Yine de haksızlık yapamam-
Erdal Bakkal gibi “isyeaaeaeaaan” deyip uzun ve çileli olması mukadder dönüş
yolculuğunu 9 Şubat’a denk getirmem, benim inisiyatifimde oldu. Nerde akşam
orda sabah diyerek, Blois’daki otel kapısından çıkıp İzmir’de evime girmem tamı
tamına iki tren, iki uçak yolculuğu ve aradaki bilumum transferlerle on sekiz
saat sürdü. “Yeni yaşına nasıl girersen öle gider yeaea
” diyenler lütfen yardım
etsin, yeni yılım hangi senaryodaki gibi gerçekleşecek: Fransa’nın taşrasında
tren beklerkenki kadar soğuk mu, St. Michel’de krepimi yerkenki kadar sefa
pezevengi formatında mı, İstanbul’u Şeyh Galip’in deyimiyle karın ve karanlığın
beraber yağdığı bir havada uğurlarkenki kadar melankolik mi? İstanbul demişken…
Askerliğimin bittiği gün (15
Mayıs 2011 ne bakımdan önemli bir gün…), Kars Havaalanı’na çıkışımı
unutamıyorum. O uçak bileti aslında benim özgürlük biletimdi. Kısa ömrümde bir
daha uğramayacağımdan emin olduğum Danimarka’nın taşrasını (Sonderborg), Londra’nın
taşrasını (Dunton!) arkamda bıraktığım gibi, Şahnalar Köyü’nün, bağlı ilçesi
Akyaka’nın, (hatta ili Kars'ın) arkamda kaldığı gün gelmişti. Askerlik ve İstanbul
demişken…
O uçak beni İstanbul’a
götüren aktarma uçağıydı. Ömrümün geri kalanını geçireceğime dair herhangi bir
şüphemin olmadığı İstanbul’a. Meğersem İstanbul da, o uçak gibi hayatımda bir
aktarma, bir ara durakmış, ben nereden bileyim… Neyse. İstanbul Atatürk
Havaalanı’na indim. Starbucks’a gittim. İç hatlarda sağda, koridorun sonundaki.
Yanımda bir devrem daha vardı, çocuğun adını unuttum bile, ona da bir kahve
aldım… Allahım ne mutluluk insanın yeniden özgür olduğunu fark etmesi… ve ne
kadar hoş insanın beş liralık kahveyle bunun farkında olabilmesi…
Lafı nereye getireceğimi
anlamışsınızdır. Dün de İzmir uçağını beklerken, aynı yere gittim. Kendime bir
ice chai tea latte aldım 9 Şubat’ın son saatlerinde. Tesadüf o ki iki masa
yanımda da ne kadar güzel bir kız oturuyor böyle şimdi ben tarif de edemem…
Sarışın uzun saçlı, yüzü falan çok güzel, yaşı küçük muhtemelen, üniversitede
öğrenci. Neyse tabi bizde yanaşacak medeni cesaret zaten ne zaman oldu ki. Yorgunluktan
kafamı o koltuğa yaslayıp gözümü kapattığımda askerlik anım çağrışım yaptı. Tüm
o yorgunluğuma rağmen benzer bir huzur özgürlük hissi duydum, artık eve dönecek
olmanın kafası mı ne kafasıysa…
Ama her zaman melankolik
olmadı doğumgünümlerim, en bombasını anlatayım. 2009’du sanırım, abimle evde
oturuyorum. Deniz ipnesi aradı. Boğaziçili yakın arkadaşlarımın hiçbirinin sesinin
çıkmamasından kıllanmamış değildim (Bahadır askerdi sanırım), ama saat dokuz falan olunca ümidimi
kestiğimi itiraf edeyim. Neyse aradı bu apartman kapısını açsana diyo. Ben o
zamanlar abimle yaşadığım için çatkapı gelen olmazdı bizim eve, şaşırdık tabi, abime doğumgünümle ilgili olabileceğini söyledim. Bir on – on beş dakika
geçti ama asansörle yukarı çıkan yok. Abim “nerde kaldı bu çocuk” falan diyo.
Neyse asansör kapısı bir açıldı, ellerinde pastayla, bu kazma, Uğur bir de
Sinan. İnanmayanlar için işte rüşvetin belgesi.
Düşünüyorum da, biraz uydur
kaydır bir yazı oldu ama, bu sımsıcak fotoğrafı arayıp bulmak bile bana iyi
geldi, sırf buna vesile olduğu için bile iyi ki yazdım.
1 yorum:
Daha nice doğum günleri birlikte kutlanmaz mı sanırsın?
Yorum Gönder