… Abime dair büyük hayalkırıklıklarımdandır… Neyse. Bazı gerizekalılar “hepimiz Mehmet’iz” diye karşı slogan bile geliştirmişti. Onlar değil, bendim Mehmet olan. Babam dedemin adını vermiş. Ben seçmedim. Tıpkı Ermeni olanların Ermeniliği seçmediği gibi. Ama hepimiz Mehmet’im demekle Mehmet olunmadığı gibi, tabi ki Ermeni’yim demekle de Ermeni olunmuyordu. Orada söylenmek istenen, “senin acını anlıyorum, seni kendimin yerine koyuyorum, senin başına geleni kendi başıma gelmiş addediyorum” demekti. Peki bu slogan bu açıklamaya muhtaç mıydı? Bu ülkenin o zaman için kayıtlı beş seçmeninden birini almış partinin kırk senedir siyasetin içinde olan genel başkanının kafası buna basmıyor olabilir miydi? Hadi onu geçtim, etrafımda okumuş etmiş onca adam? Bu soruları kendime hala soruyorum. (Deniz Baykal, taziye ziyaretine neyse ki, haftalar sonra gitti. Beklemiyordum. Mesela Ahmet Necdet Sezer, buna gerek duymamıştı. Bu kadarcık bir ziyarete bile tenezzül etmemişti. Tıpkı Orhan Pamuk Nobel aldığında, bir cümlelik bir tebriki ondan esirgemesi gibi. Aynı tebriki Deniz Baykal da esirgedi, bunlar kayda bir de burada geçsin)

O zamanki AKP, kilisedeki törene Başbakan seviyesinde katılmıştı. Taziye evine de o gün gittiler, hatta eve girerken o zamanki İçişleri Bakanı M.Ali Şahin’in alkışlandığını hatırlıyorum. Şu an, öyle bir teveccüh görmeleri imkansız… Zaten ailenin şimdiki şaşkınlığı en çok buna diye düşünüyorum. Hrant’ın kardeşi Asrof Dink’in bundan birkaç sene önce Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün talebiyle cumhurbaşkanlığında bir görüşme yaptığını da hatırlıyorum. Fehriye Çetin “Bu devletin katil, halkını bombalayan, imhacı, suikastçı, kundakçı gibi sıfatlarla yan yana anılmasından çok rahatsız olanlar devleti bundan arındırmak için hiçbir çaba sarf etmediler.” derken belki bu hayal kırıklığını ifade ediyordu.

O zamanki gazeteler içinde görebildiğim kadarıyla haberi en adamakıllı veren, İsmet Berkan’ın Radikal’iydi. “Eserinle gurur duy Türkiye” diyordu başlıkta. Türkiye’nin bir kısmının bu eserle gurur duyduğunu, ekseriyetininse bu cinayetin abartıldığı kanaati taşıdığını hissedecek kadar bu ülkede yaşadım ben. İsmet Berkan “Hrant’ı hep beraber öldürdük" diyordu. "Ermeni olduğu için.” (İki cümleye de kesinkes katılıyorum, yakında bu minvalde bir yazı daha yazacaktır zaten, orada kendisi daha iyi ifade eder muhtemelen.)

Tabi sonra olayın perde arkasını öğrenmeye başladık. Soruşturma benzer konudaki tüm soruşturmalardan farklı başlamıştı. Devlet, tetikçiyle birlikte, onu azmettireni ve de onunla irtibata geçen Jandarma muhbirini de buldu. (Abdi İpekçi’de mesela, M. Ali Ağca’nın yukarısına çıkamamıştı, Dink davasındaysa, iki basamak yukarı çıktı) Derken tuhaf şeyler olmaya başladı. Bıyıklarıyla ünlü dönemin İstanbul Emniyet Müdürü, olay için “milliyetçi duygularla işlenmiş bir cinayet, örgüt işi değil” dedi. (Keza mahkeme de aynı hükmü verdi. Yalnız Celalettin Cerrah, hükmünü mahkemeden beş sene önce, olayın ikinci gününde vermişti. Böyle devlet adamı kolay kolay bulunmaz. Hal böyleyken ben mi olacam Osmaniye Valisi, tabi o olacak) Hrant’ın vurulacağından bir biz garibanların, bir de Hrant’ın haberi yoktu. Bir polisin, başka bir polise, “bunu sizin adamlarınız mı yaptı” diye sorduğu, öbürünün “yok bizimkiler değil, aslında planlandığı gibi olmuş, tek fark bizimki kaçmayacaktı, bu kaçmış” diye mukabele ettiği telefon dinlemelerine takıldı, bunlar basına yansıdı. Tiksindiniz di mi. Okuyun okuyun daha bitmedi. Kendi pisliğiniz, kendi pisliğimiz bunlar. Bütün bunlar olup biterken sesimizi yükselteceğimize FB küme düşsün mü düşmesin mi, hassiktir 19 Mayıs stad dışında kutlanacak, gitti güzelim rejim, Kıvanç’ın baklavası, Hürrem’in götü bunlarla uğraşıyorduk biz. Bize az bile bunlar. Askeri personelinin çokluğundan şikayet edilen ülkenin halihazırdaki asker kaçağı sayısı silah altındaki asker sayısından fazla. Allahtan asker milletiz yani yoksa beşle falan katlanacaktı herhalde. Her Türk Mehmet doğar. Her asker Türk Mehmet. Bizim ikiyüzlülüğümüz burdan değil köye Fizan’a yol olur. Balya balya adam tutuklanıyor aylardır KCK diye aslı astarı nedir bu işin diye soruyorsunuz ben mi görmüyorum? Ama onlar kara kafalı di mi, bizden değil onlar. Hem onlar da bizim askerlerimizi öldürdü. Onlar olmasın canım, destekçileri. İkiyüzlülük milli hasletimizdir, linçle birlikte.

Erkan Goloğlu, Hrant İçin isimli yazısında “Bir ülke, 53 yıl boyunca bir evladını yok etmeye çalışır mı? Önce yetimevine bırakır, baktı olmadı gözaltına alır, cezaevine atar, dava açar, adliyenin önünde tükrükletir, yumurta attırır, yumruklatır.” demişti. Ona reva görülen muamele buydu. Hala bu. Öldürdüğü Hrant’tan hıncını hala alamıyor devlet. Ama devletimiz yıpratmayalım, devletimiz payidar kalsın yeter ki. Devlete bir şey olmasın, geri kalanın ak ben.

Bugün bunu yazıyorum, belki yarın Cemil Çiçek’in açıklamaları okuyacaksınız. Cemil Çiçek var ya Cemil Çiçek O 301’in meşhur savunucusu, hani Boğaziçi’nde birkaç kendi halinde akademisyen topluluğu bir konferans düzenleyecek diye en pespaye 60lardan kalma "Boğaziçi’nde viski içenler" edebiyatı yapan her devrin büyük devlet adamı, kendisi malumunuz ustalık döneminde Meclis başkanlığına seçildi, hem de ittifakla. (Bu dönemde CHP’yle AKP’nin ittifak yaptığı iki şeyden biri kendisi, diğeri şike yasası.) Sükunet diyecek, yargıtay diyecek, adalete güvenin diyecek. Dalga geçer gibi.  Belki de açıklama yapmaz bilmiyorum. Çünkü yeni anayasa onun koordinasyonunda yürüyor, yasamanın başı kendisi olduğu için. İşi çok.

Mesela Emin Çölaşan ne yazacak bilmiyorum. Kendisinin daha önce Hrant için yazdıklarına bakabilirsiniz. Yine de zannetmiyorum, oh oldu demez herhalde. Oha falan oldum diyebilir. Yeni bir tarz deneyebilir.

Mesela Ertuğrul Özkök var ya, Hrant’ı hedef gösteren türkiyetürklerindirgaztesinin o zamanki patronu, o şimdi empati falan diyecek. Bir Kenan Evren yıkama yağlaması yapacak. Belki tornistan da yapabilir, belli olmaz. Ertuğrul Özkök bu. Fener yazısı da yazabilir mesela. Görüyorsunuz Türkiye’nin önemli ve her daim kaim figürlerinin çizeceği yollar belirsiz. Ama bizimki belli. En fazla, bir Gökhan Özgün yazısı daha okumak. (http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=216410) Bir de, hiçkimsenin okumadığı bloglara, eş dosttan başka kimsenin takip etmediği hesaplara sinirimizi boşaltıp, tuttuğumuz tarafın belli olmasıyla avunmak. Belki günlerden bir gün, bu ülke de başkası olarak gördüğüne tahammül eder, özeleştiriye açık, şeffaf ve adil olur. O günlerde Ogünler, bebekken katil olmaz belki diye.

Hiç yorum yok: