10 Şubat 2012

İyi ki Yazdım

Doğumgününe (sadece kendiminki değil, ne sandınız afedersiniz) atfettiğim önemi bana yakıştıramayanlara hak veriyorum, pek öyle özel günler haftalar kutlayacakmış imajı veren biri değilim, doğrudur. Ama o ritüeli severim, aramayı aranmayı, doğumgününü kutlamayı, yalan değil. Geçen sene doğumgünümde askerdeydim. Ağlak bir şeyler yazmaya müsait bir durum, ama herhalde tek benim başıma gelmemiştir bu ülkenin erkek evladına doğumgününde gece 1-3 nöbeti yazılması. Zaten askerde doğumgününüz de diğer herhangi bir günden farklı bir gün değildir. “Olsun” dedim, “seneye kutlarız.” Ama hayal kırıklığına uğramak kaderimiz diye bir insan evladı da -10 dereceye, Fransa’nın taşrasına sürülmez ki arkadaşım doğumgününde…

Yine de haksızlık yapamam- Erdal Bakkal gibi “isyeaaeaeaaan” deyip uzun ve çileli olması mukadder dönüş yolculuğunu 9 Şubat’a denk getirmem, benim inisiyatifimde oldu. Nerde akşam orda sabah diyerek, Blois’daki otel kapısından çıkıp İzmir’de evime girmem tamı tamına iki tren, iki uçak yolculuğu ve aradaki bilumum transferlerle on sekiz saat sürdü. “Yeni yaşına nasıl girersen öle gider yeaea ” diyenler lütfen yardım etsin, yeni yılım hangi senaryodaki gibi gerçekleşecek: Fransa’nın taşrasında tren beklerkenki kadar soğuk mu, St. Michel’de krepimi yerkenki kadar sefa pezevengi formatında mı, İstanbul’u Şeyh Galip’in deyimiyle karın ve karanlığın beraber yağdığı bir havada uğurlarkenki kadar melankolik mi? İstanbul demişken…

Askerliğimin bittiği gün (15 Mayıs 2011 ne bakımdan önemli bir gün…), Kars Havaalanı’na çıkışımı unutamıyorum. O uçak bileti aslında benim özgürlük biletimdi. Kısa ömrümde bir daha uğramayacağımdan emin olduğum Danimarka’nın taşrasını (Sonderborg), Londra’nın taşrasını (Dunton!) arkamda bıraktığım gibi, Şahnalar Köyü’nün, bağlı ilçesi Akyaka’nın, (hatta ili Kars'ın) arkamda kaldığı gün gelmişti. Askerlik ve İstanbul demişken…

O uçak beni İstanbul’a götüren aktarma uçağıydı. Ömrümün geri kalanını geçireceğime dair herhangi bir şüphemin olmadığı İstanbul’a. Meğersem İstanbul da, o uçak gibi hayatımda bir aktarma, bir ara durakmış, ben nereden bileyim… Neyse. İstanbul Atatürk Havaalanı’na indim. Starbucks’a gittim. İç hatlarda sağda, koridorun sonundaki. Yanımda bir devrem daha vardı, çocuğun adını unuttum bile, ona da bir kahve aldım… Allahım ne mutluluk insanın yeniden özgür olduğunu fark etmesi… ve ne kadar hoş insanın beş liralık kahveyle bunun farkında olabilmesi…

Lafı nereye getireceğimi anlamışsınızdır. Dün de İzmir uçağını beklerken, aynı yere gittim. Kendime bir ice chai tea latte aldım 9 Şubat’ın son saatlerinde. Tesadüf o ki iki masa yanımda da ne kadar güzel bir kız oturuyor böyle şimdi ben tarif de edemem… Sarışın uzun saçlı, yüzü falan çok güzel, yaşı küçük muhtemelen, üniversitede öğrenci. Neyse tabi bizde yanaşacak medeni cesaret zaten ne zaman oldu ki. Yorgunluktan kafamı o koltuğa yaslayıp gözümü kapattığımda askerlik anım çağrışım yaptı. Tüm o yorgunluğuma rağmen benzer bir huzur özgürlük hissi duydum, artık eve dönecek olmanın kafası mı ne kafasıysa…

Ama her zaman melankolik olmadı doğumgünümlerim, en bombasını anlatayım. 2009’du sanırım, abimle evde oturuyorum. Deniz ipnesi aradı. Boğaziçili yakın arkadaşlarımın hiçbirinin sesinin çıkmamasından kıllanmamış değildim (Bahadır askerdi sanırım), ama saat dokuz falan olunca ümidimi kestiğimi itiraf edeyim. Neyse aradı bu apartman kapısını açsana diyo. Ben o zamanlar abimle yaşadığım için çatkapı gelen olmazdı bizim eve, şaşırdık tabi, abime doğumgünümle ilgili olabileceğini söyledim. Bir on – on beş dakika geçti ama asansörle yukarı çıkan yok. Abim nerde kaldı bu çocuk falan diyo. Neyse asansör kapısı bir açıldı, ellerinde pastayla, bu kazma, Uğur bir de Sinan. İnanmayanlar için işte rüşvetin belgesi.


Düşünüyorum da, biraz uydur kaydır bir yazı oldu ama, bu sımsıcak fotoğrafı arayıp bulmak bile bana iyi geldi, sırf buna vesile olduğu için bile iyi ki yazdım.

1 yorum:

eyesman dedi ki...

Daha nice doğum günleri birlikte kutlanmaz mı sanırsın?